Tam adı “The Red Badge of Courage: An Episode of the American Civil War” olan, 1893’te yazılıp 1895’te yayımlanan ve natüralist bir kısa roman olan, bir iç savaş alanında geçen hatta Chancellorsville Muharebesi’nin bir kurgusu olan, kısaca “The Red Badge Of Courage” diyebileceğimiz bu eser Stephen Crane tarafından yazılmıştır. Eserin konusunu kısaca anlatmak gerekirse; Henry ve arkadaşı Wilson, düşman bayrağını alarak bir düşman mevkisini alt etme saldırısına öncülük ederler. Eser, üçüncü şahıs tarafından anlatılır. Ben ise sizlere bu repsonse paper’ımda Amerikan İç Savaşı’nın anlatılmış olduğu bu eserdeki karakterlerin iç savaş sırasındaki gelişimlerini önemli temalarla harmanlayarak anlatacağım.


Eser hakkında bilgiye yer vermeden önce Crane hakkında birkaç noktaya değinmemiz gereklidir. Crane; hayata zor bir bakış açısıyla bakan yazar olmakla beraber babasını annesinden daha erken kaybetmiş bir yazardır. Annesi, geçimini makaleler yazarak sürdürmüştür. Crane ise abisinden etkilenerek gazeteciliğe merak sarar, daha sonra askerî okula gider fakat ailesinin isteği üzerine ayrılır. Bir süre abisinin asistanlığını yaptıktan sonra yazarlık ve muhabirlik yapmaya karar verir ve 1895 yılında savaş deneyimi yaşamadan konusu iç savaş olan The Red Badge Of Courage’ı yazar. Eserin içerisindeki olaylar 48 saatte gerçekleşmektedir ve bir Amerikan klasiği sayılmaktadır. Savaş deneyimi yaşamadan böyle bir eseri yazmış olması, gerçek savaş duygusunu hayal edebilmesi aslında Crane’in askeri okulda tecrübe ettiklerinin etkileridir. 1897’de New York Journal muhabiri olarak Yunan-Türk savaşını haber yapar. 1900 yılında vefat eder. Crane her ne kadar iç savaştan 6 sene sonra doğmuş olsa da savaşın sesi, Crane romanı yazarken hâlâ Amerika’da yankılanıyordu. Ayrıca Crane; çağdaşlarının aksine savaşın genel siyasi çatışması yerine hayali bir birlik alayındaki piyadelerin bakış açılarını inceledi. (304. New York Eyalet Gönüllüleri.) Crane hakkında belirtmek istediğim son şey ise stilinin realistik, natüralist ve izlenimci olduğudur.


Esere giriş yaparken bir soru ile başlamak istiyorum: Cesaret nedir? Eseri okurken bu soruyu kendimize birçok kez sorarız ve her seferinde farklı cevaplar alırız. Cesaret bu eser için önemli bir temadır ve askerler savaşla karşılaştıklarında cesaretlerinden şüpheye düşerler. Çünkü karşılaştıkları manzara önceden hayal ettikleri şeyle benzer değildir. Henry ise cesaretinin kalıcı değil geçici olmasını ister. Bir yara veya bir “red badge of courage” olmasını umar. Hatta görkemli bir ölümün hayalini bile kurar. Eserde diğer karakterlerden cevaplar arar. Aslında bu noktada temaları ve karakterleri birbirinden ayırmak yerine hepsini birbirine bağlamak istiyorum. İlk olarak cesaret temasını erkeklik/gençlik temasına bağlamak istiyorum. 304. alaydaki askerleri incelediğimizde -ki buradaki askerler genel olarak savaşta deneyimsizler- her ne kadar yaşları hakkında kesin bir bilgiye sahip olmasak da genç olduklarını biliyoruz. Ayrıca eserin içerisinde sık sık Henry’nin ne kadar saf olduğundan da bahsedilmektedir ve bu saflığın ardından Henry’nin erkek olma isteğinden de bahsedilmektedir. Bunların yanı sıra askerler; düşmanlar onları tutsağa düşürdüklerinde kendilerini sanki dünyaları başlarına yıkılmış fakat savaşıp kazandıklarında ise erkeksi hissederler. Erkeksiden kastım; askerler savaşıp düşman ateşini geri püskürttükleri zaman kendilerine güvenleri geri geliyor, savaş sadece saatler sürse de sanki aradan yıllar geçmiş gibi kendilerini olgunlaşmış hissediyorlar.


Karakterlere biraz daha yoğunlaşmak gerekirse ve ilk olarak Henry’den başlamak gerekirse; Henry’nin olgunlaşma süreci kitapta çok hızlı gelişir. İlk başta bencilce nedenlerden askere gitmek ister, daha sonra ilk savaşın coşkusunu hisseder, daha sonra ikinci savaşta öldürülme korkusunu hisseder, kaçar ve daha sonra bir olgunlaşma yaşar. Eserin en başında Henry’nin annesi oğlunun askere gitmesini istemez ve askere gittiğinde kendini korumasını tavsiye eder. Henry burada annesiyle zıt görüşlerdedir çünkü savaşın kendisine bir zafer getireceğinden emindir. Henry ilk başta annesini umursamaz fakat zaman ilerledikçe ve savaş yaklaştıkça bir şüpheye düşer hatta korku duyar. Evini özler ve korkuları onu tüketir. Hatta eserin daha ilk başlarında askerliğin kendisine göre olmadığını düşünür. “He told himself that he was not formed for a soldier.” (Crane, 24.) Henry ve askerler savaşa gidip savaştıklarında korkularını yendiklerini düşünürler fakat savaş sona erdiğinde bu korkular tekrar gün yüzüne çıkar. İkinci bir savaşta bir panik durumu olur ve Henry savaştan kaçar. Kendisini daha iyi hissetmek için de bu kaçma düşüncesini doğada gördüğü imgelerle kendisine kabul ettirmeye çalışır.


Henry ormanın derinliklerine doğru kaçarken eserde bizlere manzaraların anlatımı açık ve net bir şekilde anlatılmaya devam edilmektedir. Henry genelde savaşın dumanı, pisliği ve kirini anlattıktan sonra doğanın güzelliğini garipser. Burada sizlere kitaptan bir örnek vermek istiyorum:

“As he gazed around him the youth felt a flash of astonishment at the blue, pure sky and the sun gleamings on the trees and fields. It was surprising that Nature had gone tranquility on with her golden process in the midst of so much devilment.” (s. 50)

Bu dizeler hakkındaki yorumumdan önce küçük bir dipnot geçmek istiyorum. Romanı okurken sürekli yoğun duman ve sisle karşılaşırız ve bu özellikle 21. yüzyılda bizlere şaşırtıcı gelebilir. Eserde savaşırken o kadar yoğun bir şekilde duman olması, iç savaş yıllarında kullanılan barutun türünden kaynaklanmaktadır. Şimdi eğer esas konumuza gelecek olursak Henry kendi iç hesaplaşmasında şunu fark eder; doğa, savaşın vahşeti karşısında bile kendi varlığını devam ettirir. Ağaçlar askerler için koruma sağlamakla beraber doğa savaşta stratejik bir rol oynamaktadır. Eserin ilerleyen kısımlarında ormanda koşmaya devam ederken karıncaların ölü bir askerin bedeninden beslendiğini görür. Burada natüralizmle karşılaşırız ve aslında Darwin’in doğal seleksiyon teorisine duyulan bir hayranlık da vardır. Kısacası; her ne olursa olsun, savaş da olsa, yer yerinden de oynasa doğanın insan davranışlarına karşı kayıtsızlığını görürüz ve bu, eserde en önemli temalardan birisidir. Henry kaçmaya devam ederken yaralı bir askerle karşılaşır ve bu yaralı asker Henry’e Henry’nin aslında olmayan yaralarıyla ilgili sorular sormaktadır:

“Yeh look pretty peek-ed yerself, said the tattered man at last. I bet yeh 've got a worser one than yeh think. Ye'd better take keer of yer hurt. It don't do t' let sech things go. It might be inside mostly, an' them plays thunder. Where is it located?” (s. 80)

Burada yaralı asker, aslında Henry’nin kendisine itiraf edemediği vicdani görevini görebilir. Sonuçta savaş alanından kaçtığından beri Henry sürekli kendisine her şeyin normal olduğunu söyleyip durmaktaydı. Benim fikirlerime göre Jim’i ve yaralı askeri orada bırakıp gitmek aslında Henry’nin kendi vicdanını bir yerlere kitlemesi anlamına gelmektedir. Fakat eserin sonlarına doğru Henry yaptıklarından pişmanlık duyar ve karakter olarak olgunluğa erdiğini anlarız.


Henry; kazara kafasına bir yara alır ve kafasındaki yara elde etmeyi istediği red badge of courage değildir. Aksine bu yara kurduğu yalanları korumak için kullandığı bir kalkan haline gelir. Wilson Henry’e mektupları verdiğinde ise Henry, karşısındaki insanın zayıflığını fark eder ve kendisine olan güveni daha da artar. Henry zamanla bir asker olarak ya öleceğinin ya da öldüreceğinin farkına varır. Bu yüzden düşmana karşı bir öfke hissetmeye başlar. Ayrıca savaşın sonlarına doğru bayrak taşıyıcısı konumuna geldiğinde de cesareti fazlaca artar ve kendi karakter dönüşümünü tamamlamış olur.


Eser hakkında değinmek istediğim en son nokta ise aslında kısa geçilmiş olsa da okurları şaşırtacak derecete etkiler bırakan noktaların bulunduğu kısımlardır. Örneğin eser artık iyice şekillenmeye başladığında; Wilson ve Henry su bulmaya giderler ve yolda dönerlerken general ile subayın konuşmalarına şahit olurlar. Burada askerlerin katır yerine konulduklarını, askerlere ölü gözüyle bakıldığını duyarlar. Bu kısım eserde çok hızlı bir şekilde geçer ve okuyucuda bir şok etkisi yaratır. Bu da aslında eserin realistik, natüralist yapısı ile alakalıdır.


Kısacası Stephen Crane’in 24 yaşında yazdığı, yazı dili günlük dilin doğallığına yakın olan, sürü psikolojisini içeren, imgelerin önemli olduğu, doğanın ne olursa olsun kendi halinde olduğu ve insanı umursamadığı bu eserde yazar iç savaşı bizlere her ne kadar kendisi savaş yıllarında yaşamamış olsa bile en etkili biçimde aktarmayı başarmıştır. Amerikan İç Savaşı’nı askerlerin yaşadığı içsel dönüşümlerden bizlere yansıtan bu eser, bizlere kuzey-güney çatışması gibi genel konuların yanı sıra farklı bir bakış açısı sağlamıştır.