Güneş; bilinmeyen yerlerin, bilinmeyen derinliklerinde gözlerini kapatmış, karanlığın son demlerinin keyfini çıkartırken Hamit henüz uyumamıştı bile. Uyumaktan kaçıyordu. Uyku, onun için bir mezardı bu akşam. Evinde son gecesini geçirirken gözlerinin itaatsizlik etmesinden çok korkuyordu. Çünkü sabahın, bir göz açıp kapama kadar yakınında olduğunu biliyordu. Eğer gözlerini kapatmazsa sabah şimdilik çok uzaktaydı. Bu tedirginlikle akreple yelkovanın mücadelesini izlerken yatağında doğrulmuş, yorganını üzerine çekmiş, kapıdan çıkacak “Tık, tık, tık!” sesini bekliyordu. Günün aydınlandığına böyle karar verecekti.
Menemenin kaşarla harmanlanmasının, damağında bıraktığı tadı düşünürken uzunca bir yolculuğa çıkacaktı. Her yutkunduğunda midesi o son lokmayı yiyormuş gibi bayram edecekti. Eğitimi için yurtdışına gidecek olan Hamit, işte bu yüzden gecenin bitmesini istemiyordu. Çünkü sabah olunca gün hemen bitiveriyordu. Tıpkı cebimizdeki parayı harcamaya başladığımız gibi gündüzü de ilk ışıklarından itibaren umarsızca harcamaya başlıyorduk. Duvarın arkasına gizlenmiş pencereden içeri sızmaya çalışan ışıkları hiç görmüyordu. Gün tekrardan geceye devrolsa bile kapının sesini duymadıkça hiçbir sorun yoktu. “Tık, tık, tık!” Sesi duyunca üzerindeki yorganı attı. Yorgan, duvarla yatağın arasına sıkıştı. Üzerini hiç çıkarmamıştı. Kapıya kadar döne döne yürüdü. Odasına son kez bakarken en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmak istemiyordu. Hemen yatağının üstünde, köşede yuvalanmış örümceğe gözü takıldı. “Rahat uyu.” der gibi elini salladı. Üç tam tur attıktan sonra dördüncüye dönüyordu ki kapıya çarptı, düşmeden kapının sapına tutundu. Başı dönüyordu. Midesinden yukarı doğru bir hareketlenme hissetti. Ağzına gelen acı suyun tadı, Güneydoğu gezisinde içtiği kahveyi hatırlattı. Yüzünü buruşturarak birkaç saniye bekledi. O sırada kapı bir daha çalındı: “Tık, tık, tık, tık, tık, tık!”
“Uyanamadın sandım oğlum!” Sesindeki korku, yüzünden okunuyordu. Beyaz bir önlüğe damlamış mürekkep kadar belirgindi damarları.
“Olur mu baba, hazırım bile baksana.” Babasının yüzündeki damarların ve ağzındaki acı tadın kayboluşunu gülerek izledi.
“İyi güzel. Kahvaltı hazır olana kadar seninle bir yere kadar gidip gelelim.”
“Nereye?”
Baba cevap vermedi. Kahvaltıyı hazırlamak için mutfakla sofra arasında gidip gelen eşine, gözlerini uzunca kapatarak baktı. Eşi de aynı şekilde karşılık verdi. Oğlan, bu mesajlaşmadan pek bir şey anlamış gibi görünmüyordu. Kollarını kaldırıp avuç içlerini annesine doğru açarak, “Ne oluyor?” dedi, sessizce. Ama ondan da bir cevap alamadı. Evden çıktıktan sonra hiç konuşmadılar. Varacakları yere kadar göz göze bile gelmediler neredeyse. Baba, kendini yola kaptırmıştı. Hamit ise dün gece uyumamanın verdiği hâlsizliği ufaktan hissediyordu. Şimdi, ailesiyle son saatlerini geçirirken hiç zamanı değildi. Yaklaşık on beş dakikalık bir yolculuktan sonra çıkmaz bir sokağın bahçesine açılan kapının önünde durdular. Sokağa döner dönmez insanı kucaklayan çiçeklerin kokusu, huzur saçıyordu etrafa. Sanki bütün dünyaya mutluluk buradan dağılıyordu. Arabadan indiler. Kahverengi demir kapının her tarafından ağaç dalları fışkırıyordu. Annesine rağmen dışarı çıkmak isteyen haşarı çocuklar gibiydiler. İçeri girerken demir parmaklıkların arasından sarkan gülleri iterek kendine yol açtı.
“Burası neresi baba?” dedi. Kapı, açılırken tezgâhtan aşağı yuvarlanan tencereler gibi gürledi.
“Burası, benim ustamın evi!”
“Senin usta ölmedi miydi?”
İçeri girdiklerinde beton bir yürüyüş yolu, bakımlı bir bahçe, sayamadığı kadar meyve ağacı ve iki katlı ahşap bir bina gördü. Hamit, üst dudağını alt dudağına gömerek başını sallıyordu: “Vay be!” İkinci kez sormasına gerek kalmadan babası konuştu:
“Doğru dedin, ustam öleli yıllar oldu. Buraya daha önce gelmeyi çok istedim ama kısmet bugüneymiş. E tabi sen yıllardır dışarılardasın, gelişin bir rüzgâr gidişin bir rüzgâr.”
“Doğru, birkaç kez adı geçtiydi de öyle kapandı gittiydi, hatırladım şimdi. E peki kim yaşıyor evde? Baya bakımlı buralar baksana.”
“Ustam vefat edeli beş sene oldu. Bir tane kızı vardı. Şimdi o da sanırım İstanbul’da, ne iş yaptığını bilmiyorum. En son cenazesinde görmüştüm. Tabi çıraklık zamanımızda daha sık görürdük orası ayrı. Hep elinde sefer tasıyla gelirdi. Her neyse cenazeden hemen sonra gitti. Hiç durmadı zaten. Buraya da o gün bugün bir daha uğramadı. Aslında hep bekledim biliyor musun? Gözlerini açarak oğluna baktı, gelip de “Burayı sattık!” demesini ama onu bile yapmadı. Babasının malına hiç sahip çıkmadı hiç!” Yüzündeki damarlar yine ortaya çıktı.
Sandalyelerin üzerini elleriyle temizleyip oturmuşlardı. Baba bacaklarını açmış, ellerini birbirine kenetlemiş, oluşturduğu boşluğa doğru eğilmişti. Hamit ise kollarını göğsünde bağlamış, kaşlarını gözlerine yaklaştırmış, hareketsizce dinliyordu.
“Yani bunca şeyi sen mi yaptın? Neden?”
“Bugün sahip olduğum her şeyi bu evin sahibine borçluyum. Sadece ben değil, sen de öylesin! Bugün gönül rahatlığıyla seni gurbet ellere gönderebiliyorsam hepsi -işaret parmağını şekilsiz bir daire çizer gibi bahçenin içinde gezdirdi- ustamın sayesinde. Zamansız ayrıldım ustanın yanından. Hamit, “Daha önce de dinledim.” der gibi başını salladı. Ama yine de babamdan çok yardımcı oldu bana. Takım taklavat ne lazımsa, buldu buluşturdu getirdi. Bunlar yetmedi, kendi dükkânından malzemesini verdi. Sanayide yetiştik diye de edep adap bilmiyoruz sanma. Ustama bir borcum var, ölene kadar da anca öderim zaten.”
Hamit, oturuşunu hiç bozmadı. Babası, konuşmasını bitirince kalktı. Bahçenin içinde dolaşmaya başladı. Ellerini arkadan bağlayıp, gezerken ağaçlara yaklaşıyor; dikkatlice yapraklarına bakıyor, sonra bir diğerine geçiyordu. Hamit oturduğu yerden babasını izliyordu. Bugün, bırak on altı yılı, elli yıl da okusa öğrenemeyeceği çok şeyi öğrenmişti. Yolculuktan hemen önce, sırt çantasına neleri alacağını düşünmeyecekti artık.
Şubat 2021/Taşlıçay