Açıkçası Netflix beni birkaç yıldır ara ara yanıltıyor. İlk sürprizini 2019'da The Irishman ile yapmıştı. Aynı yıl The King'i de sevmiştim. Sonraki sene Mank geldi. Bu sene ise (çoğu kişi "fena değil" dese de) benim inanılmaz keyif aldığım Dont Look Up ve işte sinema budur dediğim The Power of the Dog geldi. 12 dalda Oscar adaylığını duyduktan sonra halen daha açıp izlememiş olan varsa, buyursun izlesin. Pişman olmaz.

 Neden The Power of the Dog için "İşte sinema budur!" dediğimi açıklamadan evvel, Don't Look Up'dan neden inanılmaz keyif aldığımı kısaca anlatma gereği görüyorum. Çünkü kime sorsam, hangi eleştiri yazısını okusam, hangi podcasti dinlesem çoğu ortalama veya ortalamanın altında diyor. Öyle sanıyorum ki bu kişilerin bir kısmı, Adam McKay'in The Big Short ve Vice'ını izlediği için Dont Look Up'ı izlerken de beklentiyi o seviyede tuttu. Haklılardır bir şey demiyorum ama gözden kaçırdıkları bir nokta var.

  Vice ve The Big Short'da geçmişte yaşanmış belirli olayları kendine has hiciv diliyle muhteşem biçimde aktaran McKay, günümüz insanını ve siyasetini hiç olmamış fantastik bir olay üzerinden anlatırken, elbette aynı tarzı yansıtmak zorunda değildi. Hatta zaten bu projenin doğası gereği diğer yapımlardan farklı olmalıydı. Öyle de oldu. Peki "bu kişilerin" diğer kısmı; yani Vice ve The Big Short'u hiç izlemeden McKay'in Dont Look Up'ını kötüleyenlere ise diyecek hiçbir sözüm yok. Onlar bana biraz, "Netflix popüler bir film yapsın, biz de ne olursa olsun yerden yere vuralım," tayfa gibi geliyor. Kaldı ki bu kadar ünlü ismin bir araya geldiği filmlerde yönetmenlerin sıklıkla çuvalladığını görürüz. Karakter dağılımı ve ekran süreleri o kadar iyi ayarlanmıştı ki. Timothée'sinden Jonah Hill'ine, Meryl Streep'inden Di Caprio'suna, hatta Jennifer Lawrence'ına kadar roller o kadar cuk oturmuştu ki tekrar ve altını çizerek söylüyorum "İnanılmaz keyif aldım!". Hatta şu sıralar bir kez daha açıp izleyesim var. Zaten McKay filmleri böyledir. The Big Short'u bir dönem haftada iki kez izleyen Kenan arkadaşıma selam olsun.

  Diğer yandan bunca yıldız ismin rollerini ustalıkla dağıtan Mckay, Spielberg'in kankası Mark Rylance ve 2 Oscar 3 Altın Küre ödüllü Cate Blanchett gibi isimleri de bize yan rollerde izleme lüksü verdi. Olumsuz demeyeyim ama ne gerek vardı dediğim tek sahne en sondaki üryan Streep sahnesiydi. Onu da hadi, filmin gala gecesinde kendi aralarında goygoy yapabilecekleri bir detay olarak çekmek istemişlerdir diyerek hiç puan kırmadan yapım hakkındaki düşüncelerimi tamamlamak istiyorum. 4 dalda Oscar'a aday olan Dont Look Up'a, hangi ödülü alsa helali hoş olsun diyerek The Power of the Dog'a geçebiliriz artık. 

  En İyi Uyarlama Senaryo dalında kesinlikle ipi göğüsleyeceğine inandığım bir yapım The Power of the Dog. Bir filmin her sekansı, her karesi bu kadar mı dolu olur. Her sahne, her replik bu kadar mı birbirine hizmet eder. Uzun zamandır bu dokuda bir film izlememiştim ve izleyince fark ettim ki hasretini de çekiyormuşum aslında. En İyi Görüntü Yönetmeni dalında her ne kadar Dune gibi sağlam bir rakibi olsa da sinema tarihinde ilk kez Oscar heykelciğini evine bir kadın görüntü yönetmeni götürecek olabilir bu sene. Eminim Ari Wegner şu günlerde, tören gecesini hayal ederken uykuları kaçıyordur. Düşünsenize Dolby Theater'ı dolduran efsane isimler bir bir ayağa kalkıyor sizi alkışlamak için... Wegner adına benim bile uykum kaçtı şu an. 

  Benedict Cumberbatch'e gelecek olursak, baştan beri diyorum abi bu adamda sıkıntılı bir tip var diye. Role o kadar iyi oturmuş ki rolünü öyle güzel benimsemiş ve öyle ustaca bir performans ortaya koymuş ki Phil Burbank karakteri üzerinden 9 sezon dizi yapsalar izlerim. Filmin belki de en can alıcı noktası sonundaki sürpriz olsa da, benim için hiç de öyle olmadı açıkçası.

  Şimdi spoiler geliyor, filmi izlememiş olanlar lütfen uzaklaşsın. Anton Çehov'un, “Eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar” sözünden yola çıkarsak, bu filmin de silahı baştan beri mazlum Peter karakteriydi. Filmdeki tüm mutlu karakterleri, mutlu anları, içine bir karadelik gibi alıp yok eden, Phil Burbank belasının sonunu getirebilecek tek karakter, Peter'dı. Baştan beri duvardaki silah gibi sessiz sessiz asılı duran, hatta patlayacağına ihtimal vermemizin imkansızlaştırıldığı bir silahtı Peter. Sahne sahne detaylara girip sizi yormak istemiyorum ama su yüzeyindeki zeytinyağı öbekleri gibi ayrılan iki belirgin unsur vardı Peter'la ilgili. Birincisi sabırlı olduğunu gördük, onu kağıttan çiçekler yaparken izledik. Büyük sabır ve ince işçilik isteyen bu hobisi onun, sonunda iyi olacağına inandığı bir şeyi ne kadar incelikle ve zamana yayarak işleyebileceğini gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim, elbette ben kağıttan çiçek yapan Peter'ı görüp de ulen bu çocuk kesin bir gün katil olur demedim. Birinci unsur buydu. İkinci unsura gelirsek, ki tam da burası; Burbank'ın hakkından gelecek biri varsa o da Peter'dır dediğim yerdir:

 Sahne açıldı, Peter'ı elinde bir tavşanla gördük. Tavşan başta sahnedeki birçok öğeden biriydi. Fakat sahnenin sonuna doğru yönetmen bize bir şeyler anlatmak istedi, tavşana giderek yaklaştı, iyice zoomladı. Güzelim tavşanı son kez canlı olarak gördüğümüzün farkında değildik tabii. Tavşanı yakın plan izlediğimiz bu sahnede fevkalade önemli bir detay vardı, bir sonraki sahnede Peter tarafından iç organları açılmış olarak göreceğimiz zavallı hayvana son kez bakarken Peter onun başını okşuyordu, ona şefkat gösteriyordu. Buna bir bakıma Yahuda'nın Öpücüğü de diyebiliriz. Böyle bir okuma da yapabiliriz. Yahuda'nın Öpücüğü göndermesini, The Godfather 2 filminde Cappola da yapmıştı. Hani şu Michael Corleone'un abisi Fredo'yu ensesinden tutup öptüğü sahne, "I know it was you Fredo, you broke my heart!"... 

  Zavallı Fredo, zavallı tavşan... Her ikisi de haklarında ölüm kararı veren katilleri tarafından son kez seviliyorlar. Asıl konumuzdan çok kopmadan tam burada bir parantez açmak isterim. Bana göre The Godfather 2'de Yahuda'nın Öpücüğü göndermesi balo sahnesinden sonra daha güçlü şekilde anne Corleone'un cenaze yemeğinde yapılmıştır. Michael Corleone abisine kalabalığın yanında son kez sarılırken, adeta Yahuda'nın İsa'yı öperek Sanhedrin polisine mimlemesi gibi, o da bir numaralı katili Al Neri'ye Fredo'yu mimlemektedir. Hatta onunla göz göze gelir, Al Neri pek de memnun olmayarak mecburen yerine getireceği bu görevi düşünerek gözlerini kaçırır. 

Neyse, dönelim filmimize. 

  Şimdi duvarda asılı duran tüfeğimize bakıyoruz; çok sabırlı ve zaman alan işlerde usta, şefkatle başını okşadığı sevimli tavşanın karnını yarıp organlarını incelemek onun için sıradan bir hadise ve doktor olacak parlak bir tıp öğrencisi... Ki doğaya ve canlılara yaklaşımı baştan beri o kadar farklı ki doğuştan hekim diyebiliriz. Dolayısıyla bir canlının doğumunu ve ölümünü aynı soğukkanlılıkla karşılayabilecek güdülere sahip. Sadece her hekim gibi, doğru yerde, en doğru kararı, doğru bilgiler ışığında verme kaygısı olabilir. Hmmm. Yani diyeceğim o ki filmin sonu benim için pek de sürpriz değildi. Yavaştan The Power of the Dog hakkındaki yazımı toparlamak isterken, yönetmenin izlediğim bir röportajında, filme aktarabildiği atmosferin en güçlü ilham kaynağının Thomas Savage'ın kalemi olduğunu söylüyordu. Roman, ülkemizde Düşbaz Kitaplar'dan Köpeğin Pençesi ismiyle çıkmış. Kitabını da bir an evvel alıp okumalı. New York Times Book Review'dan Valerie Sayers'in kitapla ilgili eleştirisini de şuraya bırakmak istiyorum. 


“Bay Savage’ın tonu muazzam… Edebiyat piyasasında bir adaletten bahsedebilseydik Thomas Savage’ın onlarca romanından özellikle bu ya da herhangi biri son 30 yılın çoksatan listelerinden düşmezdi… Savage, daha fazla okur tarafından keşfedilmeyi sonuna kadar hak ediyor.” 


Bu muntazam drama hakkında söyleyeceklerim bu kadardı.

Oscar gecesi, En İyi Film Müziği dahil birçok dalda canı gönülden destekleyeceğim seni The Power of the Dog.