Otobüsten iner inmez koşar adımlarla curcuna içindeki amfinin kapısını açtım. Arka sıralarda bir yer tutup fakültemdeki ilk dersimi beklemeye koyuldum. Herkes kendi arasında kaynaşmış ve bu bölümü seçmekteki gayelerini birbirine anlatmakla meşguldü. Anlık bir aydınlanmayla bu bölümü seçmemin aslında benim şahsi tercihim olmadığını hatırladım. Evet pek de gönüllü değildim bu bölümü yazma hususunda. Esasında kararsızlıklar paradoksunda debelenirken biraz da çevrenin manipülatif söylemleriyle karar kılmıştım lakin pek de içime sinen bir tercih olmamıştı. Hasılıkelam şimdi bunları düşünmek için artık hayli geçti. Zira olan olmuş artık “hukuk” fakültesinden içeri girilmişti. Tam amfide kulak kabarttığım sohbetlerden karakter analizi yapmaya koyulmuştum ki, kürsüde hocamız belirdi. Kısa bir kendini tanıtımın akabinde ilk konumuzu işlemeye başladı ve ben o an buranın hukuk fakültesi olduğunu ve buradan çıkışın olmadığını anladım. Zira yazılım dili öğrenmek kadar zordu hukukun dili, henüz ilk dersten mezuniyet telaşesi hasıl olmuştu derken ilk ders bitti. Ders arasında disleksi olan Ozzy Osbourne’ün hikayesi geldi aklıma ve şu an benim Ozzy gibi hissetmememe olanak yoktu. İlk dersin birkaç kelimesini idrak edebilmiştim yalnızca. Hukuk serüvenimin ilk gününü tamamladım ve eve koyuldum…

  

Dışarı çıkarken fakültenin girişindeki heykel dikkatimi çekmişti, adına Themis denilen körebe gibi gözleri bağlı, bir elinde terazi ve diğer elinde ise kılıç olan o kadın. Biraz kurcaladıktan sonra öğrendim ki Themis, Yunan mitolojisinde adalet tanrıçası demekti. Elindeki terazinin kefeleri boştu, bu, adaletin dengeli şekilde dağıtıldığını göstermekte ve elindeki kılıç ise adaletin keskin gücünü sembolize etmekteydi. Gözlerinin bağlı olması ise karar alma hususundaki tarafsızlığını simgelemekteydi. Themis’in öyküsündeki bu derinlik dahi bölümüme ilişkin kaygımı dindirememişti. Hocaların çalışmamız gerektiğine dair söylemleri, amfide ön sıralarda kombinesi olanların hırsı ve fotokopicide derlenen notların Everest'le olan yarışı… Sanki hepsi el birliği yapmış ve diplomamı, karganın ağzından peynir kapan tilki misali alıp kaçacaklarmış gibi geliyordu. Derken vizeler geldi, finaller geçti. Bütünlemeler ve yaz okullarıyla tanışıldı. Paket paket stoklanan abur cuburlar, kahve ve çay lekeli ezberlenen notlar, verilen emeğin, çekilen tonla ceremenin yer yer karşılığını görememeler… Ama en nihayetinde 2 ay gecikmeli de olsa erişilen mezuniyet ve çerçeveletilen diploma…

    

Evet bu yazımı sizlerle mezun olmuş, stajını bitirmiş ve ruhsatın sancılı bekleyiş döneminde çiçeği burnunda bir avukat adayı olarak paylaşıyorum. Gerek fakülteyi gerekse de mesleğin pratik hayatını yerinde teneffüs etmiş biri olarak ele almak istedim bu konuyu. Şimdi kıdemli ve deneyimli meslektaşlarımın affına sığınarak biraz cüretkar olacağım bu satırların devamında. Kabul etmeliyim ki fakülteye girer girmez belli bir idealim yoktu lakin ilk haftanın ardından bu mesleği yalnızca idealist insanların icra etmesi gerektiğine kanaat getirdim. Ve kendimce Türk adalet sisteminin artı ve eksilerini listeledim. Gayem elimden geldiğince Türk adalet sisteminin işleyişine yardımcı olmak ve adaletin tesisi adına payıma düşeni layıkıyla ifa etmekti. Fakülte hayatım boyunca ne zaman tökezlesem veyahut da çalışma düzenim ne zaman bozulsa kendime ideallerimi hatırlatıp hayallerimle motive oldum. Bir şeyleri değiştirebileceğime dair inancım beni diri tuttu ve en nihayetinde sınırdan da olsa mezun oldum. Hayatımın bu evresi artık benim için bir kırılma noktasıydı adeta. Zira bu evre 16 yıllık eğitim hayatımın sonu ve aynı zamanda meslek hayatımın başlangıcıydı.

  

Kafamda stajyerlik dönemimi üç aşağı beş yukarı tasarlamıştım, ilkelerime zeval vermeyecek ve idealime halel getirmeyecek biçimde mesleğin etik ilkelerine bağlı kalacaktım. Hatalarım ve yanılgılarım beni yolumdan etmeyecek elimden geleni ardına koymayacaktım. Enaniyeti bir kenara bırakacağımı ve tüm eforumu kendimi geliştirmek uğruna sarf edeceğimi telkin edip durdum kendime. Derken meslek hayatımın ilk kırılma noktası gerçekleşti, gerçeklerle tanışma safhası… Çömez bir stajyerken dava açmak için gönderildiğim adliyede sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Ofiste dava açmakla ilgili her husus bana anlatılmıştı halbuki… Gene de adliyeye girer girmez tüm ön bürolar birbirine girmiş, suret harcı, baro pulu, dava harcı, dava dilekçesi taratma hepsi kafada çorba olmuştu. O gün bırakın ideallerimi kendimi bile unutmuştum. İlk hengameyi atlatır atlatmaz peşinden diğerleri geldi; dilekçe yazmalar, icra takipleri, eller ayaklar titreyerek girilen duruşmalar, uzlaşılamayan memurlar, izale-i şuyu, anlaşmalı boşanma protokolleri vs. İşte o zaman anladım ki fakültede boğulduğumuz teoriler pratiğe dökülmedikçe bizler çuvallamaya mahkumduk ya da en azından ben. Derken bu işlerde de hatırı sayılır bir tecrübe kazandım ama hâlâ yolun en başındaydım tabii. Meselelere hukukçu perspektifinden bakmak nedir, daha iyi idrak eder oldum. Ve bu da benim çevremdeki insanlardan farklı bir izdüşümünde olmama sebebiyet veriyordu. Mesele hukuk olduğunda hukukçu olmayanlarla uzlaşmam pek mümkün olmuyordu genelde.


Onlar salt Türk adalet sisteminin olumsuzluklarından, ağır aksak işleyişinden dem vuruyorlar, birbiriyle bağıntısız davaları mukayese ediyor ve kendilerince adaleti tesis ediyorlardı. Bense meselelere tarafgir değil objektif ve bağımsız şekilde yaklaşılmasını öngörüyor ve hukukun bir cezalandırma aracı değil amacı ıslah olan bir olgu olduğunu savunuyordum. Öte yandan adalet sisteminin eksikliklerini ve ağır aksak bir işleyişi olduğunu da kabul ediyordum. Lakin bu noktada da tepki yanlış yere yöneltiliyordu. Zira istatistikleri baz alacak olursak Avrupa konseyine üye ülkelerde 100.000 kişiye 12 savcı düşerken ülkemizde aynı sayıda kişiye yalnızca 6 savcı düşüyordu. Ve bu durum hakimler için de pek farklı değildi, her 100.000 kişiye yalnızca 14 hakim düşüyordu. Eğer ki iş yüküne de bakılacak olursa Türkiye’de günlük ortalama olarak ceza mahkemelerinde 9000, hukuk mahkemelerinde 8000 ve idare mahkemelerinde ise yaklaşık 3000 yeni dosya açılıyordu.* Bu durum da ister istemez işleyişin sürekliliğini aksatıyor, pratik manada sorunlar çıkmasına neden oluyor, vatandaşlar için adli süreci çekilmez ve katlanılmaz kılıyor ve en nihayetinde adaletin yerinde ve zamanında tesis edilmesine engel teşkil ediyordu. Yapılması gerekense belliydi, hakim ve savcı alımlarını artırmak ve aynı zamanda atamaları yaparken liyakat esasını baz almaktı. Lakin canım ülkemde her sektörde olduğu gibi torpil, iltimas ve adam kayırma adalet sektörünün de kanayan yarasıydı. Bu irinin kaynağına müdahale edilmediği müddetçe çözüm beklemek akla ve mantığa pek yatkın olmayacaktı. Şeriatın kestiği parmak gene acımayacak zira kangren olan el, acıyı hissedemeyecek ölçüde uyuşacaktı.


Aslında atalarımızın aksine çuvaldızı kendime, iğneyi sizlere batırıyorum. Çünkü hukukun bu denli örselendiği, adil yargılanma hakkının göz ardı edildiği ve masumiyet karinesinin hiçe sayıldığı bu günlerde yeterli mücadeleyi veremeyişimden bir hukukçu olarak sorumluyum. Vatandaşın umutsuzca açmış olduğu Twitter ''hashtag''lerinde girişmiş olduğu adalet mücadelesi bir hukukçu olarak yıpratıyor beni. Bunun doğru yol olmadığını biliyorum lakin adalete güveni kalmamış bir halk da adaletin değil sosyal medyanın gücüne dayanıyor haliyle. O tutuklansın, bu beraat etsin naralarının atıldığı bir dönemde adalet tesis edilsin diyen bir avuç insan kalmış gibiyiz sanki memlekette. Üstelik bu hukuk dışı yöntemlere alet olan meslektaşlarımı görmek de işin cabası. Somut olaydan kopuk, somut bulgulardan ve delillerden bihaber ve tarafı olmadığı dosya hakkında hüküm tesisi çabasında "hukukçular" (!)


Ne olursa olsun enseyi karartmaya gerek yok, dedim ya, fakültede ne zaman tökezleyip düşsem hayallerim elimden tutup beni ayağa kaldırıyor, diye. İşte şimdi de idealist insan merhum Tahir Elçi’nin işkenceye karşı ve adil yargılanma uğruna verdiği mücadeleyi düşünerek tazeliyorum inancımı. Bir diğer yandan da eşi Türkan Elçi’nin sözü geliyor aklıma, “Bir ihtimal eşimin katilini bulursanız sakın ona işkence yapmayın, işkenceye karşı ömrünü adamış birinin katili bile adil yargılanmalı.” Sözümüz söz, ne merhum Elçi’nin mücadelesi sonuçsuz kalacak ne de Themis’in terazisi kırılacak…


*(+90 Orman Kanunları, Sosyal Medyada Adalet Arayışı: “Yasalar Karşısında Bazıları Daha Eşit” adlı videosundan)