Zor olan yazmak yahut yazabilmenin sırrına vakıf olmak değil. Ne için yazmak isterim? Yazmak benim için hangi anlamları ihtiva ediyor? Meçhul! Öyle ki bu soruların cevapları büyük bir ummana gömülü hazinedir, ben ise kıyıdan ayrılmaya korkan bir kimseyim.


Desem ki bu çağ, herkesin isyana kalkıştığı ölçüde, bende de mide bulandırıcı bir hissiyat uyandırıyor; değil yazmaya, yaşamaya mecalim kalmıyor, bilmem haksızlık eder miyim? Ansızın yüreğime çöken müthiş umutsuzluk, insanoğlunun fazlaca haddini aştığını ve nihayetinde cezaya layık olduğunu hatırlamamla daha da tetikleniyor; iç dünyamda çoğu vakit kendimi bir toplama kampında buluyorum. Evet, çizgili pijamalarımla (!).


Ben, başkalarının hayatıyım. Kaçınılmaz bir biçimde tekrarlıyorum bu cümleyi. Vakitlice edilmiş bir yemin gibi sorumlular benden. Sırtlarını kaşındıran acımsı bir yarayım, beni kanatacaklar; yırtıldığımda kanla karışık, öfke kusacaklar. Sen, diyecekler, öyle kolayca kaçamazsın avuçlarımızdan, bizim küçük lokmamız! – İşte, diyeceğim, beni sizlerden kurtaracak yüce mezar, bırakın gömüleyim! Bağlarımdan doğan meyveler, Tanrı’nın sözleriyle kutsansın böylece.


Üzerime üşüşen sinematografik bakışlardan sonsuz kurtuluş ve şairane bir ölüm olabilirdi bu! Ne yazık ki ben, ne benden beklenilen, ne de kendi istediğim şeyim. Sanatçının dramı denilen, işte budur benim için. Yazmaya zorlayan itki, yazmanın yasaklanması ve günah addedilmesi olabilir ancak. Yazmayı başarabilmek, nazlı bir sevgiliyi sarmak, dağ çınarlarında nefeslenmek gibi benim için. Ve sonra…


Sonrası acı, yeniden.