Spoiler içerir...

 

Uçsuz bucaksız, yeşil ile mavinin birbirine karıştığı pastel görünümlü kurgusal

İrlanda coğrafyasında açılır sekans. Padraic Ardında martıların görüntüsüyle bir liman pazarının içerisinde gülümseyerek sağda solunda koşuşturan, emek eden insanlara selam vererek ilerler. Kullanılan renk tonundan insanların mimiklerine kadar post - toplum gözler önüne serilir. Sonra Meryem Ana heykelinin önünden toprak yoldan ilerler ve insanlara selam vermeye devam eder. Deniz kenarında yeşil arazinin ortasında temiz, beyaz bir eve gider ve kapısını çalar, açan olmaz. İlerleyip yandaki camdan içeri bakar ve uzun zaman en iyi arkadaşı olan Colm içerde oturmaktadır. Fakat kapıyı açmaz. Padraic ona seslenir fakat cevap alamaz. Sonrasında Colm’u her gün gittikleri bara davet ederek uzaklaşır oradan. Barda karşılaştıklarında Colm’un tavrı değişmeyecektir. Padraic’in saf bir şekilde meseleyi anlama çabası izleyiciye geçer ve hemen herkes Colm’dan gelecek olan açıklamaya odaklanır. Ve nihayet Colm bir süre uğraşmanın ardından konuyu en yalın haliyle açıklar.

"Artık senden hoşlanmıyorum!"

"Tabii ki hoşlanıyorsun."

"Hoşlanmıyorum."

"Ama dün hoşlanıyordun."

"Hoşlanıyor muydum?"

"Bence hoşlanıyordun."

Nedense irrite edici bir duygudan ziyade çocuksu bir küslük duygusu kaplar içimizi. Diyalogların sadeliği ve gerçekliği hemen filmin içerisine çeker izleyiciyi ve bir süre sonra filmin hemen her sahnesine serpilmiş imgelerden yola çıkarak filmi anlamaya/çözmeye çalışırken buluruz kendimizi. Bunlardan en dikkat çekeni karşı yakadan ara ara gelen top sesleridir ve filmin hikayesi 1923 yılına ait olduğundan gelen seslerin İrlanda iç savaşına ait olduğunu anlarız fakat yine de filmin anlaşılması açısından herhangi bir ülkede yaşanan iç savaşın o ülkenin vatandaşı olan bireylerde nasıl bir psikoloji yarattığının iyi anlaşılması gerekir.


İrlanda ile Britanya arasında cereyan eden İrlanda Bağımsızlık savaşı her iki güç arasında 6 Aralık 1921 tarihinde Londra’da Anglo İrlanda Antlaşması'nın imzalanmasıyla son bulur. Ancak İrlanda içerisinde iki güç mevcuttur. Bunlardan birisi Britanya ile yapılan antlaşmaya sadık kalmayı isteyen Serbest İrlanda güçleri mensubu geçici hükümet yanlıları, diğeriyse daha yoğun İrlanda bağımsızlığını savunan ve Britanya ile yapılan antlaşmayı ihanet olarak gören Cumhuriyetçi muhalefet… İki güç arasında yoğunlaşan çelişkiler 1922 yılının haziran ayında başlayıp 1923 yılının mayıs ayında sona eren İrlanda iç savaşını başlatır. The Banshees Of Inisherin filminde karşıdan gelen çatışma ve patlamalar bu savaşın tasviridir. İç savaşın yakıcı etkisinin daha iyi anlaşılması açısından şunun bilinmesi gerekir: İrlanda’nın kendi içindeki iki güç arasında cereyan eden savaşta, İrlanda İngiltere savaşında ölen toplam insan sayısından çok daha fazla insan ölmüştür. Aynı şekilde Serbest İrlanda güçleri, Britanya’nın lojistik ve askeri desteğiyle bu iç savaşı kazanmış ve savaşın ardından başkaldıranları hain ilan ederek Britanya’nın idam ettiğinden çok daha fazla İrlandalıyı idam etmiştir. Bu durum ister istemez İrlanda toplumunun psikolojik yapısını etkilemiş ve haliyle sosyoloji üzerine de büyük tesiri olmuştur.


Dünyada yapılan savaşların psikolojik altyapısı çok fazla incelenmiş ve travmalar birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Peki iç savaşın genel savaşlardan farkı nedir? Ne tür psikolojik durumlara yol açar? Birbirini öteki olarak gören iki güç arasında yaşanan savaş ile aynı aileden gelen iki gücün arasında yaşanacak savaşın tahribat gücü birbirinden farklı olacaktır ve kuşkusuz ki yanı başında beraber yaşanılan bir güçle yapılacak olan savaşın travmaları çok daha keskin olacaktır. Nitekim bu durum Antik Roma Dönemi'nde dahi araştırmalara konu olmuştur. Sonrasında iç savaşın birçok psikolojik soruna neden olduğu ortaya konulmuştur. İç savaş diğer tüm savaşlar gibi yalnızca bölgenin çehresini dönüştürmekle, her anlamda altyapısına zarar vermekle kalmaz, ulus bilincini zedeler, birlikte yaşamayı zorlaştırır, toplumsallık algısını zayıflatır, aidiyet hissini darbeler ve bunun sonucu olarak toplumsallıktan uzaklaşmış, daha bireyci insanları açığa çıkarır. İnsanları bir arada tutan ve varlıklarının devamını sağlayan toplumsallıkları zedelenince tası çatlamış bir suya dönüşür ve artık ortak değerler yaratmaları zorlaşmıştır. Çünkü su artık bütünlüğünü yitirip dökülüp saçılmıştır. Dünya tarihinde yaşanan birçok iç savaşta bunu görmek mümkündür ve İrlanda İç savaşı da buna iyi bir örnektir.


The Banshees of Inisherin, İrlanda iç savaşının tek kelimeyle mükemmel bir senaryo ve aynı mükemmellikte bir sinemayla aktarımıdır. Filmin başından itibaren insana tuhaf gelen, ara ara absürde kayan fakat aşırı derecede gerçekçi olan diyaloglar, kasabada hâkim olan genel ruh hali ve insanların toplumun diğer bireyleriyle kurduğu ilişki, filmde birden çok kez gördüğümüz Meryem Ana heykelinin yukarıdan topluma bakışı, kilisede yapılan ayinler ve günah çıkarma sahnelerinin her biri puzzle parçası gibi zihinde birleşince insan bir iç savaşın nasıl sonuçlara gebe olduğunu yalnızca bu filmi okuyarak dahi anlayabilir. İç savaşta olan bir toplumun bireylerinin esas olarak somutlaştığı karakter Colin Farrell tarafından canlandırılmış olan Padraic karakteridir. Filmin içerisinde gözümüzün içine sokacak şekilde "Ebleh" sıfatını ona yakıştırmak aslında savaştan çıkmış bir toplumun durumunu anlatır. "Ebleh" olarak yansıtılmaya çalışılan ve belki birçoğumuzda "temiz, saf bir insan" izlenimi oluşturan Padraic karakterinin film içerisinde dönüşümü de takdire şayandır. Padraic iç savaşın tarafı olan birey olarak aslında arkadaşı Colm’da zedelenen toplumun inşası için her anlamda kendinden taviz verebilen bir karakterdir. Bir yandan "iyi insan" tanımını sorgulayıp netleştirmeye çalışırken diğer yandan kafasında muğlak kalan tanımlara bezenmeye çalışır. Film içerisinde Padraic’in ağzından bunu birkaç kez hem kendine dönük konuşurken hem de arkadaşı Colm ile sohbet ederken duyarız. Ancak iç savaş iyi ve kötüyü öylesine bulanık bir hale getirmiştir ki bunu Padraic’in yaşadığı çelişkilerde net bir şekilde görürüz.


Kasabada yaşayan tüm insanların Padraic’e yaklaşımında üstten tavırlar gözümüze çarpar. Filmin henüz başında kasabanın kolluğu memur onun selamını almaması, barda sürekli olarak gördüğümüz insanların esas olarak onu küçümseyen tavırları ve hatta ablasının dahi ona bir çocukmuş gibi yaklaşması aslında bize yitik bir insanın izlenimini vermektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı Padraic yönetmen tarafından filmdeki hayvanların seviyesine indirilmiştir. Bu, aynı zamanda iç savaşın bireyi nasıl bir konuma soktuğunu da anlatır. Padraic’in içindeki hayvan sevgisinin nedeni üzerine düşünmek gerekir. Hayvanlara bu kadar düşkün oluşunun sebebi Padraic’in bütün evrensel döngünün farkında oluşuyla ilgili değil, tamamen kendini ait olarak gördüğü yer ile ilgilidir. Padraic aslında yoğun aşağılık kompleksi yaşamaktadır ve bunu yaşayan bireylerde ellerinde olduğunu düşündükleri bir şeylerin yitimi çok daha zordur. Padraic, Colm’un ondan uzaklaşması durumunda çevresinde yalnızca hayvanların kalacağının bilincindedir ve bu yüzden onu kaybetmemek için kendini küçük düşürmekte, onursuzlaştırmakta bir beis görmez. Kuşkusuz ona etrafındaki hayvanlar kadar değer verdiğini düşündürecek birisi onun için Tanrı katına yükselecektir çünkü Padraic insan olduğunun farkında olduğu halde kendisini iç savaş yaşayan bir birey olarak çok daha aşağıda görmektedir. Filmde ablasıyla kurduğu diyaloglarda sürekli ebleh olmadığını vurgulatma çabası buradan ileri gelir.

Padraic’in ilerleyen bölümlerde, özellikle de eşeği Jenny öldükten sonra yaşadığı durum karakterinin dönüşümüyle alakalı olan bir durum değil, zaten içinde olan karakterin dışavurumudur. Burada akla gelen soru şudur: eğer Colm’un ciddi anlamda onunla tekrar arkadaşlık kurma durumunu hissedebilse yine de Jenny’nin ölmesine rağmen bu kadar kine bürünebilecek miydi, yoksa daha fazla tolerans sahibi mi olacaktı?


The Banshees of Inisherin aynı zamanda iyi bir savaş karşıtı bir filmdir. Dışarıda patlama gürültüleriyle gelen iç savaş tasviri olan sesler yönetmen tarafından büyük bir ustalıkla kasabaya da taşırılmıştır. Ortalarda görülmeyen anlamsız çelişkiler, nedenini bir türlü çözemediğimiz ve filmde birkaç karakterde dile gelen "atıştınız mı" söylemleri, diyalogların dönem dönem absürde varması ve özellikle insanların dönem dönem birbirine selam veremeyecek düzeye gelmesi açık bir şekilde savaşların anlamsızlığına birer vurgudur. Fiziki olarak şirin bir sahil kasabası gibi görünen yer içerde yaşanan soğuk ve anlamsız savaştan dolayı içimizi üşüten bir hale gelmiştir. Şiddetin kullanımı ve insanlarda uyandırdığı duygular izleyiciye de geçer ve bir süre sonra aslında izleyici kendi anlamsız iç çelişkilerinin bilincine varmaya başlayarak rahatsızlık duyar. Bu rahatsızlık şehirde yayılan dedikodularda, başta saf görünüp sonra canavarlaştırılan, duygularını yitiren karakterlerde doruklaşır. Köyün aklı en kıt insanı olan Dominic’te gelişen tavır bunun bazı örnekleridir. Dominic karakteri en ilkel haliyle insanın anlaşılması için filme konulmuştur. Dominic; bakışlarından, hareket ve mimiklerine ve konuştuklarının içeriğine kadar yalnızca güdüleri ve ona esir olan bir insanı betimler. En ilkel insan olduğu halde Padraic’in Colm’un yeni arkadaşını vicdansızca kandırıp köyden göndermesine tepki verir ve o dahi artık Padraic ile görüşmek istemez. En ilkel karakterimizin elimizde kalan tek şey en ilkel güdü olan cinselliktir. Bunu da karşı cinsten birinden nazikçe ister. Padraic’in ablası tarafından reddedilince elince artık yaşaması için hiçbir neden kalmamıştır ve sonrasında intihar ettiğini anlarız. Buradaki imgelem çok önemlidir. Çünkü en ilkel insan formu bile Dominic şahsında savaşın getirdiği sonsuz kurnazlığa bir tepki göstermiştir. Belki de filmin en vurucu mesajı budur. "İd" dediğimiz ilkel benlik en geri yanlarımızı temsil eder ve filmde savaşın yıkıcılığı net bir şekilde ilkel benliği bile isyan ettirip, ölüme götürmüştür. Bunu bir kabullenmeme olarak algılamak gerçek dışı olmayacaktır. İd demişken anladığımız kadarıyla yönetmen, savaşın yalnızca İd’e dönük değerlendirmeleriyle sınırlı kalmamış; Ego ve Süperego’ya dönük de tanımlamalar yapmıştır. Filmde karakterin Süperego temsilcisi olarak Colm, Makul olan "Ego" karakteri olarak da Padraic ve ablası ortaya çıkar. Film içerisinde birkaç çekim açısında kamera iç mekandayken Padraic’in görüntüsünü pencerenin dışında görürüz. Aslında burada yönetmenin anlatmak istediği şey savaş zamanlarında Süperego ve İD ‘iç’ olarak kabul edilirken ‘ego’ yani olağan benlik dıştalanır. Kirli camların ardında görünen Padraic bunu simgelemektedir.

Benlik genellikle sükun ve dinginliği arzular. Padraic’in düzenli olarak sessiz yollarda hergün aynı saatlerde yürüyerek saat 2’de ulaştığı bar, günlük hayatın huzurlu rutinidir. Fakat bu rutinin Colm tarafından bozulması her şeyi açıklar. Filmin sonuna doğru Padraic’in ortaya çıkan karakter özellikleri savaş zamanında benliğin Süperego ve ID tarafından ne kadar örselendiğini oldukça kapsamlı anlatır.


Colm kibar Padraic’in arkadaşlığından sıkılıp ondan vazgeçene kadar oldukça kibar bir insandı. Ancak aradan geçen zaman ona kibarlığın içinde yaşanılan dünyada pek bir şey ifade etmediğini benimseyip kendini daha üst formlara taşıyabilmek için analitik anlamda daha güçlü insanlarla zaman geçirip, sanatıyla dünyada kalıcı olmanın yollarını arar. Filmi izlerken başta bu duruma ikna oluruz fakat ilerleyen sahnelerde bunun onun için olmazsa olmaz kabilinde bir durum olmadığın görürüz ve anlarız ki Colm devasa bir boşluğun içerisindedir ve aslında neyi amaçladığı muğlaktır. Normalde eleştirel ve moral verici "Süperego" yaşanan iç savaşın yarattığı psikoloji ile ciddi çöküşü yaşamaktadır. Öylesine bir boşluğu yaşar ki odaklandığı hedefe onu götürmesi içine gerekli olan en temel organlarını en önce gözden çıkarabilir. Çünkü üst benlik son derece bulanık bir hale bürünmüştür ve bunun nedeni kesinlikle antagonizm değil, yaratılmış olan anlamsız, yapay çelişkilerdir. Sarsıntı burada başlar. Sonuç olarak yaşanan iç çatışma psikolojik olarak bütün katmanlarıyla birlikte benliği çökertir ve makul olanın dahi Padraic şahsında nasıl kine büründüğünü son sahnede Colm’u affetmemesinden anlarız. Bu sırada patlama sesleri devam etmektedir. İzlediğimiz sahil sahnesi kısa süreli bir ateşkes sahnesidir ve savaşın devam edeceğini Padraic’te dile gelen benlikten rahatlıkla anlarız. Savaş başlı başına absürddür ve absürdün oku yayından çıkmıştır artık… Benliğin tamamen yitip absürdün baş gösterdiği bir yerde ortaya çıkacak olan yegane düşünce de kuşkusuz "batıl" olacaktır. Filmde bu rolü bayan McCormick üstlenmiştir ve sürekli olarak hissettirdiği karanlık ve gaddarlık hissi bize savaşın olduğu coğrafyaların kaderini iyi ifade eder.

The Banshees of Inisherin izlediğim en iyi -savaş olmayan- savaş filmidir. Öylesine akıcı, güçlü diyaloglar kullanılıp muhteşem bir sinematografi ile birleştirilmiştir ki uzunca süre akıllara kazınacaktır. Yalnızca bu filmi izleyerek dahi savaşın doğasının ne olduğunu anlamak mümkün…

14 Mart'ta Oskar Ödüllerinden bu filmin ödül almasını diliyorum...