Fotoğraftaki kadınlar gülüyordu ama fotoğraf çekindikten hemen sonra hayatın verdiği keder ve yaşlanmanın verdiği karamsarlık tekrar kadınların yüzlerine oturacaktı. Fotoğraftan bana yansıyan sadece buydu. Elime bu fotoğrafın nerden geçtiğini hatırlamıyorum. Muhtemelen fotoğraftakiler annem ve kardeşleriydi. Muhtemelen mi? Anneni ve teyzelerini hatırlamıyor musun? Annen mi değil mi? Annem, annem ve teyzelerim. Yazıklandım.

 

Odamın ahşap kapısını ilk defa evden çıkarken kapattım. Ben varken içeriye girmelerini istememem doğaldı ama dışarı çıkarken kapatmama bir anlam veremedim. Ayakkabılık çok dağınık gözüktü gözüme. Siyah bir bot bulup giydim. Bayramdan önce belediyenin dağıttığı botlardan olması lazım. Sağ olsunlar. Kaç numaraydı acaba? Ayağımı sıktı mı bol mu geldi yoksa tam mı oldu? Kapıyı öylece çekip dışarı çıktım. Anahtar montumun cebindeydi sanırım. Eve dönmeye niyetim yoktu zaten. Aslında en son döneceğim şey evdi ve hayatımdaki tek gerçek odamın penceresinin yeni bir odaya açılmasıydı. Güneşi görmek için iki kez pencere açmam gerekiyordu. Hüzünlü gecelerin elbette sabahı olurdu. Bu sefer sabah olmadı. Hüzünden sonraki sabahın olmayışı bir sonun göstergesi miydi ya da yeterince hüzünlenemedik mi?

  

Düşünmeye başladığım anda tramvayda olduğumu fark ettim. İçerde üç kişi dikkatimi çekti. Uzun boylu, zayıf yapılı, kısa ve kıvırcık saçlı orta yaşlarında olan bir adam. Diğer ikisi ise çocuktu. Çocukların babası olmalıydı bu adam. Bir kız bir erkek. Kız erkekten bir yaş büyük gözüküyordu. Altı yedi yaşlarındalar. Aralarındaki farkın az olması Anadolu’daki doğurganlıktan geliyordu muhtemelen. Erkek çocuk çok dikkatimi çekti. Çok mu dövüyorlardı onu? Farklılığını, çocuk yaşta elinden almak istercesine dövüyorlardı onu. Yıpranmış kışlık bir ayakkabısı vardı, rengi solmuş kot pantolon ve lacivert eski bir mont. Soğuktan üşümüş elleri aşağı doğru nizami şekilde duruyor ve tramvayın hareketine göre sallanıyordu. Tramvaya ilk defa binmiş gibiydi. Masum ve meraklı gözlerle etrafa bakıyordu. Ama sadece bakıyordu. Ne bir soru sormaya ne de bir harekete yetecek gücü yok gibiydi. Çok mu dövüyorlardı onu? Sadece gözlerinin izin verdiği kadarıyla idare etmek zorundaydı. Ablası için söylenecek pek fazla şey yoktu. Kaderinin çok önceden çizildiği ona aşılanmıştı. Zamanı geldiği zaman yaşıyordu, o kadar. 

  

Sesindeki çekingenlikle beraber "Ne zaman ineceğimizi şuradaki tabeladan takip edebiliyoruz abla, baksana" dedi erkek çocuk. Ablası pek umursamadı. Babası ise o sırada birine "Mithatpaşa durağına gelince söylersin bana değil mi ağam?" dedi. Erkek çocuk babasına kendi gözlemlerinden bahsedecek kadar iletişim kuramıyordu. O da dışarıyı seyretmenin en güzel eylem olduğunu fark etti. Seyretti.


"Abi Mithatpaşa bu durak," dedi yolcu. "Yusuf, Zeynep haydin" diye bir ses duyup irkildim babam kolumuzdan tutmuş beni ve ablamı sürüklüyordu. E annem neredeydi. Annem mi? Benim hiç annem oldu mu ki? Babam beni kolumdan tutmuş sürüklerken beni tramvayda unutsa daha mutlu olabilirdim diye düşündüm. Belki de tekrar binmek zorunda kalmazdım. Bindim.