Zehra endişeli bir şekilde, "Ablacığım yapma bak," dedi. "Annem çiçekleri kopardığını görürse gebertir seni. Valla bu sefer ben bile elinden alamam. Durduk yere dellendirme kadını." 

Ali umursamazca omuz silkti. "Aman, onun dellenesi var zaten. Kafasında bir tahta eksikmiş." Ablası sağlam bir geçirdiğinde nazlandı. "Kızmasana be! Babaannemler konuşurken duydum. Nereden aldık bu deli dul karıyı dedi babaannem. Hem geçen çiçeklere yaklaştığın için dövmedi mi seni?"

Kız elini yanağına götürdü. Acısı hala daha geçmemişti. "Neyse ne... Değer veriyor işte. Ölen kızından ve kocasından kalan tek şeymiş. Az saygı duy sen de." 

"İyi ya işte. Ben de ondan yapıyorum. Bu çiçekler annemle aramıza giriyor." 

Zehra tereddüt etti. Annesinin ne tepki vereceğini kestiremiyordu. Bir yandan da çiçeklerden kurtulmak istiyordu. "Anlarsa fena olur ama," diye geveledi ağzında. Henüz işlemediği günahın pis lekesi yüzünde belirmeye başlamıştı. İçini sıkıntı bastı.

Eskiden ablasına ait olan odanın penceresinden dışarı baktı. Annesi her zamanki gibi evde durmak yerine çiçeklerle alakadar olmayı seçmişti. Karnına bir ağrı saplandı. Hiçbir zaman kadının sevgisini tam anlamıyla kazanamamıştı. Teyzesinden öğrendiği küçük bir bilgi ona hayatı zindan etmişti. 

Doğduğu gün kız olursa adı Zeynep olacaktı. Ama annesi kızını Zeynep'e benzetememiş, onu ablasının ismini taşımaya layık görmemişti. 

Zehra babasına çok benziyordu. Fazla güzel sayılmazdı ama çirkin de değildi. Gözlerinde çocukluğun verdiği masumiyet ışıldıyordu. Her nasılsa ablasına karşı duyduğu öfke bile söndürememişti bu ışığı. 

Ali de babasına çekmişti ama onun yanakları ölen ablası gibi kıpkırmızıydı. Bu sebeptendir ki kadın az da olsa kızını andıran oğluna her zaman değer vermişti. Ali bu sevginin tamamen başka bir şeyin üstüne kurulu olduğunu biliyordu. Doğdukları andan beri çocuklar fark etmişti durumu. Kocası hala anlayabilmiş değildi. Kadının gözünde eski evinden getirdiği çiçekler kadar değerleri yoktu.

"E, yapacak mıyız?"

Zehra bir an irkilip kardeşine baktı. Annesine karşı içinde biriktirdiği öfkeyle yanlış karar vermekten çekiniyordu. "Ya çok sinirlenirse? Ne bileyim bizi terk ederse?"

Ali'nin bakışları koyulaştı. "Şimdi yanımızda sanki." 

"Deme öyle şeyler."

"Bu gece yapacağım. Sen gelmezsen gelme." 

Zehra başını iki yana sallayarak kötü düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştı. "Tek gidemezsin. Seninle geleceğim. Ama... Ali başka bir yolu denesek olmaz mı?"

Ali ablasına ters bir bakış atarak, "Olmaz," dedi. "Annemizin artık bizi sevme zamanı gelmedi mi? Kaç sene geçti sayamıyorum. Onlarla yaşamaktan bıktım. Ölsünler artık. Hem ne kadar abarttın yani. Alt tarafı çiçek."

İki kardeş gece hiç uyumadılar. Uygun bir saatte evden sessizce çıktılar. Hava zifiri karanlıktı. Rüzgar buz gibi esiyordu. Ne hava! Zemheri inmişti köye. Soğuktan nefesleri kesilmişti. Çiçeklere doğru yaklaşırken etraflarına bakındılar. Kimsecikler yoktu. Ses de çıkmıyordu. Cinlere bulaşmadan işlerini halletmek istiyorlardı. 

Tüm hayatlarını mahveden çiçeklerin kökünü söktüklerinde tuhaf bir rahatlama hissettiler. Uzun zamandır taşıdıkları bir yükü atmak gibi... Zehra elinde tuttuğu pembe çiçeğe bakarken doğru kararı verdiklerini düşündü. Onlarla ne yapacaklarından emin değillerdi ama. 

"Çöpe mi atsak?" diye sordu Ali ama bu kötü bir fikirdi. Annesi bulursa onları öyle bir döverdi ki... Ya da daha fenası öldürürdü. Bu düşünce bile yeterince korkunçtu. 

Zehra bir an için panikledi. "Geri mi diksek? Korktum ben. Hava da çok soğuk. Üç harfliler dadanırsa ne yaparız." 

Bahçedeki ağacın arkasına tünemiş cin içinden güldü. Bir kez daha insanların ne kadar anlaşılmaz olduğunu düşündü. Annesinin en değer verdiği şeyi öldürmüşlerdi. Buna rağmen tek korkuları yakalanmaktı. Sanki gerçeği bilmiyorlar mıydı? Tuhaf şeydi insan olmak...

Cin karanlığın içinden süzülüp onlara doğru gelmeye başladı. Ağzından çıkan sesler belli belirsizdi. Zehra az da olsa ayırt edebilmişti. Zeynep diyordu! Korkudan beti benzi attı. Ali henüz fark edebilmiş değildi ama ne olursa olsun kaçmak zorundaydılar. Zehra kardeşinin bileğinden tuttuğu gibi onu evin içine sürüklemeye başladı. Cinin adımları yavaştı. Onlara doğru gelirken hiç acele etmiyordu. Evin içine girdiklerinde kapı deliğinden baktı Zehra. Onların değil, çiçeklerin peşine düşmüştü anlaşılan. 

Ali tek yatmak istemeyince Zehra onunla uyumaya razı oldu. Zaten kardeşini yalnız bırakmaya içi el vermemişti. Kollarını ona doladı, zavallı korkudan titriyordu. Ellerindeki toprağı temizlemişlerdi ama tırnaklarının içine de girmişti. Bedelinin bu kadar ağır olacağını tahmin etmemişlerdi elbette. Sabah olunca kıyamet kopacaktı. 

Nitekim kadın uyanır uyanmaz çiçeklere bakmaya gitti. Feryadı ev ahalisini uyandırmıştı. Çiçekler mahvolmuştu. Üstelik kökleri de yenmişti. Kadın dövündü, durdu. Kocası ona yardım etmek istedi ama nafile. Yanına kimseyi yaklaştırmadı. Toprağı avuçladı. Nasıl ağlıyordu! 

Zehra ve Ali pişman olmak şöyle dursun, annelerinin verdiği tepkiden rahatsız oldular. Belli ki cini başlarına o musallat etmişti. Hem de ne uğruna? Öfkeleri taşma noktasına gelince canlarına tak etti. 

Evden kaçıp doğruca muhtarın evinin yolunu tuttular. Bu olanların affedilir bir yanı yoktu. Annesi onları nasıl bir belaya bulaştırmıştı! 

Muhtar sabahın erken saatinde kapısını çalan kardeşleri içeri buyur etti. Onlara gevşemeleri için su verdi. Zehra bir çırpıda olan biteni anlattı. Kelimeleri doğru düzgün kuramasa da muhtar derdini anladı ve, "Tarla cini musallat etmiş size," dedi. 

"Üç harflilerin... adını anmasak daha iyi," dedi Zehra ürperirken. İçinden dua etmek istedi ama ellerinde hala toprak kalıntıları taşırken buna hakkının olmadığını düşündü. Kardeşine engel olması gerekirdi. Bu günahı ömrü boyunca taşıyacaktı. 

Muhtar hafifçe tebessüm etti. "Doğru, üç harfliler. Ailelere bir danışmam gerekir. Bu durumda verilmesi gereken ceza belli ama bir ihtimal tövbe etmesi karşılığında bağışlanabilir. Köyde duyulmazsa hallederiz." 

Ali kısa bir anlığına ablasına bakınca aynı şeyi düşündüklerini anladı. "Ya duyulursa?" 

"Elimden bir şey gelmez o zaman." 

Zehra kardeşine kalkması için işaret verdikten sonra muhtara döndü. "Ne kadar teşekkür etsek az. Size gelmekle doğru şeyi yapmışız." 

Muhtar onları uğurladıktan sonra arkalarından uzun uzun baktı. 

İşledikleri günahla yüzleşip tövbe etmek yerine soluğu babaannelerinin kapısında almışlardı. Olan biteni anlatınca zaten gelinden haz etmeyen yaşlı kadın kıyameti kopartmıştı. Eline bir sopa alıp eşi dostu da toplayıp evin yolunu tutmuşlardı. 

Kalabalığın bir anda büyümesi çocukları korkutmuştu. Zehra kardeşini arkasına aldı. Ellerindeki toprağa baktı. Başka yolu yoktu. 

Neler olup bittiğini görmemek için eve girmemişlerdi. Ama kalabalığın dağıldığını görünce ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ali ablasına iyice sokuldu. Dün gece olduğu gibi titriyordu. 

Kalabalıktan çıkan iri kıyım bir adam yanındaki arkadaşının kolundan dürttü. "Vallahi inanmak güç. Evlat acısı. Yerinde olsam... Tövbe. Uğursuz laflar etmiş olmayayım şimdi." 

Arkadaşı bıyık altından güldü. "Amma deliymiş bu da! Kızını ve kocasını çiçek olarak yetiştirmek ne demek!" 

Başka şeyler de konuştular ama sesleri git gide uzaklaştı. Zehra ve Ali nasıl bir durumun içine düştüklerini yeni idrak ediyorlardı. Toprağa bulaşan elleri... Hayır, kandı bu. 

"Allah'ım affet!" dedi Zehra. Kardeşi ona bakınca bunu sesli dile getirdiğini fark etti. Bir daha asla bu konuda konuşmamak için sözleştiler. Gözlerle verilmiş, sessiz bir sözdü bu. Zehra kardeşinin kolundan tuttu ve kalabalığa karıştılar. 

Günahları toprağa gömüldü. Herkes olanları unuttu. 

Ancak ellerindeki leke hiç temizlenmedi.