Rahatsız eden, düşündüren, düşündürdüğü onca şeyle yeniden rahatsız eden, öyle bir kaygısı olmamasına rağmen empatiye zorlayan fakat bunu bariz bir şekilde yapmayan bir film The Whale (Balina). Bir yandan duygusallık yaratıp diğer yandan o duyguları insanın içinden söküp çıkaran, ‘kusur’ olandan nefret ettiren ve aynı zamanda kusur olanı kusur olmaktan çıkaran bir film! 

Üzerine tartışma yürütmeye mahal vermeyecek şekilde insanı rahatsız eden bir yanı var ve benzeri bazı filmlerdeki gibi filmi izledikten düşündürmeye başlamıyor, bunu geçişleri birbirine güçlü bağlarla bağlanmış tüm sahnelerinde sürekli olarak yapıyor. Giderek bozulan, obez haliyle ciddi bir ‘görüntü kirliliği’ yaratan Charlie’nin duygu geçişlerine şahit olduğumuzda empati ile mide bulantısı arasında mekik dokurken buluyoruz kendimizi ve bunaltıcı bir şekilde ilerleyen filmin kendi zamanında deyim yerindeyse Charlie’nin ‘bozulmasında’ debeleniyoruz. 

Filme ilişkin olarak yapılan yorumların aksine bu filmde bize Charlie’nin fiziksel ve ruhsal haline sempati duymamız dayatılmıyor. Bu film bir durumu olduğu gibi ortaya koyuyor ve biz filmi bizdeki duygu geçişleri üzerinden okuyoruz yalnızca. Yönetmen Darren Aronofsky’nin çekmiş olduğu ve ses getiren tüm filmlerini değerlendirdiğimizde bunu daha iyi anlıyoruz çünkü Aronofsky filmlerinde çoğu diğer yönetmenler gibi bizi kendi hissetmek istediklerine çekmekten ziyade herhangi bir kaygı gütmeden durum bildirimi yapıyor yalnızca. Diğer filmleri gibi The Whale (Balina) filmini başarılı kılan en temel argüman da bu olmalı…

Film, eşcinsel olan Charlie’nin öğrencisi ile yaşadığı ilişkinin aşka dönüşmesi sonucunda eşi ve kızından uzaklaşmasını ve sevdiği adamın ölümü üzerine hayattan kopuşunu, giderek ölüme yaklaşması üzerine duyduğu vicdan azabını ve bunun sonucunda kendini kızına affettirmek istemesini konu alıyor. Başlarda şişman, obezite hastalığına yakalanmış, bu görüntüden rahatsız olduğu için bütün yaşamı kendi evine sıkışmış olan bir üniversite hocası olarak karşımıza çıkıyor Charlie. Aynı zamanda üniversitede online olarak yazarlık eğitimi veriyor ve öğrencilerinin tamamının kamerası açıkken kendi kamerası sürekli olarak ‘arızadan dolayı’ kapalı. 

The Whale, evin içinde sürekli bir akış olduğundan bunu pek fazla hissettirmese de aslında iyi bir tek mekân filmi. Charlie’nin dışarı açılmasını -belki istemsizce de olsa- sağlayan birkaç misafiri ve verdiği dersler olmasa bir mezarın içerisinde olduğu dahi kabul edilebilir. Aslında Charlie, sevdiği adam öldüğünden beri toplumun ahlaki değer yargıları üzerine düşünüp günden güne mezara daha fazla gömülmüş durumda. Ve biz film boyunca aslında Charlie’nin içsel mezarında olan biten onca şeye tanıklık ediyoruz. Yaşam ile ölüm arasında cereyan eden o savaş aslında ibreyi ölüme çoktan çevirmiş fakat bir şekilde biyolojik bir varlık olarak Charlie’nin yüzlerce kiloluk bedeninde kendisini sürdürüyor. Ara sıra aksıyor, ara ara kendisini bir kalp rahatsızlığı ya da nefes darlığı olarak ciddi biçimde hissettirse de biz Charlie’nin kıvranışlarından zamanının az kaldığını ancak henüz ölmemesi gerektiğini anlıyoruz. Charlie kendi sorunlar dünyasında debeleniyor. Ve biz bunu izlerken hayatımızın her alanında bu debelenmeden payımıza düşeni topluyoruz. 


Buradan sonrası için yoğun spoiler uyarısı verelim. Filmi izlememiş olanları sahnenin dışına alalım…

Filmin kurgusu tek bir hikâye üzerinden şekilleniyor gibi görünse de Charlie etrafında ara ara beliren, yer kaplayan, sonra yine kaybolan ve zamanı gelince yeniden beliren karakterler üzerinden aslında Charlie’yi merkeze alıyor gibi görünen birçok hikâyeye tanıklık ediyoruz. Filmin başında bölüntülere ayrılmış ekranlarda öğrencilerin açık kameralarını izlerken ortada yayın yapan, yazarlık dersi veren Charlie’nin kamerası karartılmış durumda. Laptop’ın kamerasının bozuk olduğunu söylüyor ve daha başından itibaren Charlie merkezli karanlık bir hikâyenin içerisine çekileceğimizi anlıyoruz. Bu karartının nedeninin Charlie’nin hikâyeyi dramatize etmesiyle mi yoksa hakikaten toplumun bakış açısına göre mi karanlık olduğunu film ilerledikçe anlamaya başlıyoruz. 

Kamera merkeze, Instructor yazan karanlık kareye doğru ilerliyor ve öğrencilerin görüntüleriyle birlikte hikayeleri de gözden kayboluyor ve ekranı Charlie’nin görüntüsünü imgeleyen bir karanlık kaplıyor. Bu sırada yalnızca Charlie’nin sesini dinliyoruz. Öğrencilerinin yazdığı denemeleri ne kadar gözden geçirirlerse o kadar iyi olacağını belirtiyor ve “ne kadar çok değiştirirseniz, düşüncelerinizi ve fikirlerinizi daha açık ve ikna edici bir şekilde ifade etme şansınız da o kadar artar” diyor. Bütün bir film boyunca Charlie’nin bunu kendi hayatından ders çıkararak öğrencilerine nasihat etmesine rağmen kendisinin nasıl uygulamadığına şahit oluyoruz. Charlie hiçbir şekilde değişkenler gözetmeksizin her gün aynı girdabın içinde olaya farklı açılardan bakmadan debelenip duruyor… Yediği yiyeceklerden her gün verdiği pizza siparişlerine kadar hepsi hayatının belli bir döneminden sonra yaşadığı bir sabitlenme, akışın durması hali… Yalnızca bunlarda değil, insani değerlerinin yükseldiğini gösteren kuşlara yem verme sahnesinde de de bu durum böyle. Bir biçimde penceresinin önünde sürekli olarak bulundurduğu tabak ve filmin sonunda ölüme yaklaşırken bu tabağın kırılmasının bir imge olarak kullanılması hepsi bize bir hikâyenin kırık dökük parçalarını anlatıyor. 

Sonraki sahnede Charlie’yi bir Gay pornosu izleyip mastürbasyon yaparken görüyoruz. Bu aynı zamanda hikayesinin de ilk ipucu oluyor. Ve Charlie’nin hikayesini belirleyen küçük hikayeler filmin diğer karakterleriyle birlikte bizi beslemeye başlıyor. Charlie porno izlerken rahatsızlanıyor ve bu sırada penceresinin önünden bir sureti gölge halinde geçerken görüyoruz. Bu yalnızca birinin geldiğine işaret değil. Bu aynı zamanda Charlie için sevgilisi öldüğünden beri insanların nasıl gölge haline dönüştüğüne de bir işaret. Charlie o kadar kendi içine gömülmüş ki toplumdan uzak kalabildiği kadar uzaklaşmış. Bulunduğu evin dağınıklığı ve dizayn ediliş şekli, eşyaların konulduğu yer bir bütünen ele alındığında buranın tamamen Charlie’nin dünyasına dönüştüğünü anlatıyor ve hatta algılarımız bize Charlie’nin dünyasının kötü koktuğunu da dayatıyor ve bu bir görüntüden ibaret olmasına rağmen biz evin kokusunu aldığımız hissine de kapılıyoruz. Bu ev Charlie’nin kendisini içine gömdüğü bir mezarlık ve bu mezarlığın dışında kalan her şey oraya yabancı. İnsanların tamamı da buna dahil… O yüzden filmin akışında aynı pencerede defalarca kez gölge ya da suret halinde insan görüp duruyoruz ve suret ya da gölge aslında tam anlamıyla bir insan değildir çünkü form olarak eksikleri vardır. Charlie’nin içinde bulunduğu durum değerlendirilince insanlara böyle bakıyor olmasına çok ihtimal veremesek de aslında sürekli olarak o pencerede görünen karartılar Charlie’nin içine gömüldüğü durumda kendisini anlatan tasvirler sadece… Aronofsky burada üşenmeden tamamıyla ortalama bir karakter olan ve toplumsal bakışın izdüşümü olarak ele alabileceğimiz pizzacı karakterini de filme güzelce yedirmiştir. Film boyunca pencerede yalnızca gölge olarak gördüğümüz pizzacı geliş gidişleri sırasında bir şekilde filmin hikayesine dahil olmak ister. Merakı ve iletişim kurma isteği ön plana çıkar. Filmin sonlarında Charlie’nin bedenini gördüğünde yüzünde beliren ifade aslında tekil bir ifade değil ortalama bir insanın yani aynı zamanda filmi izleyenin bakış açısıdır.

Charlie ölüme yaklaştığını düşündüğü her an hemen yanı başından bir tomar kâğıdı alıp okumaya başlıyor. Ve biz bu kâğıtta yazılanların biri tarafından Herman Melville’in Moby Dick kitabına yapılan yorum olduğunu anlıyoruz. Ve şu satırlar film içerisinde defalarca kez tekrarlanıyor; 

“Bu balinayı öldürürse hayatının iyi olacağını düşünüyor ama gerçekte bunun ona hiç faydası olmayacak.”

Bu satırları okurken içeri bir karakterle birlikte yeni bir hikâye de giriyor. Bu hikâye aynı zamanda bir kurtarıcının da hikâyesi. Ancak burada genel kurtarıcı hikayelerinden farklı bir durum var ki o da kurtarılması gerekenin kurtulmak gibi bir telaşının olmaması. Çünkü o, içine girdiği girdapla ilgili bize herhangi bir ipucu vermiyor. Bir şekilde acı çektiği anlaşılıyor fakat olan bitene kader gözüyle mi baktığı yoksa ‘kendim ettim kendim buldum’ havasında mı olduğu bir muamma. Yalnızca ortada çekilen bir vicdan azabı var ve bu vicdan azabı eşcinsel tercihlerinden ya da aşk nesnesinden dolayı değil. 

Filmde bir şeyleri affetmesi gereken tek kişi Charlie’nin kızı Ellie ve Charlie ölümün soluğunu ensesinde hissettikçe kızını kazanarak vicdan azabından sıyrılmaya çalışacağının farkında! Böyle bir anda karanlık mekânın kapısı açıldığında içerde olanın bakış açısına göre kapıdan içeri yüzüne yansıyan bir ışık süzülür ve bu izleyicide de ferahlama etkisi yaratır. Fakat film boyunca o kapı kaç sefer açılıp kapanmasına rağmen ilk sahnedeki kadar az ışık içeri hiçbir zaman girmemiştir. Charlie’nin o daralmış anında kapının açılması Charlie için bir ferahlamaya neden olmalıyken açılan kapının ardında kasvetli bir hava görünüyor ve içeri dini yaymakla görevli bir misyoner olan Thomas (kendini kurtarıcı olarak görenlerden) giriyor. 

Filmin senaryosu aslında bir oyun senaryosu. Onu okuma şansım olmadı fakat Aronofsky’nin Mother, The Fountain, Requiem For a Dream, Pi ve hatta Black Swan gibi filmlerinden dine yaklaşımını az çok bildiğim için bu sahnenin orijinal senaryosunda böyle betimlenmemiş olduğu kanaatindeyim ve burada Aronofsky yine mucizevi yönetmen dokunuşlarından birini gerçekleştirmiş. Bu sahneyle birlikte Charlie’nin sorununun din ya da maneviyatla çözülebilecek bir sorun olmadığını anlıyoruz çünkü misyoner Thomas içeri girdiğinde mekânda hiçbir rahatlama belirtisi olmadığı gibi, içeri giren ışık miktarı artmıyor, Charlie’nin rahatsızlığında bir gerileme, nefes alışverişlerinde bir düzelme gerçekleşmiyor. Charlie’nin ihtiyaç duyduğu şey dinin getireceği maneviyattan çok daha sahici ve direkt olarak o yaşama dokunan bir şey. Belki o an kapıdan tek dostu ve görece sağlıklı iletişim kurabildiği Liz girse durum farklı olacak. 

Aronofsky bu sahneyle birlikte bence dünyevi olanı uzakta olanın çok daha önüne koymuş oluyor. Thomas karakteriyle birlikte filme insanlık tarihinde en etkili argümanlardan biri olan din de dahil oluyor fakat filmin akışında din hemen hemen hiçbir soruna çözüm getirmiyor. Aksine bu iletişim biçiminde biraz iyileşen, düzelen Thomas’ın kendisi, yani din oluyor. Buradan yönetmenin dine düzeltilmesi gereken bir durum olarak baktığını çıkarmak mümkün ve bunu da kısmen hastalıklı denebilecek Thomas karakteri üzerinden yapıyor. Bunu bir genelleme olarak kabul edebilir miyiz bilemem ama yönetmene göre hepsini toplayınca ortaya böyle bir ‘makul’ çıkıyor gibi görünüyor.

Sonrasında Liz karakteri çıkıyor sahneye… Charlie’nin yıllar önce ölen sevdiği adamın, Alan’ın kız kardeşi. Koşulsuzca Charlie’nin sorunlarıyla ilgilenen ve filmde onunla sahici bir bağ kuran tek kişi. Aronofsky din üzerinden bıraktığı ne kadar boşluk varsa sahici olarak lanse ettiği bir dostluk ilişkisi üzerinden tamamlamış gibi görünüyor ve sorunların öte dünya ile bağını Liz ve Charlie’nin arkadaşlık ilişkisi üzerinden neredeyse tamamen silip atıyor. Aronofsky, Thomas -ya da Hıristiyanlık- üzerinden kapı açılış sahnelerinde esirgediği ışığı bir dostluk ilişkisinde esirgemiyor ve Liz o kapıdan içeri her girdiğinde beraberinde ışığı da getiriyor. Bu ilişkinin nedenlerini çok fazla irdelemiyoruz film boyunca. Fakat genelde şekillenen algımız bize bunun pragmatist bir ilişki olabileceğini fısıldıyor çünkü Liz ve Charlie’nin ortak noktası yaşamını yitiren Alan. Charlie, Liz için, Liz de Charlie için değer verdikleri varlıktan, yani Alan’dan geriye kalan konumunda ve bunun bağlarını güçlendirmiş olma ihtimalleri yüksek fakat aralarında cereyan eden simbiyotik ilişkinin bunu aşan bir durum olduğunu da hissettiren bir yanı var çünkü özellikle Liz, Charlie’nin hemen hemen tüm ihtiyaçlarıyla ilgilenmek istiyor ve bunu karşılıksız bir biçimde yapıyor…

Alan’ın fiziki olmadan da olsa filme girişi bir başka hikâyeyi de Charlie’nin hikayesinin çeperine sokuyor. Alan’ın özellikle din, ahlak ve toplumun baskısıyla intihar ettiğini anlıyoruz ve aklımıza özellikle benzeri nedenlerden dolayı intihar eden, ya da bir güruh tarafından yalnızca tercihlerinden dolayı vahşice katledilen çok fazla insan ve hikâyeyi de getiriyor. The Whale (Balina) aslında sorunları gözümüze sokmak için çekilmiş tıkış tıkış bir film değil fakat buna rağmen içimizde birçok soruna karşı yaklaşım belirliyor ve belirlediği yaklaşım üzerinden kendimizi sorgulamamızı da sağlıyor. 

Alan, intihar ettiği zaman neredeyse Anoreksiya rahatsızlığına kapılmış gibi aşırı zayıf bir şekilde ölüyor. Buna karşın onunla güçlü bir gönül bağı kurmuş olan Charlie’nin kendini öldürme metodu onun tam tersi. Şişmanladıkça şişmanlıyor ve neredeyse bir balina formuna kavuşuyor. Burada oluşan çirkinlik ve mide bulantısının Charlie’nin toplumla uzlaşmayan ‘hastalıklı’ duygularından değil toplumun bu konuya bakış açısından kaynaklandığına inanıyorum nedense. Charlie’nin yaptığı şeye büyük bir eylem yakıştırması yapılabilir pek ala. Toplumun bakış açısını topluma göstermek için kendi bedeninin deformasyonunu sağlıyor ve aslında bize ‘bakın, sizin Alan’ın ölümüne neden olan bakış açınız, erkek egemen ideolojiniz ve fikirleriniz benim bedenimde form bularak ölüme doğru sürükleniyor’ diyor. Yani filmde formu bozuk olan, giderek ölümü andıran, tek mekânın boğuculuğuna sıkıştırılan, kokan ve sapır sapır dökülen o katramsı şey Charlie’nin bedeni değil, oluşturulan yapay ahlâka dayalı onca kötü fikir… Alan’ın hikayesi Liz’in anlatımları üzerinden şekillendikçe bu daha iyi anlaşılır bir duruma geliyor. Sanıldığının aksine ben Charlie’nin görünüşünden dolayı aşağılık kompleksine kapılmış olduğuna inanmak istemiyorum. Çünkü Charlie’nin dönüştüğü şey esas benliğinden ziyade Alan’ın ölümüne neden olan toplumsal bakış açısının bir tezahürü. Film boyunca sürekli olarak kendini tekrarlayan ve özellikle Liz ve kızı Ellie’ye karşı kullandığı “çok üzgünüm, beni affet” cümleleri Charlie’nin kendinde toplumu dile getirmesidir. Dolayısıyla bunu bir temenni olarak da kabul edebiliriz. Charlie esasen giderek iğrenç bir biçime dönüşen toplumsal bakış açısından üzgün olmasını ve af dilemesini beklemektedir. Ara ara sorduğu “beni iğrenç buluyor musun?” söylemi ve öğrencilerine görüntüsünü göstermemesi, fazla dışarı çıkmaması da bunu destekleyebilir…

Toplumun bakış açısı ilerleyen sahnelerde misyoner Thomas tarafından yüksek sesle dile geliyor ve filmin tırmandığı sahnelerden biri şekilleniyor. Thomas Charlie’ye içinde bulunduğu durumun onun sapkın duygularından kaynaklandığını ve günah çıkarırsa tanrı tarafından iyileşebileceğini haykırıyor fakat Charlie hiç oralı değildir. Çünkü Charlie Alan’a karşı olan duygularının farkındadır ve bunu Thomas’ın dar bakış açısıyla anlamasını da beklemez. Aronofsky bunu film boyunca çok vurgular aslında. Örneğin Charlie parası olmasına rağmen tedavi olmak istemez. Bu parayı kızının geleceği için kullanmak istemesinin bunda payı vardır fakat esas pay Charlie’nin hasta olduğunu düşünmemesidir. Buradan deforme olan fiziğine ve yaşadığı yaşama rağmen Charlie’nin Alan’a göre daha sağlam durduğunu da görmek gerekir. Alan’ın öldüren nedenle Charlie’yi her gün adım adım ölüme götüren neden birbirinden çok farklıdır. Alan’ı zayıflatıp ölümüne neden olan aslında Alan’ın kendi duygularıyla toplumun ‘ahlaki’ değerleri arasında doğru ve yanlışı seçemiyor olmanın buhranıdır. Alan toplumun ‘ahlaki’ değerlerinin doğruluğundan da kendi duygularının doğruluğundan da emin olamamaktadır. Ve bu araf hali aynı zamanda ölüm demektir. Oysa Charlie’nin duygularında bir kusur gördüğüne dair herhangi bir emare film boyunca gözümüze çarpmaz. Charlie doğru olanı zihninde netleştirmiştir ve esas hastalıklı olanın bu aşka izin vermeyen güruhun fikirlerinin olduğunu anlamıştır ve kendi bedeniyle bu fikriyatı ete kemiğe büründürür ve hastalığı gözümüzün içine sokar. Charlie her anlamda aslında filmdeki en tutarlı karakterdir. Filmin içinde iniş çıkışları doğru olan ile yanlış olanı birbirine karıştırmasından değil insan olduğunu sürekli olarak hatırlamasındandır.

Burada Alan’ın hikayesi geniş ölçekte daha büyük bir önem kazanıyor. Çünkü Alan da Thomas gibi dindar bir ailenin çocuğu ve Yeni Yaşam adı verilen misyonerliğin bir parçası. Babasının onun için tahayyül ettiği yaşam da tamamen bu doğrultuda yürümesi üzerinden şekilleniyor. Hayatını kurması için ona birini de bulup hiç tanımadığı biriyle evlilik planlaması da yapıyor. Fakat bu akışta beklemedik bir durum bütün planları bozuyor. Alan, Charlie’ye aşık oluyor ve kafasında farklı bir yaşamın tasavvuru beliriyor. Charlie ile yaşamaya başlıyor fakat dinin etkisi o kadar güçlü ki bir türlü bundan sıyrılamıyor. Abisi olan Alan’ın hikayesini Thomas’a anlatırken Liz şöyle bir cümle kuruyor; 

“Tüm bu dini şeyleri aşabileceğini düşünmüştüm ama kanser gibiydi.” 

Aslında bu cümle aynı zamanda Aronofsky’nin yaklaşımını da açık etmiş oluyor. Bu hikâyede Aronofsky kendisini Liz karakteri üzerinden daha belirgin bir şekilde yansıtmış mı diye düşünmedim değil. Çünkü Liz, abisi Alan gibi dine meraklı, kiliseye giden ve hatta o ritüelleri belirleyen konumda değil. Bu yüzden Liz üzerinden yarattığı karakter zayıf Alan’ın aksine bir hayli güçlü ve yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı güçlü olduğunu düşündüğüm Charlie karakteriyle kurduğu sıkı dostluk zaten kaçınılmaz bir hal alıyor. Liz ile Charlie’nin dostluğu aynı zamanda kısmi bir ‘ötekiler’ koalisyonu gibi. Dindar bir ailede doğup büyüyen ancak dindar olmayan, hatta dine karşı ciddi anlamda mesafeli olan, aynı zamanda toplumun ‘doğal ötekisi’ olan Liz karakteriyle erkek formunun dışına taşarak bir öteki haline gelen Charlie’nin eril zihniyet karşısında doğal olarak bir dostluk yoluyla kurmuş olduğu bir koalisyon…

Yalnızca bu filmde insana dair olan birçok özellik değerlendirilebilir fakat en büyük eksiği, amaç sorunsalı… Amaç da filme Charlie’nin kızı olan Ellie karakteri üzerinden eklemlenmiş. Birçok eksik yan Ellie karakteriyle tamamlanmaya çalışılıyor fakat filmde en zayıf kalan karakterin de Ellie olduğu kanısındayım. Özellikle yetim büyüyen bir çocuğunun psikolojik alt yapısının çözümlenmesi birçok filme konu olmuştur ve buna ilişkin güçlü değerlendirmeler de var. Fakat Ellie karakteri bu anlamda zayıf kalmış ve fazla ajite bir karakter. Diğer karakterlerde incelikli işlenen özellikler Ellie’de çok yüzeysel. Bu yüzeysellik anlatım derinliğinin kaybolmasından ileri geliyor çünkü diğer karakterlerdeki sanatsal aktarım Ellie’de yok. Fakat bu yaramaz kız çocuğu filmdeki hikâyenin tamamlanması konusunda önemli bir yeri de kapsıyor. Aşk üzerinden bütün her şeyini kaybettiğini düşünen bir babanın elinde ölmeden önce yerine getirilmesi gereken bir misyon olarak karşımıza çıkıyor. Bu Ellie’yi filmde hikayesi en zayıf karakter haline getirse de senaryonun tamamlayıcılığında önemli bir görevi üstlenmiş oluyor. İnsan amaçsız yaşayabilir mi sorusunu ön plana çıkarıyor. Bu karakter üzerinden Charlie’nin psikolojisine dair güçlü çıkarımlarda bulunmamız da olası ancak Ellie, Charlie’nin ölmeden önce tek amacı haline geliyor ve bu amaç gerçekleşmezse hikâye birçok boyutuyla eksik kalacak.

Charlie, Alan’a ilgi duymaktan pişman değil. Ona delicesine bağlanmaktan, âşık olmaktan ve onunla yaşamak istediğinden de pişman değil. Hatta eşiyle yaptığı evliliğin yalnızca çocuk sahibi olmak için olduğu vurgusu filmde ön plana çıkıyor ve bu yüzden bir eşcinsel olduğu halde heteroseksüel bir ilişki yaşamış olmaktan da hiç pişman değil. Ellie gibi bir kıza sahip olmaktan, Ellie’nin karakter şekillenmesinden de pişman değil ve film boyunca Ellie’nin olumsuz gibi görünen bazı özelliklerini dahi bir şekilde olumluya evriltiyor. Charlie, sadece kızının yanında bulunmamış olmaktan dolayı pişman ve tereddütsüz bir şekilde ölüme giderken yaşamında kılçık gibi duran da bu oluyor ve bunu ölmeden önce gerçekleştirmesi gereken bir amaç olarak önüne koyuyor. Ellie’nin öfkesi, saygısızlığı, sevgisizliğini umursamıyor ve bir şekilde onu kazanması gerektiğini hissediyor. Aslında o Ellie’yi hiç unutmayıp hep onunla yaşamış fakat bunu onun da anlamasını istiyor. Ölüm anına her yaklaştığında okuduğu metnin aslında Ellie’nin geçmiş dönemde yazdığı bir ödev olduğunu anladığımızda bu duygu bize de geçiyor ve durumun vahametini de anlamış oluyoruz. Charlie’nin Ellie’ye düşsel sarılışı insanların dine bağlılığından çok daha güçlü bir bağı doğurabilmiş midir? Filmin sonundaki mizansen bize bunu anlatıyor. Daha önce Ellie’nin babasının ona sevgisinin ispatı olarak istediği fakat babasının başaramadığı destek olmadan yürüme meselesi burada gerçekleşiyor ve Charlie yürüteci olmadan kızına doğru yürümeyi başarıyor. Ve Ellie’nin ağzından ‘baba’ kelimesi ilk olarak burada çıkıyor. Charlie hayattaki en büyük misyonunu yerine getirmiş oluyor ve ışıklar içinde cennet tasviri bir yükselişin içerisine giriyor. Bence bu sahnenin basitliği filmin muazzam akışına gölge düşürecek cinsten fakat kötü bir final olarak da kabul edilemez. Uyandırdığı duygular açısından da bunu belirtmek gerekir. 

Moby Dick kitabında bir bacağını kaybetmesine neden olduğundan dolayı kaptan Ahab’ın bitmek tükenmek bilmeyen bir intikam hırsıyla öldürmek istediği dev bir beyaz balinanın hikayesi anlatılır. Bacağını kaybettiği andan itibaren Moby Dick Ahab’a göre dünyadaki bütün iğrençliğin, kötülüğün sembolüdür. Kaptan Ahab kafasına yerleşmiş olan intikam düşüncesine bir grup insanı da dahil ederek onları da bu maceraya sürükler. Ahab’ın duyguları o kadar geçişkendir ki bir süre sonra bu amaç gemide yer alan herkesin amacı haline gelmiştir ve sorgusuz bir şekilde inanılan düşüncenin ardından ancak bir sürüklenme gelişebilir. Kitabı okurken kendimizi bir taraf gibi hissederiz ve belki bazılarımız Ahab’ın yanında da saf tutmuştur. Filmin isminin Balina olmasının ve Moby Dick’in hikayesinin de filme girmesinin nedenleri şimdi daha iyi anlaşılabilir hale geliyor. Ahab bir duygunun seline kapılan bir düşünceyi temsil ediyor ve mızraklarının ucunda can verecek olan balina bu fikrin yanında küçücük hale geliyor. Toplum olarak lincine yöneldiğimiz onca şeyi daha fazla düşünürsek Charlie ile empati yapma ihtiyacımız da doğacaktır… Hiç bıkmadan usanmadan, bir düşünceye, adına ahlak dediğimiz görünmez kurallara dayanarak mızraklarımızı salladığımız ‘öteki’ içerisinde bizim canımız da taşınıyordur belki de…

Her öteki biraz da benim aslında!