Konuşmak... İnsanın kalbinin elleriyle konuşması daha doğrusu bakışması... Kalptekilerin ellere yüklenmesini beklemek çok acılı bir süreç. Ama kalpte kapalı kalmasından daha iyidir değil mi? Uzun bir süre sular kesili kaldıktan sonra tekrar su geldiği zaman çeşmeyi açtığımızda böyle tazyikli, orayı burayı ıslatan bir suyla karşı karşıya kalıyoruz. Su motorunu çalıştırırken de önce kirli su çıkardı, hatta bir defa hortumun içinden ölü bir yılan bile çıkmıştı. Önce kirli, topraklı su geliyor. Sanıyorsun ki temiz su hiç gelmeyecek. Çünkü kirli su öyle bir akıyor ki senin temiz suya inancın azalıyor. Daha sonra temiz ve berrak su karşılıyor bizi. Ben bu örneğin kalbimizle çok bağdaştığını düşünüyorum. (Verdiğim örneklerin ne kadar sağlıklı olduğundan pek emin değilim. :)) İnsan içini açtığı, konuştuğu, yazdığı zaman önce yalpalıyor, içinden tuhaf tuhaf şeyler çıkıyor ama sonra yolunu buluyor gibi. O ilklere karşı sabırlı olmak, onları kabul etmek, onlara anlayış göstermek belki kolay değil. Belki insanın kalbi de önce zehrini akıtıyor, arkadan gelen güzelliklere yer açılsın diye. Zehir olmasa bile yanlış anlaşılan kelimeler, çarpa çarpa ilerleyenler, daha olgunlaşmadan dışarıya çıkanlar olabilir. Geriye dönüp baktığımızda ''Ben nasıl böyle bir şey demişim.'' ya da ''Hayır, ben böyle bir şey yazmış olamam.'' cümleleri de olabilir. Asıl beklenilenlere bir gün kavuşmak için ilk gelenleri kabul etmek, onlardan asıl beklediklerimiz hakkında ipuçları almak gerekiyor belki de. Belki beklediklerimiz hiç gelmeyecek ama o onların ayıbı artık. Biz işimize bakalım değil mi? Ya da içimize bakalım. (Yıllar önce bir arkadaşım espri yapmayı bırakmamı söylemişti.)
Kaç defa bu tazyikli çeşmenin gazabına uğrayıp kıyafetimi değiştirdim. Bu kalbimize ilk doğanlar da bizi değiştiriyor olmasın. Zamanla bir orta yol bulunuyor belki de. İnsan, içinde her an dünyayı taşıyor ama anlatmak... İnsan tek başına dünyayla nasıl mücadele etsin? Evet, dışarıda konuşan bir sesler ordusu var ama içimizdekiler ne olacak? Dışarıdakini susturmanın yolları var. İçimizdekilere ne sırtımızı dönebiliriz ne kulağımızı kapatabiliriz, ne de evde yok numarası yapabiliriz. Bugün gidin yarın gelin, desek de olmaz. Belki bir süre kaçabiliriz ama ya sonra? İpler bizim elimizdeyken yavaş yavaş da olsa, saçma sapan da olsa, gülerek de ağlayarak da olsa dışarı çıkarmak en iyisi sanki. Ya da bilemiyorum.