Sanki kimselerin yaşanmışlıklarını uykularımda taşıyorum. Öyle bir derin geliyor ki bazen, hayatın bir illüzyondan ibaret olduğuna yönelik keskin düşünceler biriktiriyorum.


Karanlık olmak, istenmeyen bir aydınlık gibi davranıyordu. Hissizleştiğime yönelik çıktılarım kullandığım ilaçlara bağlı değildi. Atladığım okyanusun derinlerinde yeni keşiflerin kuyruğu yoktu, nefesimi feragat etmek için yaşıyordum. Saçlarındaki beyazlardan utanana sorarsanız her şeyi aslında ben yok ediyordum. O da aslında hayatını bir illüzyon üzerine kurmuştu, yaşamı hatırlamak istemezdi. Farkedemedikleri artık onun için yaşam boyu alnına kazınmış bir ceza gibiydi. Yaşamadan öğrenemedi, öğrenirken aslında yaşamıyordu.


İllüzyon işte… geçen saatlerde de bir adam atom altı parçacıklarıyla ortaya çıkan gizemin dehşetinden bahsediyordu. O sırada hala “hayatta mıyım?” diye kendimi sorgularken belli etmiyordum. Ama gözlerimdeki boşluk kimilerine mutluluk olarak yansıyordu. Hayat, algılarımızı anlamlandırmakla duyulan bir doyumsuzluk gibi geliyor. Fakat kesin bir adı yoktu, psikoloğumun da kafasını bu sıralar çok karıştırıyorum.


Beynim kendi evrenlerinde kaybolmayı umuyorken gerçekliğe yönelik sancıları kendime zorluyorum. Kafamda kurduğum hapishanenin anahtarlarını kimler veya neler taşıyordu? En son karaladığım defterime bu zamana ait olduğumu düşünmüyorum çıktılarını kendime anlatırken farklı bir gerçeklikte uyandığımı farketmiştim. Rüyalarımın içerisinde rüyalar görmeye başlayıp, rüyamı rüyamda anlatır olmuşum.


Bu sıralar felsefeyi zihnimde yaşıyorum Platon’un “Mağara Alegorisi”ni hatırlıyorum. Alegori, doğumlarından beri bir mağarada zincirlenmiş, yüzleri boş duvara bakan bir grup mahkumu anlatıyor. Mahkumlar başlarını hareket ettiremiyorlar ve tek görebildikleri arkalarındaki ateşin önünden geçen nesnelerin duvara yansıttığı gölgelerdir. Mahkumlar gerçek nesneleri veya ateşi aslında hiç görmediler ve gördükleri gölgelerin gerçek, somut şeyler olduğuna inanıyorlar.


Günlerden bir gün içlerinden bir mahkûm serbest bırakıldı ve mağaranın dışına çıkarıldı. İlk başta, güneşin kör edici ışığıyla mahkumun kafası karışmıştır. Mahkum yavaş yavaş, yeni gerçekliğe uyum sağlar ve mağaradaki gölgelerin sadece illüzyon olduğunu ve dış dünyanın gerçek gerçekliği temsil ettiğini anlamaya başlar. Mahkum daha sonra bu yeni bilgiyi diğerleriyle paylaşmak için mağaraya geri döner, ancak onlar her zaman bildikleri gölgelerin ötesindeki bir gerçeği kavrayamadıkları için onunla alay eder ve onu reddederler.


Mağara alegorisi, Platon’un algılanan gerçekliğimizin ötesinde var olan mükemmel, değişmez ve ebedi bir “Formlar” veya “Fikirler” krallığı olduğunu öne süren Formlar teorisini temsil eder.


Mağara ve gölgeleri, görünüşler ve duyusal deneyim dünyasını sembolize ederken, mağaranın dışındaki dünya, yalnızca felsefi sorgulama ve entelektüel anlayış yoluyla erişilebilen nihai gerçeklik olan Formlar alemini temsil eder. Bu alegoride filozofun aydınlanma yolculuğu, azat edilmiş bir mahkûmun mağaradan çıkışına benzetilir.


Gerçekliğin altında yatan gerçekleri kavramak için gördüklerimiz veya duyusal deneyimlerimizin ötesine geçebilmekten bahsediyoruz. Peki, o mağaradan hiç çıkamamış olanların reddedilişe yönelik cesareti nereden geliyor? Bu da sayısız deneyimlerimizde biriken algılara takılan bir soru olsun.


Tercih edilmeyen bağlamların hesabını kimlerden sorarız?


Son bir aydır uykumdan kendimi uyandırıp tekrar uyuyorum. Zamana aidiyetsizliği hissederken ait olacağım bir zamanın varlığına da şüphe duyuyorum. Tercih etmediğim olayların örgüsünde tekrar ederken buldum kendimi. Kafamı yastıktan kaldırdığım her an için inancımı törpülüyorum.


Gerçeklikler sanki benim için bu sefer dışarıda değil mağaranın tam olarak içerisinde bulunuyordu. Ancak gölgelere inancımı yitiriyordum. Aslında illüzyonu sanki kendim yaratıyor ve yaşıyordum. Bu tam olarak tercih edilmeyen bağlamlara uymuyordu. Gerçekten ben mi tercih ediyordum yoksa başkalarının tercihlerinin sonuçlarında mı mevcuttum?


Sadece düşünelim, gerçekliği, soyut veya somutluğu bir kenara bırakarak. Bu zamana kadar düşüncelerimizle bir erişim çıktısı sağladık. Düşündüklerimiz üzerinde konuştuk bazen, aktardık tartıştık.


Duygularımızın erişimine ne kadar izin veriyoruz?


Mağaradan çıkan o mahkumun illüzyona dair farkındalığının duygularını düşünelim? O mahkum aslında şu an sen de olabilirsin! Ne hissederdin? Gerçekten geriye tekrar dönüp diğer mahkumlara farkındalıklardan bahseder miydin? Bir de dışarıya çıkarılmayan mahkumları düşünelim. Gölgelerin gerçekliğine inanarak yansımalarla anlamlandırıyoruz hayatımızı boş bir duvar önünde. Neler hissederdin? Hangi gölgeler seni daha çok etkilerdi?


Bazen durup düşünürüm mikro yaşamlardaki eşsizliğimizi savunduğumuz yönlerdeki farklılıkları. Belki de sanatı farklı şekilde algılardı diğer yaşam boyutları. Ama biz yadırgamayız bize benzeyenleri, umarız benzerliğin garipliğini. Farklılıkların yansımaları aslında mağaranın içerisindeyken dışarıya çıkınca şaşıranlardanız.


Aynen böyle bir dönemden geçiyordu adeta bilincim. İçimdeki her bir dışa vurumu yadırgayarak geçti sanki benliğim. Ancak nasıl bir mağarada yaşadığımı hiç düşünmemiştim. Şimdi ise anahtarlarımı bulmaya çalışıyorum uzun uzun anlatıyorum gerçekliğe yönelik kaybettiğim inancımı. Duyguların erişimine dair besliyorum zihnimi. Kaybettiğim veya umduğum inançları değil inanmayı sorguluyorum.


Seni bugün daha iyi tanıyorum.