Toprağa düşen her tohum, filizlenebilmek için gerekli koşulların oluşmasını bekler. Ve onu güzelleştiren şey aslında onunla nasıl ilgilenildiği değil, onun ne kadar çok gelişmek, dönüşmek istediği ile ilgilidir. O yüzden bir yanda kışın ortasında yalnız ve ilgiden mahrum kaderine başkaldıran kardelen varken diğer yanda büyük alaka göstermenize rağmen bir türlü çiçeğini açmayan ev bitkilerimiz vardır. Peki, nedir bu ikilinin arasındaki fark? Büyük bir tekliğin parçası olan insanlık, bu ikilemde kendini nasıl görebilir?


Bu soruların cevapları için öncelikle insan ve toprak arasındaki ilişkiye değinmek gerekir. Bu ilişkinin başlangıcı elbette doğurganlığın, yaratımın sembolü olan kadına dayanır. Tarım devriminin yaşandığı neolitik dönemde kadın, bitkilerin bazı parçalarını toprağa ektiği zaman o bitkiden bir daha çıktığını keşfetti. Ve bu büyük keşiften sonra insanlık günübirlik yaşamaktan ve açlıktan tamamen kurtuldu. Ve karnı doyan insan artık dış dünyaya dönüp bakabildi, gördükleri karşısında kendini keşfetmeye başlayabildi. İnsanlığın ruhsal evriminin en büyük tetikleyicisi şüphesiz tarım devriminin getirdiği refah ortamıdır. Toprakla sürekli ilişki içinde olan kadının toprağın gizemini çözmesi elbette uzun sürmedi. Çünkü topraktaki dişil öz onda da vardı. Toprağın ne zaman bol hasat vereceğini, ne zaman kendini naza çekeceğini iyi anlardı kadın. Ve toprakla arasındaki dostluk neticesinde büyük topluluklar kurulmaya başlandı. Fiziksel doyumu yaşayan insan artık ruhsal açlığını hissedebiliyordu. Bu durum ona felsefeyi ve sanatı keşfettirdi. Toprakla bağı oldukça güçlü olan insanlık, onun sayesinde kendi yaşamının anlamı peşinde koşabiliyordu. Ve bu yüzden toprak kutsaldı. Toprak onlar için milyonlarca yılın getirdiği en büyük bilgi hazinesiydi. Ve bundan dolayı onun dilini bilen ve onu işleyen kadın ise bilgeydi. Bu bilgelikleri kadın toplumuna anlatır ve bu şekilde bu bilgileri korur, geliştirirdi. Ve bundan ötürü günümüzde "kültürlü olmak" terimi, yani yaşam hakkında derin fikirlere sahip olma durumu, eski zamanlardaki toprakla insan arasındaki ilişki ile ilgilidir. Bu bir anlam kayması değil, aslında bir nevi anlam genişlemesidir. Çünkü günümüzün anlamıyla "la culture" (kök anlamı toprağı ekip biçmedir) geçmişin o bilge kadınları ile ilintilidir. Geçmişten günümüze kadar gelen tanrıça kadınların, günümüz "erk" dünyasına "biz hâlâ buradayız" çığlığıdır.


Kelimeler çoğu zaman form değiştirerek kutsal ve kadim bilgileri günümüze taşıdığı gibi, bazen de kutsal ve kadim bilgileri yok etmek için deforme edilmiştir insanlık tarafından. Çünkü günümüz düzeni, belli bir zümrenin hâkim olduğu anlayışına sahip ve bu ayrışmadan beslenen bir çürümüşlük ürünüdür. Ve kelimeler yaşamı yaratan yegâne unsurlar olduğundan dolayı her kelime zihnimizde iyi ya da kötü bir manada var olur. Örneğin "maganda" kelimesinin asıl anlamı Ermenicede "eşi ölmüş erkek" demekken günümüzde kullanım amacı haydut misali insanlar içindir. Ama diğer yandan da Kürtçede hayat anlamına gelen "jiyan" kelimesinin kökü, kadın anlamına gelen "jin" kelimesidir. Kelimeler nedensiz yere anlam değiştirmezler. İnsanın verdiği anlam değiştiği için kelimeler farklılaşır.


Fakat asıl konumuz olan "la culture" kelimesi şüphesiz ki en büyük bilgi kaynağı olan toprağı anlayabilmiş bilge kadınların tüm bilme durumlarına akma hâlidir. Bu kelimede anlam kayması olarak görülen şey aslında anlamın ta kendisiyle bütünleşme hâlidir.