Sartre’a göre birey kendi kimliğini, toplumsal rolünü belirleyebilmek adına ciddi bir mücadele içerisindedir. Bir tarafta toplumsal rollerin getirdiği, toplumun bize dayattığı, seçim şansımızın minimalize edildiği bir kimliğimiz var iken, diğer tarafta, toplumsal kalıpları yıkan, tüm dayatmaları reddeden, insanın kendi varoluşunu keşfetmesi ile başlayan ve bireyin önce kendine karşı sorumluluklarını yerine getirip daha sonra diğer insanlara karşı olan sorumlulukları çerçevesinde özgürlüğe ulaşabildiği egzistansiyalizmin iki temel ögesi olan sorumluluk ve özgürlük kavramlarının bireyin hayatı ile yoğrulduğu, kazananın birey olduğu bir kimlik.


Sartre kendine sürekli olarak garson olduğunu hatırlatan bir garsondan bahseder, toplumsal rolünü içselleştirebilmek, toplumun ona çizdiği rolün hakkını verebilmek için rolünü kendine durmadan hatırlatması, bunu hayatta payına düşen şey olarak yorumlaması, kaderinin bu olduğunu düşünmesi nedeniyle Sartre onu ‘kötü inanç’ ile suçlar çünkü Sartre’ın egzistansiyalizmine göre "varoluş, özden önce gelir." İnsan kendi özgür eylemleri ile kendi özünü inşa eder ve kimliğini de bunun üzerine kurgular. Toplumun dayattığı her türlü kimliği neden reddetmemiz gerektiğinin en önemli noktası da burasıdır, Anthony Burgess Otomatik Portakal adlı kitabında şöyle söyler: "Sadece özgürlük geleneği önemli. Sıradan insanlar ondan vazgeçecektir, ah evet. Daha sakin bir hayat uğruna özgürlüğü satacaklar." Özgürlüğe yazgılı birer kukla olup bireyin özgürlüğünü örten her türlü buğunun içerisinde kaybolmak ve Sartre tarafından kötü inanç ile suçlanmak ya da kimliğini özgür edimleri üzerine inşa etmek karar bizlerin.


"Şu anda olamadığımız ama olabilme ihtimalimiz olan her şey" bizleri tanımlamak için kullanılabilir fakat kendimizi tek bir role indirgediğimizde mesela bir öğretmen ya da bir duvar işçisi olduğumuzda kendimizi tam da kötü inancın kucağında, toplumun bizlere dayattığı deli gömlekleri ile buluruz. Toplum bireylerin hayattaki fonksiyonlarını tek bir role indirgeyip bireyi oraya hapsetmek ister ve bunu da çok iyi başarır.


"Hayal kuran bir bakkal müşteri açısından rahatsız edicidir, çünkü o durumda artık tümüyle bakkal değildir." Toplumun ondan beklentisi, bakkal mısın aslında nesin, sorusuna verilecek cevabın bakkaldan öteye gitmemesidir.


Ekim 1964'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddeden Fransız egzistansiyalist Jean Paul Sartre insanın kimliğinin toplum içerisinde; bulunduğu sınıf, uğraşmakta olduğu meslek ya da sahip olduğu eşyalar ile sınırlandırılmaması gerektiğinin üzerinde durur. 


Bir öğretmen pekâlâ iyi bir öğretmen ve iyi bir yazar olmayı birlikte başarabilir, bir garson hem iyi bir garson olabilir hem de çok iyi dans edebilir. Öğretmenlik mesleğine girdiğim ilk yıllarda başımdan geçen bir olayı da burada belirtmek istiyorum. Derslerimin son dakikalarında genellikle öğrencilerime onları düşünmeye ve üretmeye sürükleyecek birkaç konu hakkında bilgiler verip onlardan gelecek olan dönütleri beklerdim. Öğrencilerimin en çok ilgi gösterdiği etkinliklerden biri altı kelimelik hikayeler üzerine olandı, pek meşhur Ernest Hemingway’in "For sale baby shoes never worn" adlı mini hikayesini onlarla paylaşıp, hadi bakalım kendi altı kelimelik hikayenizi yazın, deyip bir süre beklemeye koyuldum. Gelen hikayeler bir süre sonra hevesimi kırmaya başlamıştı. Bir gün okulda kahvaltı yapmak için dersimin olduğu zamandan daha önce okula gelip öğretmenler odasında kahvaltı yapmaya başlamıştım, o esnada gözüm, kırıştırılmış, sanki çöpe atılıp sonra tekrar alınmış gibi duran bir kağıda çarptı, merakla açıp okudum. 


İçerisinde "Yaşadığımız trajediler, toplumun endişesi içerisinde kaybolur." Yazıyordu hemen heyecanla bu sözün kime ait olabileceğini araştırmaya başladım. Hiçbir yazarın hiçbir eserinde böyle bir söze rastlayamıyordum, bir süre sonra peşini bıraktım ve bu altı kelimelik hikâyenin bir öğrenciden geldiğini anladım ve bir süre sonra da sözü oluşturan daha sonra beğenmeyip çöpe atan ve çöpten alıp masama bırakan Zeynep’e ulaştım. O arada arkadaş ortamlarında Nietzsche’nin yeni bir sözü ile karşılaştım ve çok hoşuma gitti deyip arkadaşlarımla paylaşıyordum ve hiçbir arkadaşımdan bu söz Nietzsche’ye ait olamaz tarzı bir dönüt almayıp aksine sözün Nietzsche ile özdeşleştirildiğini görmek bir öğrenciye dokunup ona etki edip böyle bir sözün ortaya çıkmasına aracı olmam sebebiyle kendimi çok mutlu hissediyordum. 


Bir gün Zeynep’e bu sözü nasıl oluşturduğunu sorduğumda anneannesini kaybettiğini, bu nedenle bir trajedi yaşadığını ve tuttuğu yasın gireceği sınav nedeniyle yarıda kaldığını, derslerine devam etmesi gerektiğinin öğretmenleri ve ailesi tarafından kendisine söylendiğini ve bu nedenle okula gelmek zorunda olduğunu belirtmişti. Anneannesini kaybetmesi yaşadığı trajediyi simgelerken, üzerindeki sınav baskısı toplumun endişesini simgeliyordu ve bu endişe içerisinde kaybolan kişi de Zeynep’in ta kendisiydi. 


Zeynep’ten çok sonra gelen iki altı kelimelik hikâyeyi daha paylaşmak istiyorum sizlerle:


"Kurgu gerçek hayatın silik birer temsilcisidir."

"Şövalyeler ceplerinde maden taşıyacak kadar alçalmaz."


Bunların hikayeleri ise farklı bir yazının konusu olarak kalsın. Bir öğretmen olarak çocukların sadece çocuk olmadığını kendime ispatlayıp Sartre’ın ‘kötü inancını’ yerle yeksan etmiş olmanın gururu ile kendimle böbürlenirken, veli şikayetleri nedeniyle uyarı almamla birlikte kazananın toplum olduğunu idrak etmem çok uzun sürmedi. Fazla da direnmedim, toplumun çocuklara yüklediği misyonu, onların dayatmalarını çocuklar adına ben de kabul ettim. Sartre’ın kötü inançla suçladığı kişilerden biri olacağımın bilinciyle, bir süre de olsa toplumun deli gömleklerinden sıyrılıp bizlere izin verildiğinde göründüğümüzden daha karmaşık varlıklar olabileceğimizi çocuklara kanıtladım ve kendimi sadece bununla avuttum. 


Çocukları toplumun dayattığı roller ile yalnız başlarına bırakmanın buruk üzüntüsünü sanırım hiçbir zaman içimden söküp atamayacağım fakat kendi altı kelimelik hikayemin durumu bir nebze de olsa anlaşılır kılacağını düşünüyorum.


Yel değirmeni çok, Don Quijote yorgun...


“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda.


Bir boşluğa dönüşmemek umuduyla…