Birbirine karıştığı halde birbirinden bağımsız bir şekilde hissedilen, cinsel birleşmeyi andıran motor ve metal sesleri, ritmik hareketlerin beslediği bir şehvetin ardından yüzden damlayan tere benzeyen koyu kıvamlı motor yağının akışkanlığı ve giderek doruğa ulaşan doygunluk sahnesiyle açılan sekans… Ne anlatacak bu bu film derken başlayan hikâye ve hikâyenin içinde debelenip duran, ara ara istifra etmeye niyetlenen, buna rağmen arayışını bırakmayan, merakla devamını arzulayan bilincimiz.
Aslında sürekli olarak burnumuzun dibinde olan, gördüğümüz fakat yorumlamaktan imtina ettiğimiz ne kadar çarpıklık varsa hepsini gözümüzün önüne seren devam sahneleri... Kuşkusuz, bu filmi izlemek seyir halindeki bir otomobilin camından dışarıya bakmak gibi değil. Bu filmi izlemek seyir halindeki bir otomobilin içindeyken yolun kenarındaki dikenli telleri tutup ellerimizin parçalanmasını seyretmek gibi… Yol kenarında akıp giden görüntüler bilincin içine işlemiyor belki ama bu filmin her karesi zihnimize kazınıyor. Sanıyorum hayatımda izlerken en çok zorlandığım, kıvrandığım, üstesinden gelemeyeceğimi düşünüp yarıda bırakmakla devam etmek arasında en çok ikilemde kaldığım filmdi Titane! Bu film ele aldığı konuları o konuların sertliğinde vermiş ve izlerken aslında rahatsızlık duymamız gereken fakat bir şekilde yumuşatıldığı için rahatsızlık duymadığımız her şeyi konunun sertliğini psikolojimize yedirerek bize sunmuş. İlk defa yaşam içerisinde aşırı rahatsızlık duymam gereken şeylerin zihnime nasıl yumuşatarak aldığımı, bunun o konunun ciddiyetini nasıl zayıflattığını hayretle izledim. Biraz daha somuta indirgeyecek olursak bu film ele aldığı konuları o konunun sertliğine ve rahatsız ediciliğine öylesine denk bir şekilde vermiş ki teorik olarak algılananı derinden sarsarak konunun ciddiyetini ruha işlemiş.
Filmi izlerken hangi konuda esasen ne kadar psikolojik gerilim yaşamamız gerekiyorsa o kadar germiş özcesi. Ele aldığı toplumsal cinsiyet, transhumanizm, gelecek tahayyülü, baba-kız, baba-oğlan ilişkileri, tanımının temellerini Marquis de Sade’dan alan Sadizm ve mazoşizm konularının hakkını vermiş. Filmi izlerken “Toplumsal cinsiyet” denildiğinde içimizde oluşması gereken ama oluşmayan ne kadar rahatsız edici duygu varsa bunu bütün bir ömrün hakkını vererek yaşıyorsunuz. Yani yönetmen Julia Doucarnau, Titane filmiyle aslında sinemayı etkili kullanmakta doruklara çıkmış ve bazı duyguları filmde herhangi bir karakterde dile dökmeden, filmin rahatsız edici dokusuyla vermiş. Bu yüzden başta rahatsız eden, iğreti gelen, ruhu sert bir şekilde hırpalayan, izlenmesi zor görüntüler ilerleyen sahnelerde ete kemiğe bürünüyor. Bir süre sonra da bu filmin yarattığı hissiyatın aslında normal yaşamda bu konularda duymamız gereken rahatsızlığın iliklerimize kadar hissedilmesini sağlıyor. Yani toplumsal cinsiyet konusu bu filmin dokusundaki gibi hissedilmeli ki işin ciddiyetini anlayalım. Bazı şeyleri yumuşatmanın, eğip, bükmenin bir anlamı yok. Konulara dönük duyulan rahatsızlık yeterince güçlü olmayınca önemli toplumsal meselelere bakışımız da yumuşuyor ve bu durum o zihniyetin kendisini daha fazla yaşatmasını sağlıyor. Somut bir örnekle ülkemizde İstanbul Sözleşmesi iptal edildiğinde kopmayan kızıl kıyamet hepimizin toplumsal cinsiyet konusunda yeterince rahatsızlık duymuyor oluşumuzla ilgili. Bu filmin başarısı, o rahatsızlığı sinematografyayı ustaca kullanarak vermesinde yatıyor…
Filmin birbirinden bağımsız sayılmayacak iki bölümden oluştuğunu belirtelim. Birinci bölümde vahşetin, sadizm ve mazoşizmin ortaya çıkmasına zemin olan temel taşlarını, yani Alexia’nın çocukluk zamanlarını ve Alexia’nın yetişkin bir yaşa ulaştıktan sonraki halinde bunun yansımalarını izliyoruz. İkinci bölümde ise Alexia’nın işlediği bir cinayeti eline yüzüne bulaştırdıktan sonra kılık değiştirip kaçarken bir yerde gördüğü kayıp ilanından sonra karar vererek o kayıp erkek çocuğa dönüşümü ve sonrasını izliyoruz. Filmin her iki kısmı yönetmen tarafından büyük bir ustalıkla birleştirilmiş ve geçişi izlerken izleyicide herhangi bir boşluk hissine mahal vermiyor. Bu durum izleyicinin Alexia ile empati yapmasından değil, kurgunun güçlü olmasından ileri geliyor.
Filmin her iki bölümünde ortaya çıkan durum aynı karakter olan Alexia ve sonrasında saklanmak için büründüğü kimlik olan Daniel’in birbiriyle çelişmesinden ziyade, dönüşümün alt yapısına dair psikolojik alt yapısı epey güçlü bir senaryo ile ilgili. Çünkü Alexia’nın çocukken yaşadığı bazı olayların geleceğe nasıl tesir edebileceğinin olasılıkları güçlü bir şekilde ele alınmış. Filmin henüz başında babası tarafından kullanılan bir arabanın arka koltuğunda Alexia’nın çocukluk haliyle karşılaşırız. Ekşittiği suratıyla babasının kullandığı arabanın motorunun sesini taklit etmektedir. Sonra kamera babasına döner. Babasının yüzünde bıkkınlık ve tahammülsüzlük okunmaktadır. Kızının çıkardığı motor sesinden rahatsız olan baba arabada çalan müziğin sesini yükselterek kızının sesini bastırmaya çalışır. Küçük Alexia bunu görünce sesini iyice yükseltir ve babanın yüzündeki bıkkınlık ve stres belirtisi daha da artar. Alexia bu kez ayağıyla babasının koltuğunu arkadan itince babası sesini yükseltir. Bunun üzerine Alexia emniyet kemerini çıkarıp arabanın arkasında bakmak üzere arkasına dönünce şoför koltuğunda bulunan babası bir refleksle sesini daha da yükselterek arkasına döner ve Alexia’yı sertçe tutup oturtmak ister ve bu sırada direksiyon hakimiyetini kaybedince kaza kaçınılmaz bir hale gelir.
Burada babasıyla kızı arasında yaşanan gerilim özgün bir baba-kız ilişkisinden ziyade geneli kapsayan bir iletişim şekline ışık tutmaktadır. Filmin ilerleyen sahnelerinde daha da belirginleşecek olan toplumsal cinsiyet rolleri çok fazla detaya inilmeden Küçük Alexia ve babası arasında cereyan eden iletişim biçimine gömülmüştür. Giderek artan memnuniyetsizlik, yükselen ses tonu, kız çocuğunun “ben de varım” dercesine kendince uyguladığı yöntemler, babasının yükselen sesi ve çığrından çıkması aslında toplumsal bir denklemin çöküşünün göstergesidir.
Normal koşullarda bu tür sahnelerin ardından filmlerde eğer ölüm gerçekleşmezse bazı gard pozisyonlarının kırılmasından dolayı iki uç arasında bir uzlaştırma çabası görünürken bu filmde bu yoktur. Kaza sırasında doruğa çıkan gerginliğin inmesini beklerken film ikinci sekansa geçer ve biz yine hastane odasının kapısının önünde üzgün, yaptığından pişman olan bir baba, duygularında ve meydan okumasında kırılma yaşayan bir Alexia bekleriz. Alexia’nın kafası darbe almıştır ve titanyum bir plakanın kafatasının üzerine yerleştirilmesi gerekmiştir. Ameliyat biter ve doktor fiziki fonksiyonlarını kontrol etmektedir. Alexia’nın yüzünde meydan okuyan bir ifade, teslim olmamanın belirtisi vardır. Deyim yerindeyse dik dik babasının gözünün içine bakmaktadır.
Kamera babasına döndüğünde onda da daha önceki umursamaz bir bıkkınlık ifadesi görürüz. Çok fazla kızı için kaygılandığına dair bir belirti ya da keder yoktur. “Bir an önce bu iş bitse de” gitsek telaşındadır. Aralarında hiçbir şekilde olumlu duygu geçişleri olmaz. Ne bir sarılma, ne bir şevkatli söz. Sıradan bir olaymış gibi hastaneden çıkarlar. Alexia taburcu olduktan sonra hastanenin kapısında ilk iş olarak arabalarına doğru gider ve arabalarının halen çalışabilir durumda olduğunu anlayınca çok mutlu olur, arabaya yaklaşır ve elleriyle arabayı okşadıktan sonra camına yüzünü yaslayıp bir süre huzurla durur ve bir de arabanın camına bir de öpücük kondurur. Bu inanılmayacak derecede ilginç bir olaydır çünkü aynı araba Alexia’nın ölümüne neden olacaktı.
Baba-kız arasındaki iletişimsizlikle ifadelendirilen toplumsal cinsiyet rolleriyle başlayan yabancılaşma, kaza sonrasında Alexia’da tavan yapmıştır. Yönetmen imgelem yordamıyla bunun büyük ustalıkla işlemiştir. Alexia’nın kafasına takılan sağlam ve parlak bir madde olan Titanyumdan yapılma plaka bunun yalnızca simgesel tezahürüdür. Vücuttaki yabancı maddenin beyne en yakın yere, kafatasına takılması yerinde bir tercihtir çünkü doğal olana yabancılaşma işlemi bilinçte başlar. Alexia’nın çocuk yaşta bilincinin oluşum evrelerinde zihnine kodlanan baba figürü artık daha net, cilalanmış, parlatılmış bir şekilde beynine en yakın yerde, bilincinde yer almaktadır ve yaşam artık Alexia için olağanın çok dışında akacaktır. Mevcut babasından nefret ederken onun bilincindeki yansıması olan titanyuma yani metale bağlanacaktır ve buradan öncelikli olarak kendisini öldürmek isteyen bir otomobil ile çevresindeki insanlarla kuramadığı organik olmayan bir bağı kurarak gözümüzün içine sokar…
Alexia yetişkin bir kadın olmuş, arabaların üzerinde erotik danslar yapılan bir gece kulübünde striptiz yaparak hayatını kazanmaya başlamıştır. Bu alışılmışın biraz dışında bir durumdur çünkü çoğu yapımda bu tür mekanlarda çalışan kadınlar bu işi hayat şartlarından dolayı zorunluluktan dolayı yaptıkları halde Alexia’nın bu işi tercih etmesi tamamen bilinçli bir tercihtir. Çünkü Alexia’nın zihni parçalanmış durumdadır ve organik olandan git gide daha çok uzaklaşmaktadır.
Metal ile kurduğu yapay bağ onun için hayatın gerçekliği halini almıştır. Filmin birçok sahnesinde özellik sadizm konusunda Marquis de Sade’nin cinsellik ve acı üzerinden yaptığı değerlendirmelerin mührü vardır. Çünkü Sade’a göre cinsel hazzın arka planında acı vardır. Bu acı cinsel hazzı besler, büyütür… Bu yüzden sadizm yaşamın doğal bir sonucudur. Çocukken geçirdiği kazada acıyı tadan Alexia’nın kafatasına çakılan plaka artık hayatının tamamına nakşolmuştur. Cinsel haz ve acı bu kadar iç içe geçtikten sonra haz konusunu parlak, göz alıcı arabalarla sevişirken çözen Alexia, yaşamın diğer yanını tamamlamak için çalışma vakitlerinden arta kalan zamanlarında bir takım seri cinayetler işler.
Daha önce de cinayet işlemiştir fakat bizim şahit olduğumuz ilk cinayeti filmin genel kurgusunun anlaşılması açısından önemlidir. Alexia bir gece striptiz kulübünden çıkıp arabasına doğru yürürken bir hayranı tarafından takip edilir ve arabaya bindiğinde hayranı ondan imza ve öpücük ister. Alexia imzayı verdikten sonra hayranının ısrar etmesi sonucu onunla öpüşür ve bu sırada kafasındaki metal tokasını hayranının kulağına saplayarak onu öldürür. Bu sahne tam anlamıyla Marquis de Sade’nin ‘sadizm’ tanımına denk düşmektedir. Cinsel haz ile acı iç içe geçer. Alexia’nın çocukken geçirdiği kazadan beri büyük bir aşkla bağlandığı parıltılı metal bu kez bir tokaya bürünüp kurbanın beynine saplanmıştır. Alexia’nın yaşamına devam etmesini sağlayan bir imge olan metal bu kez bir eril varlığın beynine saplanarak onun yaşamını sonlandırmıştır. Ağzından iğrenç bir köpük atan eril varlık o an için yüzyılların lanetini mi kusuyordur bilemeyiz fakat izlerken bana çağrıştırdığı şey tam olarak oydu…
Bir sonraki sahnede Alexia arabasından inip üzerine bulaşan köpüklü balgamı yıkamak üzere banyoya girer. Banyo yaptığı sırada gelen sesleri takip edince karşısında ışıklarını yakmış vaziyette gıcır gıcır bir Cadillac otomobil ile karşılaşmıştır. Parlayan ve ışıltılı arabalar sürekli olarak tutku ve dolaylı yoldan cinsellik ile bağdaştırılmıştır. Özellikle içinde cezaevi sahneleri barındıran birçok yapımda mahkumların duvarlarında asılı çıplak kadın ve lüks araba resimleri bulunur. Bunun toplumsal doğa ile de bağlantısı kurulabilir elbette. Çünkü doğada da canlıların karşı cinsi cezbetmek için kullandıkları dans şekilleri, güç gösterileri, parıltılı tüyleri, güçlü sesleri, derileri vardır. Bütün bu özellikleri kendisinde barındıran bir ışıltılı, cilalı, gıcır gıcır, güçlü motor sesine sahip bir aracın bununla bağdaştırılması tartışılabilir bir konudur. Ancak cezaevleri sistem tarafından güdülerin en çok bastırıldığı, ahlaki öğelerin düşük olduğu yerler olarak ele alınır. Yani aslında “mahkumlar” ilkel benliğe sahip varlıklardır ve bu insanların duvarlarında çıplak kadın ve araba resimleri, stickerları bulunur. Bütün bunlardan yola çıkarak Alexia’nın karşısında tam da onun ilkel güdülerini tatmin edecek bir güçlü motora sahip bir Cadillac ile üzerinde giysi yokken karşılaşması, kuşkusuz insanın soğuk yanlarından birini açığa çıkaracaktır. Nitekim öyle de olur. Alexia tutkulu bir şekilde ellerini emniyet kemeriyle bağlandığı bir Cadillac – İnsan birlikteliğinin bir parçası olarak bulur kendisini…
Cinselliğin de gerçekleşmesi ile birlikte Alexia’nın yabancılaşma süreci tamamlanmış ruhu mekanikleşmiştir. Bu bilinen anlamda bir bütünleşmekten ziyade yabancı olanın nüfuz etmesidir. Yabancı olan ile yaşanan temasların sağlıklı sonuçlar doğurmayacağı da bilinir. Alexia evde uyandığında uyluk kısmında morluklar ve vajina bölgesinden akan motor yağıyla karşılaşır. İnsan bedenine karışan yabancının tezahürünü izleriz bu sahnede, daha da sonra dizlerini karnına çekip yatağına uzanır. Bu sahneler yaşamımıza sızmış olan, üzerimizde eklektik duran bütün yabancılığı rahatsız edecek şekilde bize gösterir çünkü Alexia’nın yüz ifadesinde huzura dair bir şeyler okumak bir hayli zordur.
Kafasına, zihnine atılan bir tohumla başlayan yabancılaşma genetiğe aktarılmıştır. Aynı insana aslında yabancı olan ‘iktidar’ olgusunun insana zorla eklemlendikten sonra genlerle nesilden nesile aktarılır hale gelmesi gibi. O yüzden bu sahne üzerinden rahatlıkla “bio-iktidar” çözümlemesi de yapılabilir. Çünkü yabancılaşma yeni bir şeyi ortaya çıkarmıştır. Hibritleşme… Alexia’nın hamileliği, giderek büyüyen karnı aslında bir felaketin, yani melezin habercisidir aynı zamanda. Kötülük tekil olmaktan çıkıp kendini bir bedende, ruhta yaşatmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu melezleşmenin ortaya çıkaracağı sonuç kendi köklerinden, toplumundan tamamen uzaklaşmış bir varlık gerçekliğidir. Filmin son sahnesinde Alexia’nın doğurduğu omurgası metalden olan bebek tam olarak bunu temsil eder.
Yaşam bir şekilde devam edecektir ancak geriye dönülmeyen bir hal almıştır. Yönetmen, Alexia şahsında toplumsal insanın son temsilcisi olarak gösterdiği karakteri öldürmüş, yerine ona benzemeyen, ancak tam olarak metale evrilmemiş bir bebeği doğurmuştur. Bu ne anlam taşır? Toplumsal cinsiyet gibi ilkel yaklaşımların, Transhumanizm gibi sözde modern yaklaşımların insanı bitirmesi ve geri dönülemeyecek bir yola sapması… Yeni doğan bebek ne tam anlamıyla doğal bir insanın profilini taşıyabilir ne de tam olarak bir metalden ibaret olabilir. Belki birçok yönüyle daha az acı çekecek, daha zor ölecek fakat Alexia’nın dönüşüm sürecinde şahit olduğumuz gibi birçok duygusunu yitirecek bir “üst insan” açığa çıkarmıştır. Fakat bana göre bu film tamamen bu durumu eleştirmektedir. Alexia’nın metale olan ilgisi kendi benliğinden uzaklaşma isteğiyle ilgilidir ve Justine adındaki arkadaşıyla yaşadığı eşcinsel ilişkide bu açığa çıkmıştır. Alexia sevişme sırasında en çok arkadaşının bedenindeki yabancıya, göğüs ucundaki piercinge ilgi duyar. Hatta bu ilgisi o kadar yoğundur ki Justine onun için insani anlamda bir şey ifade etmiyordur. Bu yüzden arkadaşının bedenindeki yabancıyı tutkuyla severken bu durumun Justine’in canını yakmasını umursamaz bile…
Kendine yabancılaşan insan aynı zamanda topluma ve toplumsallığa da yabancılaşmıştır, zihinde başlayan yabancılaşma Alexia’yı bir seri katil haline getirmiştir ve bu cinayetlerden birini işlerken eline yüzüne bulaştırır ve kaçmak zorunda kalır. Burada kaçacak olduğu şey aslında kökleri ve esas benliğidir. Ve benliğini yitirmiş birinin yapacağı temel şey gemileri tümden yakarak geçmişiyle arasına tamamen set çekmektir. Yönetmen bu geçişi bir yangınla vermeyi tercih eder çünkü ateşin insanlık tarihinde gelişim açısından önemli bir rolü olsa da aynı zamanda bir kara delik gibi her şeyi yutan, yok eden de ateştir. Alexia annesini ve babasını evle birlikte yakarak topraktan beslenen son köküne de darbe vurur ve yola düşer. Buradan itibaren filmin ikici yarısı başlar.
Yönetmen burada her şeyi zıtlaştırarak diyalektiğe gönderme yapmaktadır. Kahramanımız artık kendi babasının kızı olan Alexia değil, hiç tanımadığı bir adamın oğlu olan Adrien’dir. Bunun için bedeninde kendisine ait olduğunu düşündüğü, onu o yapan ne varsa değiştirir. Burnunu lavaboya vurarak bilinçli bir şekilde kırar, Saçını keser, göğsünü ve gebe karnını bir bandajla sıkıştırarak düzleştirir ve artık o bir erkektir. Yabancı bir eve, babaya gider. Alexia’dan Adrien’e geçişte kullanılan ateş, şiddet, değişim, sadizm, mazoşizm gibi metaforlar aslında toplumsal cinsiyetçi bakış açısının her iki cinsi ele alış tarzıdır. Aslında aynı hakikatin iki farklı görüngüsü gibi olan kadın-erkek toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden öyle bir ayrıştırılmıştır ki birinin özne haline gelmesi diğerini tamamen meta haline getirmiştir. O halde belirttiğim metaforlar üzerinden dönüşümün sancılı olması da doğal olanıdır ve yönetmenimiz bunu çok büyük bir başarıyla vermiştir. Hatta ateş metaforu üzerinden dini inançlara da bir gönderme vardır. Çünkü hemen hemen inançların büyük çoğunluğunda ateş hem aydınlığı hem de karanlığı (cehennemi) temsil eder. Cinsler birbirinden o kadar uzaklaşmıştır ki geçiş sahnesini ateşten daha iyi karşılayacak bir argüman var mıdır bilemedim…
Adrien dönüşümünden sonra yeni bir benliğin keşfini yaşamaya başlar. Yeni babası yıllar önce kaybettiği oğlunu bulduğunu düşünür ve ona dört elle sarılmak ister. Bir erkek olarak hayatında bıraktığı her boşluk psikolojisini zedelemektedir zira! Burada oğluna duyduğu sevgi ayrı bir tartışma konusudur ve bir erkek olarak o boşluk artık dolmuştur. Adrien ona tuhaf gelse de oğlu olarak benimser ve onu kazanmaya çalışır. Bu aynı zamanda onun için bir ‘evcilleştirme’ meselesidir. Çünkü erkeğe verilen misyon budur; evcilleştirmek. Yani kendi çemberinin içine sığdıracağı şekilde terbiye etmek. Erkek; eşini, kız kardeşini, arkadaşını, sevgilisini ve hatta annesini sürekli olarak evcilleştirme eğilimindedir çünkü bu cins tarihin başından beri yüceltilmiştir. Yunanlıların meşhur yarı tanrısı Prokrusthes nasıl insanları kendi boyuyla eşitlemek için ayaklarını kesiyor veyahut kasnak sistemiyle büyük acılar çektirerek boylarını uzatıyorsa erkek de bunu yapar. Babanın film içerisinde yaşadığı sinir geçişleri bununla ilgilidir. Çünkü uzun yıllardır aradığı oğlunu bulmuştur ve evcilleştirmek zorundadır. Aradan geçen zamanla birlikte Adrien’in aslında Adrien olmadığını anladığında dahi “kim olursan ol benim oğlumsun” demesini de buraya koyabiliriz.
Adrien’in evden kaçmak istediği sahne çok çarpıcıdır. Çünkü adrien o evde yaşadığı sürece kadınlığını unutmuştur ve erkek olmanın gerçekliğini görmektedir. Yönetmen otobüs sahnesinde, filmin başından beri kullandığı imgelere dayalı anlatım biçiminden taviz vermek zorunda kalacaktır. Çünkü birilerinin cinslerin benimsediği rollerin yapay bir düzlemde gerçekleştiğini bize hatırlatması gerekmektedir. O sahnede yönetmen “yeter artık” der. “Her şeyi bu kadar normalleştirmemelisiniz!” Otobüste erkek profilini gözümüzün içine bu yüzden sokar. Arkada oturup ağza alınmayacak cümleler kuran bir ‘eril’ grubun otobüsteki siyahi kadına ettikleri hakaretler Adrien’de büyük rahatsızlığa neden olur. Ancak titanyumdan dolayı kendine ve toplumuna o kadar yabancılaşmıştır ki yaşadığı rahatsızlık tamamen bireyseldir. Orada siyahi kadının durumunu pek de umursamaz fakat kadın olmanın zorluklarını fark eder.
Alexia hayatı boyunca bu türden muameleye maruz kaldığı halde böylesine bir rahatsızlığı yaşamamıştı muhtemelen. Bu rahatsızlığın farkına erkek olmanın ‘konforunu’ tattıktan sonra varması tesadüf değildir. Ancak bu çelişkiler onda toplumsal bir bilinç açığa çıkartmadı. Çıkarsaydı muhtemelen o araçta ‘eril’ varlıklara müdahale etmesi gerekirdi. Oysa o araçtan inip yeni babasının oğlu olmayı tercih etti. Yabancılaşma yüzünden zulme karşı direnme yetisini kaybetmiş onca insan gibi…
Filmin içerisine sevgi, umut gibi kavramlar enseyi karartmamamız için serpiştirilmiş olsa da yönetmen Julia Doucarnou’nun karamsar olduğu kanısındayım. Ortaya çıkan yeni hibrit varlık bizim onun geriye dönüşün mümkün olmadığını düşündüğünü hissetmemize sebep oluyor. “Artık yeni bir gelecek var, buna alışın” diyor yönetmen. Ancak bu konuda belki sinemasına dönük değil de düşüncesine dönük bir eleştiri yapmak gerekiyor. Bu filme yapılan yorumların birçoğunda yönetmenin Alexia şahsında bir canavar yarattığını belirtiliyor. Ben buna da katılamadım. Alexia şahsında yaratılmış olan karakter aslında bir canavar değil ortalama olarak tam da biziz. Yani günümüz insanı. Tekil olarak eline bir metal saç tokası alıp insanların beynine saplamak bir insanı cani yapar bu doğru fakat ya dünyanın içinde bulunduğu hali benimsemiş olmak bizi tam olarak ne yapar?
Bir ülke biliyorum, savunma sanayi gelişiyor, insan öldüren araçlar çoğalıyor diye alkış tutan büyük bir yüzde var. Oysa bu araçlar savunma adı altında insan öldürecek. Yine bir ülke biliyorum kadın cinayetlerini kısmen engellemede katkısı olan bir sözleşmeyi feshediyor. Bunu yalnızca o bildiğim ülke şahsında belirtmiyorum fakat dünyanın genel olarak geldiği durum, inanılmaz savaşlar, kadın katliamları, etnik temizlik, doğa tahribatı, sokak hayvanlarının öldürülmesinin desteklenmesi, kesilen ormanlar, ekonomik çöküntü ve bizim bütün bunlara rağmen yaşamımızı aynı şekilde sürdürme çabamız bunun neresine konulabilir? Kapitalizm denen canavarın her şeyi cilalayıp, parlatıp önümüze sermesi ve bizim ışıltıya tutkuyla yönelmemiz ile Alexia’nın parlak bir Cadillac ile yaşadığı temasın birbirine ne kadar yakın olduğunu göremiyor muyuz?
Yönetmenin yabancılaşmanın imgelemi olarak Alexia’nın zihnine çaktığı titanyum levha aslında hepimizin kafasında mevcut ve Julia Doucornau bütün bunları yalnızca hepimizi temsil edecek bir birey üzerinden anlatmış hepsi bu!