Wes Anderson’dan şahsına münhasır bir film daha. Sinema dünyası ile az da olsa ilişkisi olan biri filmin Anderson’ın ellerinden çıktığını hemen anlar. Onun, filmlerinde büyülü gerçekliği işleyiş tarzı muhteşem zevkler yaşatıyor bize. 39 dakika süren bu mükemmel live – action öyküsünü herkes deneyimlemeli.


Film iç içe geçmiş 3 hikâyeden oluşuyor. Hikâyelerin katmanları derinleştikçe fantastik öğeler de artıyor. İlk hikâye yazarın anlatımından oluşuyor. İkinci hikâye filmin merkezini oluşturuyor ve olayların çoğunluğu burada geçiyor. Üçüncü hikâye, ikinci hikâyedeki kahramanımızın tesadüfen bulduğu bir anı defterinde geçen bir başka hikâye. Hikâyeler önce baştan sona sonra sondan başa doğru ilerliyor.


Filmi izlerken aynı zamanda hikâye okuyormuş hissi hep sizinle. Çünkü oyuncular hikâyeyi hem oynuyor hem de anlatıyor. Örneğin oyuncu ekrana bakarak ‘Nasıl? Diye sordum’ deyip sonra ‘nasıl’ diye soruyor. Bir bakıma sesli ve görüntülü bir hikâye okuyorsunuz.


Oyuncunun direk ekrana bakıp izleyici ile empati kurması çok ekstrem durumlarda kullanılan bir tekniktir. Filmde ise bütün oyuncular hikâyeyi ekrana bakarak anlatıyor. Yine oyuncular bazı sahnelerde dekorları ekranın üst tarafından ya da yandan kaydırmak suretiyle kendileri hazırlıyor. Bu orijinal çekim teknikleri sinemada az rastlanır türdendir.


Film bir Roald Dahl hikayesi. Sinemada Anderson ne ise edebiyatta Dahl odur. Her ikisi de büyülü gerçekliğin başarılı temsilcileri. Dolayısı ile sinema ile edebiyatın muhteşem buluşması olmuş bir film var karşımızda.


Filmin konusuna girip ve daha fazla detay verip tat kaçırmak istemiyorum. Sinema seven herkesin kendisinin deneyimlemesi gereken bir film. Filmin, detayları kaçırmamak adına Türkçe dublaj ve altyazılı olmak üzere iki kere izlenmesi gerektiği kanısındayım.