Doğunun dahi yönetmeni olarak bilinen Sergey Paracanov bu filminde arkadaşı ve aynı zamanda Ermeni halk ozanı olan Sayat Nova'nın hayatına odaklanıyor. Filmde lineer bir akış yok. Birbirinden bağımsız gibi görünen bir bakıma da öyle olan sahnelerden oluşuyor. Her bir sahne kutsal bir mekânda kutsal bir ayin havasında geçiyor. Sahnelerin neredeyse tamamına eşlik eden bazı enstrümanlar; bir ağıt veya şiir, bir hayvan (at, eşek, horoz, koyun, keçi), ayindeymiş gibi davranan bir gurup insan, melekler ve halılar. Her sahne neredeyse bu enstrümanların tekrar ama farklı şekilde bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Sahnelerde ortaçağ resimlerinden tanıdığımız eski Hristiyan ayinlerindeki o melankolik havanın hâkimiyeti var. İzleyici filmin tamamını bir cenaze ayininin farklı icraları sanabilir ve bu son derece doğal olurdu. Ama filmin başındaki açıklamalardan ve ara konuşmalardan bunun bir ozanın yaşam öyküsü olduğunu anlıyoruz. Fakat her ne kadar bunu bilsek de filmi ilk izleyişte anlamak mümkün değil. Çünkü film tamamen sembol ve metaforlardan oluşuyor. Bize düşen sahnelerdeki sembollere odaklanıp yönetmenin hangi sahnede neyi anlatmak istediğini keşfetmek. Filmde ortak olan bir şey var o da aynı kişinin çocukluk, gençlik ve olgunluk yıllarındaki halleri. Filmi anlamak için bu kişi referans noktası olabilir. Diğer her şey ise sembollerde gizli.
Bu tür bir yapım günümüz eğlence amaçlı ve tüketim odaklı yapılan film anlayışının dışında kalıyor tabi. Filmi izlemek düşünmeye sevk ediyor bu yüzden enerji gerektiriyor ve yoruyor. Bu açıdan tam bir kültürel sanat filmi.
Film adeta bir renk cümbüşü. Her sahne farklı bir rengin abartılı sunumu ile geçiyor. Kırmızı ise bu renklerin başında geliyor. Filmin bir ozanın yaşam ve ölümünü konu edindiğini söylemiştik. Şairin yaşamındaki şehvet ve nihayet ölümü kan, dolayası ile kırmızı üzerinden anlatılıyor. Kırmızı bazen kökboyası, bazen nar rengi bazen de direkt hayvan kanı olarak izleyiciye sunuluyor.
Yukarda da belirttiğim gibi sahneler daha çok kiliseyi andıran hatta bazılarının direk kilise olduğunu anladığımız mekanlarda geçiyor. Buna bağlı olarak Hristiyan din adamı kıyafetlerini sık sık görüyoruz. Bunun dışında filme yöresel kıyafetler, takılar, el tekstili diyebileceğimiz renkli eşyalar hakim. Bu eşyalar üzerinden Kafkas folklorik yapısını ciğerlerimize kadar hissediyoruz.
Film tamamen aydınlık ve aydınlatılmış mekanlarda geçiyor. Y saf güneş ışığı ya da yapay ışıklar mekanlar tamamen aydınlatılmış. Hiçbir detay karanlıkta bırakılmamış. Her şey olabildiğince berrak.
Filmde dış ses hiç yok tamamen iç sesler hakim. Konuşma zaten yok. Sadece şarkı, şiir ve ilahiler var. Bu durum filmin senaryo ve yapısına tamamen uygun. Eğer sesli anlatım olsaydı görsel anlatımı ikinci planda bırakır ve filmin o lirik yapısını tehdit edebilirdi. İç sesler, şiirler, ilahi ve şarkılar görüntülere uygun ve tutarlı bir konsept yaratıyor.