Kentleşme kavramı, kırsal toplumların bazı nedenler (sanayileşme gibi) ile birlikte kentsel alanlara yönlenilmesi ve bu yönlendirme sonucunda ortaya çıkan toplumsal değişimlerin ifade edilmesidir. Kentleşme, çok büyük bir toplumsal değişmeyi ön plana çıkarır. Yaşam değişir, kültürel faaliyetler dönüşür, ekonomik ve sosyal hayat bundan etkilenmektedir. Bu nedenle kentleşme yaşanan toplumlarda değişim kaçınılmaz ve incelenmeye tabiidir.


Türkiye’de tarih içerisinde incelendiğinde kırdan kente akan bir toplumdur. 1920 yıllarında kır toplumu özellikleri sergileyen ülkemiz 1950’li yıllarda hızlı bir kentleşme sürecine girmiştir. Türkiye’nin kentleşme tarihini inceleyecek olursak ilk olarak ‘Cumhuriyet Öncesi Kentleşme’ zamanına bakmak gerekir. 15. yüzyıl Osmanlı döneminde toplumun kentsel yapısı korunarak ilerlenmiştir. 19. yüzyıl da Osmanlı Devleti’nin kapitalizmden etkilenmesi sonucu kentsel yaşamda değişimler olmaya başlamıştır. Tanzimat Fermanı sonrası Batı’dan gelen yeniliklerin sonucu olan dönüşümlerden kentler ve kent yapısı da etkilenmiştir.Tarımın azalması, ulaşımın kolaylaşması için yeni yolların yapılması ve ulaşım araçlarının artması, insanların liman kentlerinde daha fazla iş olanaklarının olması, yapılan yol düzenlemeleri ile birlikte kapalı mahalle yapıları ve çıkmaz sokakların artık cadde tarzı daha açık şekilde revize edilmesi yaşanılan toplumu oldukça değiştirmeye yetmiştir. Bu dönemde Türk toplumunda ‘sınıf’ yapısı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu da 19.yy’ da kapitalizmin Türk ekonomisi ile eklemlenmesinin doğurduğu bir sonuçtur. 


Cumhuriyet dönemine baktığımızda ise modernleşmenin kentleri etkilemesinden ziyade sadece teorik olarak değil mekânın şekillenmesi açısından etkilendiğini görüyoruz. Yeni bir devletin kurulması, başkentin değişmesi ve yeni bir rejimin gelmesiyle toplumun siyasi duruşu ve yaşam tarzı da şekillendirmek istenmiştir. Bu nedenle kentler artık mekânların sadece kendi oluşumunu değil, toplumsal görüntüsünü de yansıtmaya başlamıştır. 1950’lerden sonra da artan kırsal göç ile birlikte insanlar ‘gecekondular’ ile birlikte kentlere yerleşme imkânı bulmuşlardır. Bu da o dönemden günümüze kadar gelecek olan konut sorununu başlatmış ve bu dönemde ilk defa ‘gecekondular’ yapılmıştır. Ulaşım için ise kentler, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ‘yaya kenti’ olarak tanımlanırken 30’lu yıllardan sonra şehir içi motorlu araç kullanımı oldukça artmış ve önem kazanmıştır. 


Türkiye’nin ‘Kırsal Göç Kaynaklı Kentleşme’ yaşadığı yıllara baktığımızda ise 1950 ve 60 yılları arasında ülkenin sanayiye yatırım yapmaktan ziyade tarımı modernleştirmesi ile dışa açılma süreci ve liberalleşme başlamıştır. Bu dönemde tarımda teknolojik aletler kullanıldığı için köylerde iş gücü azalmış ve köylüler arasında geçim derdi baş vermiştir. Bu aletlere sahip olabilen toprak sahipleri servetlerine servet katarken, bu aletlere erişimi olamayan küçük toprak sahipleri ise geçinemedikleri için mallarını satmak durumunda kalmışlardır. Yani bu bir savaş olsaydı eğer kaybedeni kesinlikle küçük toprak sahipleri olurdu diyebiliriz. Mallarını da satan köylüler, köyde istihdam sağlanamadığı ve kentlerde gelişen sanayide iş gücü ihtiyacını duydukları için, hayatlarına devam edebilmek ve geçinebilmek adına çareyi kırdan kente göçte bulmuşlardır. Bunun doğurduğu bir sonuç olarak da kentte beklenmeyen bu yoğunluk konut ve istihdam sorunlarına yol açmıştır. 50’lerde bu sorunu ‘gecekondulaşma’ ve ‘apartmanlaşma’ ile çözmeye çalışmışlardır. Gecekondu yasal ve planlı bir düzenleme değildir ancak o dönemin devletinin kent için kırdan gelenlere sağlayabileceği istihdama yeterli maddi imkanı olmadığı için göz yummak zorunda kalmıştır. Yani gecekondu, göç eden insanların kent ile bütünleşmesini sağlamış ve Kıray’ın tanımladığı ‘tampon mekanizma’ işlevini görmüştür. Yani bu dönemde kırdan kente göçün sağladığı konut sorunu, alt sınıfın ‘gecekondulaşma’, orta sınıfın da ‘apartmanlaşması’ ile çözülmek istenmiştir.


1960 ve 1980 tarihleri arasında baktığımızda ise kentleşmesi daha planlı hale getirmek istemişlerdir. Bu dönemde tarıma yapılan teşvik ile ülke içi ve dışı işçi göçü azaltılmaya çalışılmış ve kentleşme hızı da yavaşlamıştır. Devlet, sosyal pazarın gelişmesini ve üretimin artmasını desteklemiştir. Bu dönemde gecekondular ve apartmanlaşma yeni toplum kimlikleri ortaya çıkarmıştır. İlk zamanlarda gecekondu yapısı istenmese de daha sonrasında yasa ile güvence altına alınmıştır. Kırdan kente iş için gelenler sanayiye ucuz iş gücü sağlamış ve emek maliyetini düşürmüştür ve göç sayısı fazlalaştıkça sanayi işletmeleri herkese iş bulma şansı sunamamıştır. 


Kentleşmenin yayılmasıyla birlikte 1980 ve 2000 yılları arasında kent merkezlerinin sanayileşmemesi için tüm üretim faaliyetleri organize sanayi bölgelerine taşınmaya başlamıştır. Bu şekilde sanayilerin yaydığı kirlilik, şehir merkezlerinden uzaklaştırmak istenmiştir. 80’lerde kentsel alanlar metalaşmaya başladığı için serbest piyasa daha hakim olmaya başlamıştır. Bu da alışveriş merkezlerinin artmasına ve lüks otel ve konutların fazlalaşmasını sağlamıştır. Gecekondular ve apartmanların olduğu mahalleler kentsel gelişim ile birlikte yeniden yapılanma dönemine geçmiş, tarım toplumundan sanayi toplumuna evrilen kentler yeni bir modernleşme sürecine girmiştir. Bu yıllarda toplumsal değişim sebebiyle bir çok problemle karşılaşılmıştır. İnsanlar tarafından dışlanma, bireyin kendi içinde yaşadığı yalnızlık ve suç oranlarının artması buna örnek verilebilir. Kırdan kente değişim kültürel problemleri de beraberinde getirdiği için toplumsal yapıda yaşanılan dönüşümlerin paralel ilerlememiş olması bütünleşme sorununu beraberinde getirmiştir. Kültür farklılığı kendi içerisinde ikili kültürel bir yapı oluşturmuş, ‘eski kentliler’ ve ‘kentteki köylüler’ olarak kendi içinde sınıflandırılmıştır. 


2000 sonrasında baktığımızda ise kentler toplumsal ve ekonomik değişim ve gelişimlerin mekanı olmuştur artık. Kentsel dönüşüm projeleri ön plandadır ve bu sayede toplu konutların yapımı hızla artarak kentte ‘site’ anlayışını meydana getirmiştir. Yeni bir yaşam tarzı olan bu siteler, gecekonduları yıkarak oraya daha üst-orta sınıf insanların gelebileceği ve dışlayıcı daha içe kapanık bir yaşam biçimini sunmaktadır. Konut alanlarında yapılan bu çalışmalar kent içerisinde yaşayan yoksulların hayata tutunmasını zorlaştırmıştır. Çalışmalar tamamen kent içerisinde üst ve orta sınıfın yaşamına uygun olacak şekilde planlanmıştır. Bu sayede toplumsal tabaka da yeniden tanımlanmak durumunda kalmıştır. Sanayinin hakim olduğu varsayılan kentlerdeki mavi yakalılar, bu planlamalar nedeniyle azalmış, yüksek gelirli beyaz yakalılar ve düşük gelirli hizmet çalışanlarının artmasını sağlamıştır. Beyaz yakalıların artmasıyla da yeni bir orta sınıf varlığı düşünülmeye başlamıştır. 


Sonuç olarak, kentleşme kavramı topraklarımıza sanayileşme ve modernleşme ile birlikte ülkemize girmiş ve kapitalizmle de sıkı sıkıya yerleşmiştir. 20.yüzyıldan itibaren hızlı bir kentleşme süreci içerisinde giren ülkemiz, 50’li yıllarda modernleşme ve sanayileşmenin de artmasıyla birlikte tarıma olan destek kesilmiş ve insanlar hem modernleşme etkisiyle hem de yaşam mücadelesi nedeniyle kırdan kente göç etmek durumunda kalmışlardır. Kırdan yapılan kente göç etmenin en büyük nedenleri barınma ve çalışma, iş bulma nedenlidir. Ancak devletin o dönemde bu artan göçe hazırlıklı olmaması da ‘gecekondulaşma’ sorununu ortaya çıkarmıştır ve günümüze kadar da devam etmektedir. Kentleşme, sadece bizim değil tüm dünyada yaşanılan bir gerçekliktir. Bakış açısı olarak ikiye ayrılan kentleşme daha çok modernleşme ve sosyoekonomik, kültür açıdan gelişme olarak adlandırılırken, bazıları için de metropollerin artması; kültürün kaybolması korkusunun ve yerleşim sorunlarının doğurduğu planlamalar ve bireyin psikolojisi açısından olumsuz değerlendirilir. Bu nedenle günümüzde de kentler nüfus yoğunluğu ve sermaye açısından olumlu olarak karşılansa da kentleşmenin neden olduğu sorunlar ile baş edilmesi ya da engel olunması gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir.