"Soyadım Salmon, balık adı gibi, adım Susie. 6 Aralık 1973'te öldürüldüğümde, 14 yaşındaydım. Güvende değildim, mahallemdeki bir adam beni izliyordu. Aklım bu kadar havada olmasaydı, bir terslik olduğunu fark ederdim. Fakat o sıralarda Ray Singh'in kirpiklerinin uzunluğuyla fazla meşguldüm. Kütüphanede kirpiklerinin her birini saydım; o Abelard ve Heloise'i okurken, yani gelmiş geçmiş en trajik aşk hikayesini."


Sizin hiç 'hayatımın en güzel günü' dediğiniz bir gününüz oldu mu? Siz hiç, hayatınızın en güzel günü sandığınız bir günde yan komşunuz tarafından tecavüze uğrayarak öldürüldünüz mü? Aşkı ilk defa hissettiğiniz gün, eviniz ile okulunuz arasındaki 'aşıkların el ele dolaştığı' mısır tarlasında, 14 yıllık kısacık hayatınız önemsiz bir kağıt parçası gibi buruşturulup atıldı mı? Üstelik annenizin ördüğü ponponlu şapkanızla çığlık sesiniz bastırılarak.


Film, 14 yaşındaki Susie'nin bu dünyadan kısacık bir süreliğine gelip geçmesini anlatıyor. Bizim izlediğimizse salt bu filmde anlatılanlar değil. Çünkü ekranda gördüğümüz sadece Susie'nin trajedisi değil, aynı zamanda; Özgecan Aslan'ın, Şule Çet'in, Aleyna Çakır'ın, Pınar Gültekin'in, Emine Bulut'un, Ceren Özdemir'in, Münevver Karabulut'un ve nice tecavüze, cinayete kurban gitmiş çocuk ve kadınlarımızın trajedisi. Bu dünyanın can yakan gerçeğini izliyoruz. İzlerken de Susie'de kendimizi görüyoruz. Çünkü ne yazık ki günün birinde, yalnızca birkaç günlüğüne ana haber gündemlerini meşgul ettikten sonra unutulup gidilebileceğimizi, geriyeyse sadece melek kanadı iliştirilmiş birkaç siyah beyaz fotoğrafımızın kalabileceğinin farkındayız.


Daha filmin ilk sahnesinde 1 yaşındaki bebek Susie ile babasının arasında geçenler, 13 yıl sonra yaşanacak trajediye atıfta bulunuyor aslında. Susie, masanın üzerinde duran penguenli kar küresine bakarak içinden penguenin ne kadar da yalnız olduğunu geçiriyor. Babası ise penguenin mükemmel bir dünyada hapsolduğunu ve dışarıdan öyle görünmese bile aslında halinden çok mutlu olduğunu söylüyor.

Evet, 13 yıl sonra yaşayacağı son günün, hissedeceği son güzel hislerin ardından Susie de aynı minik penguenin kar küresinin içine hapsolması gibi başka bir dünyaya hapsolacak. Kendini iyi hissedeceği ancak yapayalnız kalacağı bir dünyaya.

Bu saatten sonra Susie kendi dünyasından; ölümünün ardından yaşananları, ailesini, aşık olduğu Ray'i izleyecek. Kendi dünyasından onlara seslenmeye çalışacak ancak sesini hiç duyuramayacak. Biz de film boyunca yaşananları, kendi dünyasından bizlere seslenen Susie'nin duygusal ses tonuyla, kendi ağzından dinleyeceğiz.


Filmin giriş kısmı; çekim tarzıyla, müzikleriyle son derece pozitif bir şekilde başlıyor. Yaşıtı bir kız kardeşi ve bir de küçük erkek kardeşi olan Susie'nin, sevgi dolu ailesini görüyoruz. Hayallerini, hayata bakış açısını, hislerini anlatıyor bize Susie. Fotoğraf çekmeye bayılıyor, platonik aşkı Ray'e olan hislerinden bahsediyor. Sonrasında görüyoruz ki, meğerse Ray'e olan hisleri karşılıksız değilmiş. Ray; beklenmedik bir anda okul koridorunda bir yandan kendi yazdığı şiiri Susie'nin çantasına iliştirmeye çalışırken bir yandan da cumartesi günü için randevu teklifinde bulunuyor Susie'ye.

Buradaki ufacık flört sahnesi, eğer filmin gidişatından habersiz iseniz ağzınızı kulaklarınıza getirebilecek kadar tatlı bir sahne. Ancak gidişattan haberiniz varsa sadece kötü hissettiriyor çünkü biliyorsunuz ki, aslında Susie'nin cumartesiye kadar vakti olmayacak.


Susie, okuldan eve dönerken içinden geçtiği mısır tarlasında çantasından ponponlu şapkasını çıkartırken Ray'in çantasına iliştirdiği kağıt da rüzgarın etkisiyle uçarak Susie'den ayrılıyor; Susie henüz kağıtta yazanları okuyamadan, hatta bu kağıdın Ray'den olduğunu bile bilmeden. Çünkü notunun peşine düşebileceği kadar vakti yok artık Susie'nin. Bu dünyadaki son anlarını yaşıyor o saniyelerde. Komşuları Bay Harvey'i, bir diğer anlatımla bu dünyadan sönüşünü görüyor karşısında.


Şunu belirtmeliyim ki, Harvey rolünü oynayan Stanley Tucci, rolünü o kadar iyi oynamış ki, gerim gerim geriliyorsunuz oturduğunuz yerde. Gülüşü, tavırları, jest ve mimikleri, her şeyiyle o kadar iyi dışa vuruyor ki Harvey'nin niyetini, aklındakileri... Ve aslında o kadar aşinayız ki bu tavırlara; bir şey satın almaya çalışırken, bir yerlere giderken, işimizde gücümüzdeyken... Kendimizi, Susie'nin yerine koyuyoruz, Susie gibi hissediyoruz. Aslında filmde, etik sebepler ve toplum psikolojisi yüzünden tecavüzü ve cinayeti direkt olarak gösteren hiçbir sahne olmamasına rağmen başarılı oyunculuklardan ve yapılan imalardan Susie'nin trajedisini anlıyoruz.


Söz konusu sahnede, yakın çekimde Susie'nin filmin başından beri yüzüne yerleşik olan tebessümünün yavaş yavaş soluşunu izliyoruz, insan öleceğini hisseder derler ya hani, belki Susie de hissediyor o an. Sonra oradan olanca hızıyla kaçtığını görüyoruz, uzunca bir süre de kaçmaya devam ediyor. Ta ki hiç bilmediği bir yerde onu telaşla arayan babasını görene kadar. Babasına sesleniyor ancak sesini duyuramıyor. O anda anlıyoruz ki aslında kaçıp giden bedeni değil Susie'nin ruhuymuş sadece. Bedeni o odada, o çukurda kalmış Harvey ile. Susie, yaşadıklarını hiçbir şekilde hissetmemiş olmasına rağmen tek tek yaşanmışlar. Ruhu, bedenini geride bırakmış olanlardan bir haber kalmak için.


Susie, ölümünü kabul ettikten sonra kendi boyutuna çekiliyor. Ailesini ise Susie'siz bir dünya bekliyor geride. Gece ile gündüzün bir arada, dört mevsimin aynı anda yaşandığı cennet ile dünya arasındaki bu boyuttan Susie; anıları ve hisleri hala onunla beraberken, ölümünden sonra dünyada yaşananları seyretmeye başlıyor. Buradan sevdiklerine sesini duyurmaya çalışıyor ancak hiçbir seferinde duyuramıyor. Sadece küçücük işaretler yollayabiliyor onlara, babasına ve küçük erkek kardeşine varlığını hissettirmeyi başarabiliyor mesela.

Kendi dünyası Susie'nin karşısına hep en çok özlediği ve umduğu şeyleri çıkartıyor, bunlardan birisi de 'cumartesi randevusu'. Susie, Ray'i sık sık randevulaştıkları yerde yalnız başına üzgün halde görüyor. Ona ulaşmak istiyor, ama cumartesiye hiç ulaşamıyor. Sesini duyurmak istiyor Ray'e, ama Ray duymuyor. Derken Susie, dünyadaki son dakikalarında çantasından uçan notu buluyor. Ve gerçek dünyada okuyamadığı şiiri, şimdi kendi dünyasında okuyor:

"Sadece bir saatlik aşkım olsaydı,

Elimdeki son şey bu olsaydı,

Bu dünyada bir saatlik aşk,

Aşkımı sana verirdim. -mağribi"

Oysa Ray bu satırları Susie'ye yazarken, gerçekten de son bir saatlik aşkını Susie'ye vereceğinden habersizdi. Tek bir saatlik aşkını...


Susie kendi dünyasında gezinirken karşısına umduklarının ve özlediklerinin yanı sıra karanlık bir odaya açılan siyah bir kapı da çıkıyor.

"Dünya ile cennet arasındaki mavi ufuktaydım. Günler değişmiyordu ve her gece aynı rüyayı görüyordum. Islak toprak kokusu. Kimsenin duymadığı çığlık. Kalp atışlarımın sesi, beze vuran çekiç gibi. Ve onların seslendiğini duyuyordum. Ölülerin seslerinin. Onları takip etmek istedim. Bir çıkış yolu bulmak için. Fakat hep aynı kapıya çıkıyordum, ve korkuyordum. Oraya girersem, bir daha çıkamayacağımı biliyordum."

Uzunca bir süre girmemek için direniyor Susie bu odaya, ama bir süre sonra hem kendi ruhunun hem de sevdiklerinin ruhunun özgürleşebilmesi için odaya girmeye mecbur olduğunu anlıyor. Susie odaya girdikten sonra kapının ardından kendisi ile aynı kaderi paylaşan kadınlar ve çocuklar çıkıyor bir bir. Anlıyoruz ki Susie'nin girmekten korktuğu bu karanlık oda, tecavüze uğrayan ve öldürülen tüm çocuk ve kadınların odasıymış. Onları gördükçe yaşadıkları trajedileri öğreniyor Susie, kendi içinde onların yaşadıklarını yaşıyor bir bir.

Sophie Cichetti, Pensilvanya,1960, onun ev sahibesiymiş. Jackie Meyer, Dalawere,1967, 13 yaşına yeni bastığında cesedi yol kenarındaki bir kanalizasyon kanalında bulunmuş. Leah Fox, 1969, cesedi nehre atıldığında çoktan ölüymüş. Lana Johnson, 1960, Pensilvanya, daha 6 yaşındaymış, kapılardan yapılmış bir barakada tuzağa düşmüş. Denise Lee Ang, Connecticut, 1971, 13 yaşındayken mağazalarını kapatan babasını beklerken ortadan kaybolmuş. Susie Salmon, 14 yaşında, 1973, Pensilvanya, toprağın altına inşa edilmiş bir odada öldürülmüş.

En sonunda kendi bedeniyle karşılaşıyor Susie bu odada. Demiştik ya ruhu bedenini terk ettikten sonra yaşanılan hiçbir şeyi görmedi, hissetmedi diye. Girdiği bu odada mısır tarlasında başına gelenlerle karşılaşıyor Susie önce. Sonra bu oda, Harvey'nin evine dönüşüyor. Harvey'i kanlar içerisindeki banyosunda kendini temizlemeye çalışırken görüyoruz, her yerde kan var. Kendi bedenini görüyor Susie, öylesine bir çuvala konmuş halde. Çuvaldan sızan kanları görüyor sonra, haykırıyor. Yine sesini duyuramıyor:

"Bana ne yaptığına bak! Neyim şimdi ben? Ölü kız mı, kayıp kız mı, kaçan kız mı? Hiçbir şey değilim."


Zor da olsa kendi gerçeğiyle yüzleştikten sonra ruhu özgürleşen Susie, artık kendi cennetine gidebilir. Annesi, kızının ölümünden sonra bir kere bile girmeye gönlünün el vermediği dağınık odasına girebilir. Babası, hayata nihayetinde yeniden bağlanabilir. Aşka inanmayan kız kardeşi aşık olabilir, hatta Susie'nin bir yeğeni bile olabilir. Hiçbir şey Susie'nin yokluğunu unutturamaz belki ama yokluğuna alıştırabilir, Susie'nin oralarda bir yerlerde mutlu olduğunu hissettirebilir.

Ancak Susie cennetine gitmeden önce, son kez Ray'i görmek istiyor. Nasıl oluyorsa bu sefer Ray de onu görüyor. Ray ile vedalaştıktan sonra Susie'nin ruhu özgürleşiyor ve nihayetinde artık cennetine gidiyor.

Ve cennetine giderken, ondan şu son sözleri duyuyoruz:

"Artık dünyayı bırakmama neden olan sebepleri farklı bir açıdan görmeye başladım, içinde ben olmadan. Kimse gittiğiniz anı fark etmiyor, yani gitmeye karar verdiğiniz o anı. Gittiğiniz anda en fazla bir fısıltı duyuyor ya da fısıltının havada dalgalandığını hissediyorsunuz. Soyadım Salmon, balık adı gibi. Adım Susie. 6 Aralık 1973'te öldürüldüğümde 14 yaşındaydım. Bir süre buralardaydım, ve sonra aranızdan ayrıldım. Hepinize uzun ve mutlu bir hayat dilerim."

Susie'nin duygusal ses tonuyla söylediği son sözleri her ne kadar huzur ile söylenmiş sözler olsa da yüreğimize oturuyor. Düşünüyorsunuz; tecavüze uğrayan, öldürülen kadınlar ve çocuklar başlarına geleceklerden habersiz yaşadıkları o son günde bizim bu filmde gördüklerimizin kim bilir kaç katını yaşadılar. Sıcak yatağımızda kahvemizi içerek izlediğimiz 2 saatlik bir film bile içimize bu kadar oturuyorken, etiyle kemiğiyle bu gerçekliği yaşayan kadınların, çocukların ne hissettiğini bizim anlayabilmemiz imkansız, empati kurabilmemiz de imkansız. Yalnızca empati kurmaya çalışabiliriz belki. Bu yüzden şimdi ben de yapabileceğim tek şeyi yapıyorum ve, 'İstanbul Sözleşmesi Yaşatır' diyorum.


Benim film hakkındaki yorumlarıma gelecek olursak film; çekim tarzıyla, oyunculuklarıyla, müzikleriyle gerçekten çok kalp acıtan bir filmdi. Yaşadıklarımızın ve maalesef yaşamaya devam edeceklerimizin filmiydi. İzlerken her sahnesini hissettim. Özellikle de Susie'nin replikleri, babasının Susie'ye olan sevgisi, Susie'nin Ray'e olan aşkı çok duygu doluydu. Belki cennet ile dünya arasındaki boyut daha farklı tasvir edilebilir ve daha akıcı sahneler çekilebilirdi. Ya da Susie'nin yaşamından flashbackler verilerek daha dramatik bir seyir sağlanabilirdi. Ama bu haliyle de film kesinlikle izlenmeye değer.


Ben bu filmi ilk defa izlediğimde tam olarak Susie'nin yaşındaydım. Anlayamamıştım. Şimdi 20 yaşında ikinci izleyişimde ise bir süreliğine kendime gelemiyorum. Özellikle Susie'nin nihayetinde cennetine giderken söylediği o son sözlerinden sonra. Ve diyorum ki, film keşke Susie'nin Ray'e olan aşkını anlattığı basit bir gençlik filmi olsaydı. Keşke.


Filmi izlerken hoş vakit geçirmiyorsunuz hatta içiniz sıkılıyor desem yeridir. Çünkü filme hakim olan tek duygu üzüntü. Fakat izlemelisiniz.


Ben ise yazımı şöyle bitirmek istiyorum:

Özgecan Aslan. 11 Şubat 2015. Bir minibüste, okuldan evine dönerken öldürüldü. Henüz 19 yaşındaydı.



"yüzme bilmeden daha,

deniz görmeden,

hiç güneşte yanmadan.

şimdi ölmek istemem,

bir kalbi sarmadan.

aşkı tatmadan daha,

onla sarhoş olmadan,

hiç sevişmeden daha.

şimdi ölmek istemem,

daha hiç gülmeden."



 -İstanbul Sözleşmesi Yaşatır-