“The Fountainhead” adlı eserden alıntıdır.
Howard Roark'ın Mahkeme Savunması
...
Bu kısacık bir andı. Roark konuşmaya başlamadan hemen önceki o sessizlik anı.
"Binlerce yıl önce, birisi ateş yakmayı keşfetti. Herhalde insan kardeşlerine ateş yakmayı öğretti diye o ateşte yakmışlardır onu. İnsanların korktuğu bir şeytanla iş birliği yapan kötü biri olarak görülmüştür. Ama ondan sonra, insanların ısınmak için, yemeklerini pişirmek için, mağaralarını aydınlatmak için bir ateşi olmuştur. O adam onlara, akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, karanlığı yeryüzünden kaldırmıştır. Yüzyıllar geçmiş, derken biri tekerleği icat etmiştir. Herhalde o da insan kardeşlerine öğrettiği tekerleğin çarkında parça parça edilmiştir. Yasak şeylerle uğraşan bir küstah olarak görülmüştür. Ama ondan sonra, insanlar artık ufukları aşarak yolculuk edebilmeye başlamışlardır. Bu adam onlara akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, dünyanın yollarını açmıştır.
O adam, o boyun eğmeyen ilk adam, insanoğlunun başlangıçtan bugüne kadar yarattığı her büyük efsanenin ilk bölümünde karşımızdadır. Promete zincirlerle bağlanmış, yırtıcı kuşlara peşkeş çekilmiştir çünkü tanrıların ateşini çalmıştır. Adem acı çekmeye mahkum edilmiştir çünkü bilgi ağacının meyvesini yemiştir. Efsane ne olursa olsun, insanlığın belleğinin gölgeleri içinde, bu güzelliğin bir tek kişiyle başladığı, o kişinin de cesaretinin bedelini ödediği bilinir. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan bazı adamlar, yepyeni yollara doğru ilk adımları atmışlar; bunu yaparken de kendi vizyonlarından başka bir silaha sahip olmamışlardır. Amaçlar farklıdır ama hepsinin bir ortak noktası vardır. Atılan adım ilk adımdır, yol yeni bir yoldur, vizyon kimseden ödünç alınmış değildir ve bu kişilere tepki olarak da her zaman nefret yöneltilmiştir. Büyük yaratıcılar, düşünürler, sanatçılar, bilim adamları, mucitler hep çağlarının insanlarına karşı tek başlarına durmuşlardır. Yeni çıkan her büyük fikre karşı gelinmiştir. Her yeni büyük icat kınanmıştır, lanetlenmiştir. Motor saçma bir şey olarak karşılanmıştır, uçak imkânsız diye düşünülmüştür. Otomatik tezgâh kötü bir icat sayılmıştır. Anestezi günah sayılmıştır. Ama ödünç almadıkları vizyonlara sahip olan insanlar yine de yollarına devam etmişlerdir. Mücadele etmiş, acı çekmiş, bedel ödemişlerdir. Ama sonunda kazanmışlardır.
Hiçbir yaratıcı, kardeşlerine hizmet etmek düşüncesiyle harekete geçmiş değildir çünkü kardeşleri, onun sunduğu hediyeyi reddetmişlerdir ve o hediye, bu kişinin güçlükle sürdürdüğü mücadele dolu hayatı mahvetmiştir. Bu kişinin tek gerçeği kendi amacı olmuştur. Kendi gerçeği, onu kendi usulünde yapabilmesi, başarabilmesi… Bir senfoni, bir kitap, bir motor, bir felsefe, bir uçak ya da bir bina… Odur onun hayattaki amacı. Hayatı da odur. Yarattığı şeyi duyanlar, okuyanlar, işleyenler, inananlar, ona binip uçanlar ya da içinde yaşayanlar değildir onun için önemli olan. Mesele yaratılan şeydedir, onu kullananlarda değil. Yaratılan şeydir önemli olan, ondan yarar sağlayanlar değil. Yaratılan şey, o kişinin gerçeğine biçim vermiştir. O da kendi gerçeğini her şeyden ve herkesten üstün tutmuştur.
O kişinin vizyonu, gücü ve cesareti, kendi ruhundan gelmektedir. Ama bir insanın ruhu kendi benliğidir. Bilinci dediğimiz kimliğidir. O insanın düşünmesi, hissetmesi, yargılaması, eyleme geçmesi, hep egonun fonksiyonlarıdır.
Yaratıcılar benliksiz değildir. Güçlerinin bütün sırrı budur. O gücün kendine yeterli olması, kendiliğinden motive olup harekete geçmesi, kendi kendini yaratması bundandır. Bir ilk amaç, bir enerji, bir hayat gücü, bir başlatıcı… Yaratıcılar hiçbir şeye ve hiç kimseye hizmet etmemişlerdir. Kendileri için yaşamışlardır. Ve insanlığın şeref tacı olan şeyleri ancak kendileri için yaşamakla başarmışlardır. Başarının yapısı, doğası böyledir.
İnsan ancak kendi zihniyle var olabilir. İnsan dünyaya silahsız gelir. Onun tek silahı, kendi beynidir. Hayvanlar yiyeceklerini fiziksel güçleriyle bulurlar. İnsanın pençeleri, sivri tırnakları, boynuzları, büyük kas gücü yoktur. Yiyeceğini ya toprağa ekmek ya da avlamak zorundadır. Ekebilmek için bir düşünce sürecine ihtiyacı vardır. Avlamak için silahlara dolayısıyla silah yapmaya ihtiyacı vardır ki o da bir düşünce sürecidir. Bu en basit gereklilikten en yüce dinsel soyutluluğa kadar, tekerlekten gökdelene kadar, neysek ve neye sahipsek hepsi insanın bir tek niteliğinden doğmaktadır: Mantıklı bir zihnin fonksiyonu.
Ama zihin, bireyin sahip olduğu bir şeydir. Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma ya bir uzlaşma ödün verme sürecidir ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem yani mantık yürütme süreci... Bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler.
Başka insanların düşüncelerini biz miras yoluyla alırız. Tekerlek de miras kalmıştır bize. Onu alır, araba yaparız. Derken araba değişir, otomobil olur. Otomobil de uçak olur. Ama bu sürecin tümü yer alırken bizim diğer kimselerden aldığımız tek şey, onların düşüncelerinin ortaya koyduğu son üründür. Eylem gücü; bu son ürünü alıp malzeme olarak kullanan, oradan bir sonraki adımı ortaya çıkaran yaratıcı güçtür. Bu yaratıcı güç ne verilebilir ne de alınabilir. Paylaşılamaz ve ödünç verilemez. Bir tek kişiye, bir bireye aittir. Yaratılan şey, yaratanın mülküdür. İnsanlar birbirlerinden öğrenirler. Ama öğrenmenin tümü aslında yalnızca malzeme değiş tokuşudur. Hiç kimse bir başkasına düşünme kapasitesini veremez. Oysa kapasite, bizim sağ kalmak için tek gücümüzdür.
Bu dünyada hiçbir şey insana hazır verilmiş değildir. İnsanın ihtiyacı olan her şeyi üretmesi gerekmektedir. İnsan burada kendini temel bir seçimle karşı karşıya bulur. Ancak iki yoldan birini seçerek sağ kalabileceğini görür. Ya kendi zihninin bağımsız çalışmalarıyla ya da başkalarının zihninden beslenen bir asalak olarak… Yaratıcı başlatır. Asalak ödünç alır. Yaratıcı doğa karşısında kendi başına dikilir. Asalak doğa karşısında hep bir aracıyı kullanır.
Yaratıcının derdi doğayı fethetmektir. Asalağın derdi ise insanları fethetmektir.
Yaratıcı, kendi işi için yaşar. Başka insanlara ihtiyacı yoktur. Onun en önemli amacı kendi içindedir. Asalak elden düşme yaşar, başkalarına ihtiyacı vardır. Başkaları onun baş amacı haline gelir.
Yaratıcının temel ihtiyacı bağımsızlıktır. Mantık yürüten zihin, herhangi bir türlü zorlama altında çalışamaz. Kısıtlanamaz, feda edilemez, başka amaç ve düşüncelere boyun eğemez. Gerek işlerlikte, gerekse amaçta tam bir bağımsızlık ister. Bir yaratıcı için, insanlarla olan ilişkilerin tümü ikinci plandadır.
Elden düşmecinin temel ihtiyacı, beslenebilmek için diğer insanlarla olan bağlarını sağlamlaştırmaktır. Yaratıcı ilişkileri birinci sıraya koyar. İnsanoğlunun başkalarına hizmet etmek için var olduğunu söyler. Kendini feda etmekten, hizmet ve yardım etmekten söz eder.
Bu düşünce; insanın başkaları için yaşamasını, başkalarını kendinden ön plana almasını gerektiren bir doktrindir.
Hiç kimse başkaları için yaşayamaz. Vücudunu paylaşamadığı gibi, ruhunu da paylaşamaz. Ama elden düşmecidir, yardım etmeyi bir sömürü silahı olarak kullanmaktadır, insanoğlunun ahlâkî ilkelerini değiştirmektedir. İnsanlara yaratıcıyı mahvetmenin bütün yolları öğretilmektedir. Bağımlılığın bir sevap olduğu öğretilmektedir insanlara.
Başkaları için yaşamaya kalkan kişi bir bağımlıdır. Amaçları açısından bir asalaktır, hizmet ettiği kimseleri de asalak haline getirir. Bu ilişkiden doğabilecek tek şey, birlikte yozlaşmaktır. Kavram olarak imkânsız bir şeydir bu. Gerçek hayatta buna en yakın olan şey, başkalarına hizmet etmek için yaşayan kişidir ki o da köledir zaten. Eğer fiziksel kölelik bile iğrenç bir kavram gibi gözüküyorsa ruhsal kölelik bundan ne kadar daha iğrenç bir kavram olmalıdır! Savaşta ele geçirilen bir kölenin kendine göre bir gururu vardır. Karşı koymuştur ve içinde bulunduğu durumu kötü bir şey olarak görmektedir. Ama kendini kendi isteğiyle köle haline getiren, bunu sevgi uğruna yaptığını söyleyen adam, yaratıkların en aşağılığıdır. İnsanlığın onurunu düşürmekte, sevgi kavramını küçültmektedir. Ama hizmet, hayır ve yardım doktrininin altında yatan budur.
İnsanlara en yüce sevabın başarmak değil, vermek olduğu öğretilmiştir. Oysa insan yaratılmamış bir şeyi veremez. Yaratma, dağıtımdan önce gelmek zorundadır; yoksa dağıtılacak bir şey bulunamaz. Yaratıcının ihtiyaçları ilerde yararlanacak herkesin ihtiyacından önce gelmek zorundadır. Oysa bize, kendi üretmediği hediyeleri dağıtan adamı, o hediyeleri mümkün kılandan daha çok takdir etmek öğretilmiştir. Bir yardım, bir hayır olayını överiz. Bir başarı karşısında omuz silkip geçeriz.
İnsanlara, ilk görevlerinin başkalarının çektiği acıları dindirmek olduğu öğretilmiştir. Ama acı çekmek bir hastalıktır. İnsanın karşısına böyle bir durum çıkarsa rahatlatmaya, yardım etmeye çalışır. Bunu en yüce sevap haline getirmek, acıları hayatın en önemli parçası haline getirmek demektir. Kişi sevapkâr olabilmek için başkalarının acı çektiğini görmek ister duruma düşmektedir. İşte hayırseverliğin yapısı budur. Yaratıcı hastalıkla ilgilenmez, hayatla ilgilenir. Buna rağmen yaratıcıların çalışmaları sayesinde hastalıklar birer birer ortadan kalkmıştır. İnsanın vücuduna ve ruhuna ait hastalıkların önüne geçilmiş, bu sayede acı çekilmesi de hayırseverlerin ve yardımseverlerin yapamayacağı kadar önlenmiştir.
İnsana başkalarıyla aynı görüşte olmanın da bir sevap olduğu öğretilmiştir. Oysa yaratıcı, farklı görüşteki adamdır. İnsanlara akıntıyla birlikte yüzmenin iyi olduğu söylenir. Yaratıcı ise akıntıya karşı yüzen adamdır. İnsanlara bir arada durmanın bir sevap olduğu öğretilir. Ama yaratıcı tek başına duran adamdır.
İnsanlara “ego”nun kötülük demek olduğu öğretilir. Sevabın ideali benliksizliktir. Oysa yaratıcı, salt anlamda bencil kişidir. Benliksiz kişi; düşünmeyen, hissetmeyen, yargılamayan, eyleme geçmeyen kişidir. Bunların hepsi benliğin fonksiyonlarıdır.
Bu noktadaki tersine dönüş en korkuncudur. Konu çarpıtılmış, insana başka seçenek bırakılmamış, insanın özgürlüğü yok edilmiştir. İyilik ve kötülük kutupları açısından iki kavram sunulmuştur ona. Biri bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı, başkalarını kendisi için feda etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise kendini başkaları için feda etmektir, denilmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmiştir. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir ya da kendisi uğruna başkalarına acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de söylenince tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazoşizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır çünkü bunun karşısında ancak sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en sahtekârca oyun bu olmuştur.
Bağımlılık ve acı çekme, bu yolla hayatın temelleri haline getirilmiştir.
Seçenekler kendini feda etmekle tahakküm etmek arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralıysa sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız egosundan doğan her şey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından doğan her şey kötüdür.
Bencil kişi, salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta değildir, kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşlik, tek karşılıklı saygı ancak bu yolla olabilir.
Dereceler ve yetenekler değişebilir ama ana ilke her zaman aynıdır. Kişinin bağımsızlığının, inisiyatifinin ve işine duyduğu kişisel sevginin derecesi, onun bir çalışan olarak istidadını ve işinin değerini saptar. Bağımsızlık insanî sevapların ve insanlık değerlerinin tek ölçüsüdür. İnsanın değeri kendinden gelir, başkaları için neler yapıp neler yapmadığından değil. Kişisel gururun yerini alabilecek hiçbir şey yoktur. Bağımsızlıktan başka da bir kişisel gurur standardı yoktur.
Doğru dürüst ilişkilerde, hiç kimsenin hiç kimseye feda edilmesi söz konusu değildir. Mimarın müşterilere ihtiyacı vardır ama kendi çalışmalarında onların isteklerine boyun eğmez. Onların da mimara ihtiyacı vardır ama evi ona sipariş etmeleri sırf ona bir para vermek için değildir. İnsanlar yaptıkları işleri özgür ortak rızayla, ortak ve karşılıklı çıkarları doğrultusunda değiş tokuş ederler, bunu ancak kişisel çıkarları birbirine uyuyorsa her ikisi de bu değiş tokuşu istiyorsa yaparlar, istemiyorlarsa birbirleriyle iş yapmak zorunda değildirler. Gidip başkalarını ararlar. Eşitler arasında ancak bu tür bir ilişki olabilir. Bunun dışındaki ilişkiler efendi-köle ilişkisidir, kurban-cellat ilişkisidir.
Hiçbir iş hiçbir zaman kolektif olarak yapılmamıştır, çoğunluk kararıyla yapılmamıştır. Her yaratıcı iş, bir tek bireyin düşüncesi rehberliğinde başarılmıştır. Bir mimar, binasını dikmek için pek çok sayıda insanlara gereksinim duyar. Ama onlardan kendi tasarımına oy vermelerini istemez. Birlikte serbest bir anlaşmayla çalışırlar ve her biri kendi işlevinde özgürdür. Mimar başkalarının ürettiği çeliği, camı, betonu kullanır. Ama o malzemeler mimar gelip elini sürünceye kadar çelik, cam ve beton olarak kalır. Mimarın bunlarla ne yaptığı kendi bireysel ürünüdür ve kendi bireysel mülküdür. İnsanlar arasında doğru dürüst işbirliğinin tek yolu budur. Dünya yüzündeki ilk hak egonun hakkıdır. İnsanın ilk görevi kendine karşıdır. İnsanın ahlâkî yasası, birinci amacını asla başka kimselere bağlamamaktır. İnsanlara birinci derecede bağımlı bir şey olmasın. Buna yaratıcı zihnin tümü dahildir. O zihnin düşünüşü de çalışması da… Ama buna bir gangsterin alanı dahil olmadığı gibi bir hayırseverin, bir diktatörün alanı da dahil değildir. Kişi tek başına düşünür. Tek başına çalışır. Kişi tek başına hırsızlık edemez, sömüremez, yönetemez. Soy sömürü ve yönetme için ona kurbanlar gerekir. Bunlar bağımlılığı işaret eden şeylerdir. Hepsi elden düşmecinin alanına girer.
İnsanları yönetenler bencil değildir. Onlar hiçbir şey yaratamazlar. Varlıklarını ancak başkaların kanalıyla sürdürürler. Onların amacı yönettikleri kişilerde, onların köleleştirilmesinde yatar. Dilenci kadar bağımlıdırlar onlar da. Sosyal hizmet görevlisi kadar haydut kadar bağımlıdırlar. Bağımlılığın türünün önemi yoktur.
Ama insanlara bu elden düşmecileri, zorbaları, imparatorları, diktatörleri bencilliğin temsilcisi saymaları öğretilmiştir. Bu sahtekârlıkla birlikte insanların egoyu öldürmesi sağlanmıştır. Hem kendilerinde hem de başkalarında. Bu sahtekârlığın amacı aslında yaratıcıları yok etmektir ya da zincire vurmaktır. O da aynı şeydir.
Tarihin başlangıcından bu yana iki hasım her zaman karşı karşıyadır. Biri yaratıcı, diğeri de elden düşmecidir. İlk yaratıcı tekerleği icat ettiği anda ilk elden düşmeci buna tepki göstermiştir. O da hayırseverliği icat etmiştir.
Yaratıcı; sürekli olarak inkâr edilmesine, saldırılar görmesine, eziyetlere uğramasına, sömürülmesine rağmen yoluna devam etmiştir, bütün insanlığı da kendi enerjisiyle peşinden ilerletmiştir. Elden düşmecinin bu sürece engeller çıkarmaktan başka katkısı yoktur. Bu kapışmanın bir başka adı daha vardır. Burada birey kolektife, topluluğa karşıdır.
Kolektifin, yani bir ırkın, bir sınıfın bir devletin “ortak çıkarı”insanları baskı altına alan her türlü zorbalık rejiminin altında yatan şeydir. Tarihteki her dehşet verici olay bir hayır uğruna yapılmış görünür. Bencil hareketler bir hayırseverin döktüğü kanla ölçülebilecek bir zarar vermiş midir insana? Bunun suçu insanoğlunun iki yüzlülüğünde mi yatmaktadır, yoksa ilkenin yapısında mı? En korkunç kasaplar; genellikle en samimi, en içten inanmış olanlardır. Giyotinle ya da idam mangasıyla kusursuz bir topluma ulaşacaklarına gerçekten inanmışlardır. Hiç kimse onların öldürme hakkını sorgulamamıştır çünkü besbelli, hayırsever bir amaç uğruna öldürüyorlardır onları. İnsanların başka insanlar uğruna feda edilmesi doğal kabul edilmiştir. Aktörler değişmekte ama trajedinin akışı aynı kalmaktadır. Bir hümanist çıkar, insanlara ne kadar sevgi duyduğunu söyleyerek yola koyulur, sonunda bir kan denizine varır. İnsanlar bir şeyin iyi olabilmesi için bencillikten uzak kalması gerektiğine inandığı sürece bu böyle devam etmektedir ve edecektir. Bu durum hayırseverin eylemine izin vermekte, kurbanları da buna dayanmak zorunda bırakmaktadır. Kolektivist hareketin liderleri kendileri için hiçbir şey istememektedirler. Ama bir de ortadaki sonuçlara bakın.
Bir insanın diğer bir insana yapabileceği tek iyi şey, o kişiyle doğru dürüst bir ilişki kurabilmesi için tek yol, o kişiden elini çekmektir.
Şimdi bir de bireycilik ilkesi üzerine kurulmuş bir toplumun sonuçlarına bakalım. Burası… Bizim ülkemiz. İnsanlık tarihinde en soylu ülke. En büyük başarıların, en büyük refahın, en büyük özgürlüklerin ülkesi. Bu ülke benlikten yoksun hizmete dayalı olarak kurulmamıştır. Feda etmeye, razı olmaya ya da herhangi bir hayır ilkesine dayalı olarak kurulmamıştır. Bireyin mutluluğu arama hakkı üzerine kurulmuştur. Kendi mutluluğunu… Başkasının değil. Özel, kişisel ve bencil, bir amaç. Ama sonuçlara bakın. Kendi vicdanınıza bakın.
Bu eski bir çatışmadır. İnsanlar gerçeğe çok yaklaşmışlar, fakat her seferinde olay tersine dönmüş, şu ya da bu uygarlığın sonu gelmiştir. Uygarlık, özel hayat toplumuna doğru ilerlemektir. Vahşinin tüm hayatı halka açıktır, aşiretinin kuralları tarafından yönetilir. Uygarlık insanı insanlardan kurtarma sürecidir.
Bugün; bizim günümüzde kolektivizm, elden düşmecinin, ikinci derecedeki adamın, o eski canavarın kuramı, tasmasını koparmış başı boş koşturmaktadır. İnsanları daha önce görülmemiş bir zihinsel ahlâksızlık düzeyine düşürmektedir. Emsaline rastlanmamış bir dehşet olayı haline gelmektedir. Her zihni zehirlemiştir. Avrupa'nın çoğunu yutmuştur. Bizim ülkemizi de kuşatmaktadır.
Ben mimarım. Bunların dayalı olduğu ilkelerden ortaya neler çıkacağını biliyorum. Kendime yaşama izni veremeyeceğim bir dünyaya doğru yaklaşmaktayız.
Cortlandt'ı neden dinamitlediğimi artık biliyorsunuz.
Ben tasarımladım Cortlandt'ı. Size ben verdim. Ve ben yok ettim.
Yok ettim çünkü onun var olmasını seçmedim. Çifte canavardı o. Biçim olarak da anlam olarak da… Her ikisini de patlatmak zorundaydım. Biçimi, kendi yaratmadıkları ve yaratamayacakları şeyi düzeltme hakkını kendilerinde gören elden düşmeciler tarafından bozulmuştu. Onlara bunu yapma hakkının verilmesi, binanın hayırsever amacının her türlü hakların üstünde önem taşıdığı, benim buna karşı gelme hakkım olmadığı inancından kaynaklanmaktaydı.
Cortlandt’ı tasarımlamayı kabul edişim onu kendi tasarımladığım gibi yapılmış görmek amacına yönelikti, başka hiçbir nedeni yoktu. Çalışmam karşılığında bu fiyatı istemiştim. Bu bana ödenmedi.
Peter Keating'i suçlamıyorum. Çaresiz kaldı. İşverenlerle arasında bir anlaşma bulunmasına rağmen, o anlaşmaya aldırış edilmedi. O anlaşmada kendisine, binanın projeye göre yapılacağı konusunda söz verilmişti. O söz tutulmadı. Bir insanın yaptığı işin dürüstlüğüne ve tutarlığına saygı duyması, bunu korumaya çalışması, bugün muğlak, soyut, önemsiz bir şey olarak tanımlanıyor. Savcının bu sözleri söylediğini duydunuz; neden bozulmuştu binanın biçimi? Hiçbir nedeni yoktu. Böyle şeylerin hiçbir zaman nedeni olmaz. Ancak bir elden düşmecinin, başkasına ait bir şey üzerinde, ruhsal ya da maddesel bir şey üzerinde oynama hakkını kendinde görmesi olabilir. Kim izin verdi bunu yapmalarına? Düzinelerce yetkili arasında tek bir kişi bulamazsınız. Hiç kimsenin izin vermeye de durdurmaya da önem verdiği yoktu. Hiç kimse sorumlu değildi. Kimseden hesap sorulmaz. Tüm kolektif eylemlerin yapısı böyledir.
Bana istediğim ve hakkım olan şey ödenmedi. Ama Cortlandt' ın sahipleri, kendi istedikleri şeyi benden aldılar. Onlar mümkün olduğunca ucuza çıkarılmış bir binalar topluluğu istiyorlardı. Bunu istedikleri gibi yapabilecek başka hiç kimseyi bulamadılar. Ben yapabilirdim ve yaptım. Çalışmamın yararlarını aldılar, beni de bunu onlara hediye olarak vermeye zorladılar. Ama ben hayırsever değilim. Bu tür hediyeler vermem.
Yoksulların, çaresizlerin evlerini yıktığım söylendi. Ben olmasam bu yoksulların bu evlere zaten kavuşamayacakları unutuldu. Yoksullara kaygı duyanlar, istedikleri yardımı sunabilmek için, bu konularla hiç ilgilenmeyen birine, bana gelmek zorunda kaldılar. Gelecekte orada oturacak kiracıların yoksulluğu yüzünden, bu insanların benim çalışmam üzerinde hak sahibi olduğuna inanıldı. Onların ihtiyaçları benim hayatım üzerinde hak sahibi olarak görüldü. Benden istenen her katkıyı sunmaktı, bu görevim sayıldı. Bu da bugün dünyayı yutmakta olan elden düşmecinin düsturudur.
Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de… Başarılarımdan herhangi birinin de… Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun, sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun…
Buraya gelip, başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemek istedim.
Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakârlık âlemi içinde yok oluyor.
Buraya gelip, kişinin dürüst ve yaratıcı ürünleri, her türlü hayırseverlik girişiminden daha önemlidir, demek istedim. Aranızda bunu anlamayanlar dünyayı mahvedenlerdir.
Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum.
İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk; özgürlüklerine saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır. Eğer ülkem artık var olmayacaksa ona hapiste yatacağım on yılı sunabilirim. O on yıl boyunca ülkemin eskiden nasıl bir yer olduğunu minnetle hatırlarım. Onun yerine gelen yeni düzende yaşamak ve çalışmak istemeyişim benim sadakatimdir.
Gelmiş geçmiş tüm yaratıcılara, dinamitlediğim Cortlandt'dan sorumlu olan güçler tarafından acı çektirilmiş tüm yaratıcılara sadakatimdir. O kişilerin yapayalnız ve işkence içinde, inkârla, çaresizlikle, sömürüyle geçirmek zorunda kaldıkları her saate sadakatimdir. Dünyaya gelen, yaşayan, mücadele eden, başaramadan önce tanınmamış bir kişi olarak ölen tüm yaratıcılara da sadakatimdir. Bedenen veya ruhen yok edilmiş her yaratıcıya sadakatimdir. Henry Cameron'a, Steven Mallory'ye, adının söylenmesini istemeyen ama şu anda bu salonda oturan, kendisine hitap etmekte olduğumu bilen bir başka kişiye sadakatimdir."
Roark, iki bacağı ayrık, kolları dosdoğru iki yanına sarkıtılmış, başı dik, öylece duruyordu. Bitmemiş bir binada durduğu gibi. Daha sonra, dönüp savunma masasına oturduğunda, odadaki pek çok kişi onu hâlâ öyle ayakta görmekte oldukları izlenimindeydiler. O bir anlık tablo silinmeyecek özelliğe sahipti.
Bu konuşmayı izleyen uzun hukuksal tartışmalar sırasında bu tablo izleyicilerin zihninden hiç silinmedi. Yargıç, savcıya davalının iddiasını değiştirmiş olduğunu hatırlatıyordu. Eylemi yaptığını kabul etmiş ama suçlu olmadığını söylemişti. Buradan ortaya geçici bir yasal keşmekeş çıktı. Davalının yaptığı hareketin ne olduğunu bilip bilmediği, biliyorsa bunun kötü bir hareket olduğunu kabul edip etmediği yolundaki kararlar jüriye bırakıldı. Savcı buna itiraz etmedi. Salonda garip bir sessizlik vardı. Davayı şimdiden kazandığına inanıyordu savcı. Kapanış konuşmasını yaptı. Neler söylediğini hiç kimse hatırlamadı. Yargıç, jüriye talimatını verdi.
Jüri kalktı, duruşma salonundan çıktı. İnsanlar kıpırdıyor, gitmeye hazırlanıyordu. Pek aceleleri varmış gibi davranmıyorlardı. Nasılsa saatlerce beklemeleri gerekecekti.
Salonun arkasında Wynand, ön tarafta Dominique, hiç kıpırdamadan oturmaktaydılar.
Bir mübaşir Roark'un yanına geldi, dışarıya çıkarken ona eşlik etmeye hazırlandı. Roark savunma masasında ayağa kalktı. Gözleri önce Dominique'e sonra Wynand'a döndü, sonra mübaşiri izleyerek kapıya yöneldi. Tam çıkacağı sırada bir gürültü duyuldu. Bir anlık sessizlikten sonra insanlar jüri odasının kapısına vurulmakta olduğunu anladılar. Jüri kararını vermişti.
Ayağa kalkmış olanlar ayakta kaldı. Oldukları yerde dondular.
Yargıç gelip yerine oturuncaya kadar öylece beklediler. Jüri de salona dönüp yerini aldı.
Mübaşir, "Sanık kalkıp jüriye dönsün!” diye bağırdı.
Howard Roark Öne çıktı, jürinin karşısında durdu. Salonun arka tarafında Gail Wynand da kalkmıştı. O da ayaktaydı.
"Sayın sözcü, bir karara vardınız mı?”
"Vardık."
"Kararınız nedir?"
"Suçsuz."
Roark'un ilk baş hareketi dönüp pencereden kente bakmak olmamış, yargıca, Dominique'e bakmak da olmamıştı.
Wynand'a bakıyordu. Wynand sert bir hareketle döndü, salondan çıktı. Salondan çıkan ilk kişi o olmuştu...
Ayn Rand