Daha ne kadar uzun bakabilirdim kendime, ne kadar aynı şeyi düşünebilirdim. Sokaklardan yaralı bir hayvan gibi duvarlara sürünerek geçiyorum, kendim gibi birine denk gelişim tesadüfi bir karşılaşma olsun isterdim. Uzun uzun kelimeler kurmaya başladıkça ortalarda bir yerlerde kayboluyorum, bir zindanın demir kapağı üzerime itilir gibi yüz yüze kalıyorum noktayla. Anlatmaktan ve anlamaktan vazgeçmiyorum, isterdim; içiyle dışı aynı şeyi söylemeyen kitapları dert etmemeyi isterdim, akşamdan mutlulukla hazırlanan sofraların herkes dağıldıktan sonra bir başına bırakılan balkonların yalnızlığını anlamamak isterdim…

İstemediğim çok şey var ama bunun için bir şey yapmak da istemiyorum. Acaba herkes uyumadan önce çocukluğunu düşüyor mudur? Aynı hayatın farklı değişkenlerle nasıl sonuçlanacağını hesaplayıp bir anlığına da olsa mutlu olabiliyor mudur? Bazı düşlerde anneler ölmüyor bazılarında ise anneler diye bir şey yaratılmamış oluyor. Bu dünyanın karmaşıklığını kaldıramıyorum, altında ezildikçe içe doğru apse yapan bir zonklama gibi daha da kötüleşiyorum. Kendimi sana anlatabiliyor muyum? Gökyüzü her gün aynı parlaklıkta olmazken benden nasıl olurda aynı düzlemde bir milim bile kaymadan yetmiş sene yaşamam beklenir? Uzun ve güzel yaşamayı da anlamsız buluyorum. Uzun yaşamak diye bir şey yoktur, güzel yaşamak diye bir şey hele hiç yoktur.

Neden çıkıp dibi dökülmüş sokaklarda bunu bağıramıyoruz? Anlaşılmaya olan bu büyük zaafımız bizi zaten fazla yaşatmaz, kabuk kabuk üstüne bindikçe insanın özünden geriye kalan birkaç ufak hatıra hiçbir işe yaramıyor, yarasın isterdim. Bu "artık" bilinç dünyayı kurtarsın, çocuklar ölmesin ekvatorun tam ortasından beyaz bir bayrak sallansın ve silahların ne olduğunun unutulduğu bir salgın başlasın isterdim. Yaranın varlığını unutturanın daha büyük bir yara olmasına takatim kalmadı. Anlam aramaya, bir cebimden alıp diğer cebime koyarken kaybetmeye, her zaman daha kötüsü vardır diye düşünmekten acılarıma duyarsızlaşmama, beni sonuna kadar dolu küvetten soluk soluğa sıçratan bu hevese sabrım kalmadı. Sen anlarsın diye anlattığım, içimde birbirine düğümlenmiş yumakları çözerken ne kadar azaldığımı görmeden geçen bu yılların bir anlamı var mı? Kim sana sessizliğin en iyi cevap olduğunu öğretti?

Sessizlik ölmek demek bunu da sana ben öğrettim ama belli ki yeterli olamadım. Kafamı ellerimin arasına aldığım her an kanatları birbirine değen çelik kuşların çırpınışları var, bu metal ses içimi kemiriyor… Gözümü açıp bir andan başka bir ana yavaş hareketlerin beni geriye çektiğini görüyorsun ve buna rağmen dünyanın yarısının-yaşayan yarısının verdiği tepkiyi karbon kâğıdıyla çoğaltıp tekrar önüme koyuyorsun! Kırmak istediğim çok şey var, yıkmak istediğim, kazanmak ve kaybetmek istediğim…

SON! Yazısından sonra ne olduğunu merak ettin mi hiç? SON’suz mutluluk diye bir şey var mı? Oyuncular o koca harfler meydana çıkar çıkmaz koşarak evlerine gidiyor mudur? Yalandan mı seviyorlar birbirlerini? Aramızdaki bu camı kır bana bir kez olsun buhardan da olsa bir cevap ver! Kaybettiğin oyuncağını bulmana ben yardım etmiştim, sen ise kafanı kaldırıp bana bakma zahmetini göstermiyorsun, sesini sadece gece içine gömüldüğüm yatakta, midemde yapışık ilaçlar doluşmuşken duyabiliyorum… Böyle büyük bir haksızlık karşısında insan bileklerini keser eğer elleri bağlı değilse! Bana cevap ver… Kafamdaki kuşları sapanla öldüremezsin, kanatları kurşungeçirmez…

Bu şeffaf duvarın ardından çık ve bana aradığım her şeyin ıslak imzalı gerçekliğini söyle… Camı kır… Aynaya değen nefesimin yansıması sensin, sen de bensin… Karşıma çık… Kışlık kavanozlar sıcakken kapağı altta kalacak şekilde bekletilir, eğer kavanozun içindeki gerçekse neden soğuduktan sonra ters bir dönüşe ihtiyacı olur? Ters halinden düz haline dönüşünde kavanoz aynı kalsa da içinde ki aynı mıdır? Üzerinden zamanının sıcaklığı akmış hangi şey aynı kalır?

Kilerler gerçeklik algısının soykırım kampıdır! Karşıma çık, beni anladığını ve aynı olduğumuzu söyle… Seslerimi susturamıyorum…