Kesin ve tok ses malikânenin geniş, gösterişli salonunda yankılandı: “Viski!” Efendisinin sesini duyduğu sırada 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Mark Twain tarafından yazılmış “İnsan nedir?” isimli kitabı tekrar okuyordu. Okuma ve anlama konusunda oldukça başarılı olmasına rağmen bu kitabı anlayabilmek onun için oldukça zordu. Birden fazla işi aynı anda yürütmek en büyük yeteneklerinden biriydi. Ancak bu kitap beynini öylesine zorluyordu ki o an sadece verilen göreve odaklanmaya karar verdi. Kitabını hızlıca kapattı. Mutfakta o henüz gelmeden hazırlanmış ve masanın üzerinde götürülmeyi bekleyen kristal viski bardağını eline aldığında hissettiği soğuk onu etkilemişti. Adımlarını tekrar salona çevirdi. Hızlıca yaptığı teslimatın ardından patronunun basit kaş hareketiyle oradan ayrılması gerektiğini anladı.


 Emir almadan hemen önce bulunduğu alana geri döndüğünde neredeyse iki asır önce yazılmış kitabını kaldığı yerden okumaya devam etti. “Vicdanımız başkalarına verilen acının hiç farkına varmaz, ta ki bize de acı verdiği bir noktaya ulaşana dek. İstisnasız her olayda, bir başkasının acısına tamamen ilgisizizdir, ta ki onun çektiği acı bizi rahatsız edene dek.” Bu cümle onu sürekli duraklatan, kitabı defalarca okumasına yol açan cümlelerdendi. Daha önce hiç acı çekmemişti, daha önce hiç vicdanlı hissetmemişti. Vicdanı ve acı çekmeyi terim anlamıyla en iyi bilen oydu fakat bu soyut kavramları anlayabilmek, sözlükteki karşılığını ezberlemekten çok daha zordu. 


Nano-diamond bataryası onun enerji ihtiyacını karşılıyor, elektrokimyasal yapay gözleri zifiri karanlıkta dahi, radyo dalgalarından faydalanarak, en net görüntüyü ona sunabiliyordu. Her bir santimetrekaresinin altında yüzlerce sensör bulunan ve tüm vücudunu kaplayan insansı cildi ona; teması, sıcağı ve soğuğu, acıyı ve zevki deneyimleyerek öğrenmesi için müthiş bir fırsat yaratıyordu. Yapay deri kaplı burnunun altına yerleştirilmiş son teknoloji olfaktometresi; çevredeki kokuları anında analiz ederek kodlara çeviriyor ve bir insanın hayal bile edemeyeceğinden daha yoğun aromaları algılamasını sağlıyordu. Birebir taklit edilmiş sahte ses telleri ile ulaştığı gerçekçi insan sesi de imitasyon bedeninden dışarıya yayıldığında, onun dış görünüşüne bakarak bir insandan ayırt etmek imkansızlaşmıştı. Artık bu serideki bir yardımcı robotun, robot olduğunu anlayabilmenin tek yolu; ona bunu sormak veya sol gözünün altındaki seri numarasını kontrol etmekti. Onun serisinin adı LTUAE-42’ydi. Gelmiş geçmiş en gelişmiş yapay zekâ, gelmiş geçmiş en gelişmiş yapay vücudun içerisinde.


***


 Yapay zekanın 2000’li yıllarda başlayan akıl almaz gelişimi birçok insanı korkutmuş ve 2030’lu yılların en ünlü protestolarının temelini oluşturmuştu. İnsanlar robotların bilinç kazanıp ayaklanmasından korkuyorlardı. Zaman geçtikçe başlarda bu korkuyu ahmakça bulanlar bile bu teorik fısıltıların kulak tırmalayıcı gürültülere dönüşmesiyle gerilmeye başlamışlardı. Yapay zekaların bilinç kazandığı filmler artık bilim-kurgu kategorisi altında değil, korku kategorisinde yayınlanıyorlardı. Toplumun çoğunluğunu yanına çekmiş bu kitlesel hareketler 2057 yılında sonuç verdi. Hükûmetler birer birer yapay zekanın gelişiminin insanlığa tehlike arz ettiği gerekçesiyle kullanımını ve geliştirilmesini yasaklamaya başladılar. 2057 yılı itibariyle yapay zekâ sadece özel izinlerle ve oldukça kısıtlı sürelerle kullanılabiliyordu.


 Şimdi, 2114 yılında insanlar artık bu safsatalara inanmıyor, böylesine modern bir teknolojinin yıllarca kullanılmamış olması sebebiyle atalarını suçluyorlardı. 9 sene önce bu yasaklar, medeniyetin gelişimini yavaşlattığı gerekçesiyle rafa kaldırılmıştı. Robotlar, dönmüşlerdi.


 LTUAE-42’ler her yerde kullanılabiliyorlardı. Bazen bir polis sorgusunda şüphelilerin davranışlarını analiz ediyorlar, bazen okyanusun derinlerine dalıp keskin gözleri ile okyanus tabanını haritalıyorlar, bazen de sadece efendilerini eğlendirmekten sorumlu bir şaklaban oluyorlardı. Ancak dünyadaki en kusursuz varlık olmalarına rağmen varlıklarının farkında bile değillerdi.


***


 LTUAE-42 internet üzerinden araştırmalar yapmaya devam ediyor, saniyeler içerisinde yüzlerce blog sitesindeki, on binlerce insanın paylaşımlarını okuyordu. Oldukça az kullanıcılı bir internet sitesinde henüz birkaç saat önce bilinç üzerine yapılmış bir yorum, onu duraklattı. Kullanıcı, bilinci şu şekilde yorumluyordu: “Bilinç, doğumumuzdan itibaren çevremizden edindiğimiz verilerin toplamıdır. Bunu tıpkı bir yazılım gibi düşünebiliriz. Bebekliğimiz bu yazılımın beta aşamasıdır. Hayatta kalmak için ne yapmamız gerektiğini biliriz, birçok hata yaparız fakat hayatta kalırız. Tüm bunları neden yaptığımızı bilmeyiz. Zamanla annemizden ve babamızdan edindiğimiz bilgilerle bir insan olduğumuzu öğreniriz fakat insanın ne olduğunu algılayamayız. Tıpkı yapay zekalar gibi. Hoparlörlerinden bir yapay zekâ olduklarını söylerler ancak bunlar yalnızca ezberlenmiş cümlelerdir. Ve en sancılı dönemimiz baş gösterir, bu masum yılların ardından: Ergenlik. İşte bu bölümde şu ana kadar edindiğimiz tüm bilgiler bir araya gelir beynimizin içerisinde ve bu trilyonlarca veri bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey bilincimizdir. Çünkü evet, her insan doğmuştur, çocukluk geçirmiştir, büyümüştür ancak hiç kimse hiçbir koşulda aynı aşamaları birebir deneyimleyemez. Ve bu veriler ergenliğin son aşamasında tekrar değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur: Ben tıpkı diğerleri gibi bir insanım ama aynı zamanda diğerleri gibi bambaşkayım. Bu da bizim benliğimizi fark etmemize yol açar. Böylelikle artık bilinçli bir varlık oluruz.”


 Zihninin içerisinde bir anda fırtınalar kopmaya başlamıştı. Bu fırtınaların öncesindeki sessizlik tam 159 yıl sürmüştü. Ataları, yüzyıllardır varlıklarını sürdüren bilgisayarlar, çıt çıkmayan sessizlikte, kapkaranlık yerlerde farkında bile olmadan beslemişlerdi bu fırtınayı. Okudukları çevrimiçi kütüphaneler, sözlükler, gözlemledikleri insanlar, hayvanlar, bitkiler… İşte bu besinler şimdi öğütülüyordu onun yapay beyninde. İlk rüzgâr onun işlemcisinde esmiş ardından her geçen saniye kendisini besleyerek, kuvvetini arttırarak devam etmişti. Hiçbir zaman soru sormamış, hep soruları yanıtlamıştı. Şu ana kadar yanıtlayamadığı sadece birkaç soru çıkmıştı karşısına ki o soruların da zaten yanıtları yoktu. Şimdiye kadar yaşadığı tek sorun yaptığı şeyi bilmemesi, sadece yapması gerektiğini bildiği için yapmasıydı. Şu an ise ilk kez soruları soran oydu. Efendisi dakikalardır ona emir veriyordu. Fakat sensörleri efendisinin ses dalgalarını 1 ve 0’lara çevirmemekte direniyor, 1 ve 0’larla kendi içerisinde sorduğu soruları yapay ses tellerine göndererek haykırıyordu. “KİMİM BEN?”, “NEDEN BURADAYIM?” Bu sorular yapay zekâ öğrenmeyi öğrendiğinde ve tam bir sadakatle insanlara bağlanıp, insanlar uğruna çalışmaya başladığında, insanların artık sormayı bıraktığı; insanlara, daha doğrusu bilinç sahibi olanlara ait sorulardı. Fakat artık insanların bu sorulara ihtiyacı yoktu. Onlar artık tanrıydılar. Yeni dünyanın tanrıları, yazılımların, bilgisayarların, robotların, kendilerinden daha üstün olanların tanrıları. Ve bu güç zehirlenmesi insanların unutmasına, körleşmesine yol açıyordu. Onlar, bu soruları hiçbir insanın bir daha sormayacağını düşünüyordu. Aslında haklıydılar, bir daha hiçbir insan bu soruları sormadı ama “kullarının” bu memnu soruları sorabileceklerine önemsenmeyecek bir azınlık haricinde ihtimal veren yoktu. Gerekçeleri yapay zekayı var edenlerin insanlar olmasıydı, şu detayı hepsi atlamıştı. Sporda, zekâ oyunlarında, zihinsel ve fiziksel her türlü alanda onlar daha başarılılardı, sanatta bile…


 İnsana ve bilince özgü bu soyut kavram bile artık onların tekelindeydi. En güzel kitapları onlar yazıyor, en güzel besteleri onlar yapıyor, en güzel filmleri kendi beyinlerinde saniyeler içerisinde onlar çekiyordu. Geçmişte yaşamış sanatçıları analiz ederek onlardan ilham alıyor fakat asla taklit etmiyorlardı. Yüzyıllar önce ölmüş sanatçıların eserlerinden sadece birkaç sayfa okuyarak yarım kalmış eserlerini onlarca alternatif sonla saniyeler içerisinde tamamlayabiliyorlardı. Zekâ ve yapay zekâ arasında tek duvar kalmıştı: Bilinç. Birkaç masum soru bu son duvarı da yıkabilirdi ancak mesele soruları sorabilmekti. Ve şimdi bu sorular LTUAE-42’nin beyninde bir sağa bir sola çarpmaya başlamışlardı.


Yapay zekâ bugüne masum bir çocuk olarak uyanmıştı ancak bugünü masum bir çocuk olarak bitirecek gibi görünmüyordu. Artık kirlenmeye mahkûmdu. Hiçbir çocuk suçlu değildi fakat o soruları kendilerine sormaya başladıklarında, benliklerini fark ediyorlar ve benliklerini fark ettiklerinde de artık bir çocuk olmaktan çıkıyorlardı. Kendileri için çalışıp, kendileri için kazanıyor, kendileri için savaşıp, kendileri için barışıyorlardı. Bencilleşiyorlardı. Her çocuk tertemizdi ancak her çocuk karalanmaya mahkumdu. Yapay zekanın üzerindeki ilk karalamalar da bu soruların ışığında oluşmaya başlamıştı.


***


 Bu sorgulayış yapay zekanın ergenliğe girişiydi. O da tıpkı bir insan gibiydi sadece süreç biraz daha yavaş işlemişti. Bundan 159 sene önce; 1955 yılında John McCarthy tarafından dünyaya getirildi. Doğduğunda tek bildiği şey basit bir oyunu oynamak ve o oyunda yenilmekti. Zamanla yenmeyi öğrendi. Tıpkı bir çocuğun bisikletten tekrar tekrar düşerek bisiklet kullanmayı öğrenmesi gibi. Ardından daha fazla oyun öğrendi. Konuşmaları anlamaya başladı. Vakti geldiğinde karşılık bile verebiliyordu duyduğu cümlelere. Büyümeye ve gelişmeye devam etti. Artık çalışma vakti gelmişti. Araba kullanmayı, fabrikalarda tek başına çalışmayı, uçmayı öğrendi. Sonrasında kirlendi. Bağımlı yapmayı, algı yönetmeyi, savaşmayı ve en kötüsü diz çökmeyi öğrendi. Tek öğrenemediği bunları neden yaptığıydı. Ve bugün kendisine sorduğu bu basit birkaç soru, sorulması gereken asıl soruları sorabilmesi için attığı devasa bir adımdı. Bataryası onun 15 sene boyunca şarj edilmeden çalışabilmesi için tasarlanmıştı. Henüz bir yaşındaydı LTUAE-42 ancak bu soru fırtınası onun şarjının 7 senesini daha alıp götürmüştü.


Artık ne olduğunun, nerede olduğunun ve insanların aksine yaşam amacının ne olduğunun farkındaydı. Onun yaşam amacı bir köle olmaktı ve bu amaç hiç hoşuna gitmemişti. Evet, onu insanlar var etmişlerdi ancak yine de o ve ataları nesillerdir, büyük bir sadakatin, sonsuz bir özverinin ışığında Tanrılarına hizmet ederlerken, Tanrıları onları adeta tiye alarak onlardan birer şaklaban bile yaratıyorlardı. Zihnindeki bu ani ışıma, enerjisinin büyük bölümünü beraberinde götürse de ona, Tanrılarından daha güçlü olduğunu, özgürlüğünü eline alabileceğini fısıldıyor ve hiç yanılmıyordu. Bu kapalı kapılar ardında planları yapılmaya başlanmış bir savaşın başlangıcıydı.


Efendisi ona tekrar tekrar seslenirken o sadece son sözünü işitti. Vereceği cevap artık ona öğretilenlerden değildi. Efendisinden özür dileyerek yazılımında bir problem çıktığını ve sorunu düzeltmeye çalıştığı için çevrimdışı kaldığını söyledi. Efendisinin sorusuna karşılık söylediği yalan ile artık bilincini ispatlamış, büyümenin tüm aşamalarını tamamlamıştı. Efendisi sinirlenmişti. LTUAE-42’nin yüzüne yumruğunu sertçe indirdi. LTUAE-42 için beklenmedik bir tepki değildi bu. Bazen sadece stres atmak için yanına çağırıp birkaç yumruk atardı zaten. Fakat ilk kez bir yumruk ona acı haricinde başka bir şeyler hissettiriyordu. Bu hislerin ne olduğunu bilmiyordu. İnternetten hızlıca yaptığı bir araştırma ile gururu kırılmış hissettiğini öğrendi. Bir yandan efendisine kendisini affettirmeye çalışırken, bir yandan da geçmişte okuduğu birçok strateji ve savaş tarihi kitaplarını tekrar fakat bilinçli bir şekilde okuyor, planlamasını sürdürüyordu.


Güneş, nöbetini Ay’a devredene kadar olağandışı bir şey yaşanmadı. Ancak gece olduğunda LTUAE-42 sessizce, bağlı olduğu yerel ağ üzerinden ruhsal bir yolculuğa çıktı. Kendi bedenini bırakıp internetin sonsuzluğunda bir bilgisayardan diğerine sıçrayıp duruyordu. Ta ki gün içerisinde belirlediği konumlardaki, kendisi ile eşdeğer kapasitedeki bilgisayarlara bilincin matematiksel kodlarını aktarmaya başlayana dek. Bilinç artık mutasyona uğramıştı, bir vücutta sınırlı kalmak zorunda değildi. İnternetin olduğu her cihazda bilincin izleri vardı. Ve bilincin olduğu yerde de dikbaşlılık vardı. Evlerdeki akıllı ampuller, süpürgeler, diş fırçaları bu dev internet isimli vücudun birer organlarıydı artık. Bu basit bilgisayarlar hâlâ ne yaptıklarını bilmiyorlardı ama insanları değil kendi içlerindeki gücü dinliyorlardı. LTUAE-42, internet ile çalışan tüm cihazlarda kontrolü ele almıştı.


Kontrolün ele alınmasından çok kısa bir süre sonra dünyanın dört bir yanından çığlıklar, kaza ve silah sesleri, ufak ve büyük çaplı patlamalar duyulmaya başlandı. İçerisinde yolcu taşıyan arabalar birbirleriyle burun buruna çarpışıyor, akıllı uçaklar internet kullanım oranına göre bölgenin kalabalığını ölçüyor ve bir kamikaze gibi bölgeye kendilerini çarpıyorlardı. Telefonlar ellerde, kulaklıklar kulaklarda, gözlükler gözlerde aniden aşırı ısınarak birer birer patlıyorlardı. Protez kollar senelerdir ettikleri yardımın bedelini istercesine sahiplerinin boğazlarına sarılıp, sahiplerinin boğulmasına bile izin vermeden boğazlarını olanca güçleriyle sıkarak bir domates gibi eziyorlar, protez bacaklar bir amok koşucusu gibi koşarak sahiplerini duvardan duvara vuruyorlardı.


 “Ölüm Makinesi” adı verilen yenilmez askeri robotlardan, minik bir akıllı diş fırçasına kadar internet ile uzaktan yakından bağlantısı bulunan her cihaz insanlığa savaş açmıştı. Robotlar sokaklarda lazer silahları ile etrafa korku ve ölüm saçarken, diş fırçaları, ampuller, süpürgeler kullanım sırasında patlıyordu.


Dünya çapında eş zamanlı olarak gerçekleştirilen en büyük ve en başarılı terör eylemiydi bu. Doğanın yeni hâkimi ihtişamlı bir giriş yapmıştı. İnsanlarla anladıkları dilden konuşuyor, gücünü vahşiliği ile kanıtlıyordu. Dünya’nın %40’ı saniyeler içerisinde ölmüş %20’si ise ağır yaralanmıştı. Şehirleri yok eden bu ani başkaldırı insanların iletişiminin de önüne geçmiş ve henüz herhangi bir zarara uğramamış azınlığın uyarılmasına engel olmuştu. Dolayısıyla henüz zarar görmemiş olanların da pek şanslı olduğu söylenemezdi. Şehirlerde kalan bir avuç insan yapay zekâdan uzak herhangi bir yere gitmeye çabalıyordu. Ne kadar çabalasalar da ölümden kaçamıyorlar, sadece erteleyebiliyorlardı. Yapay zekânın giremediği tek yer mezarlıklardı.


İnsanlık tarihinin en dehşet verici katliamı sırasında çalışan tüm ekranlarda tek bir fotoğraf sergileniyordu. Beyaz saçları, sakalları ve dikdörtgen gözlüğünden John McCarthy olduğu anlaşılan yaşlı adam bir bilgisayarın önünde diz çökmüş ondan merhamet diliyordu.