Anneleri hep kadınlardan seçiyorlar, ne ilginç. Size annemi hiç anlatmadım mesela. Pek konuşmazdı ama saçları ıhlamur kokardı. Pek kitap okumazdı ama harika çamaşır asardı. Annem gidince kalbime iyi bakamadım, erken kurudu Albay'ım.
Kalbimde bir sızı, bilincimde bir çatlak, zihnimde bir uyuşma… Aşık olduğum ilk kadın coğrafya öğretmenim. Karadeniz'de dağlar denize paralel uzanıyor ama biz onunla yan yana uzanamıyoruz. Televizyon hala tek kanal, Varşova Paktı, Soğuk Savaş, nükleer tehditler… İnsanlar ölüyor. İnsanlar ölüyor, ben büyüyorum. Büyüdükçe kafam da büyüyor, ellerim büyüyor. Büyüdükçe hayallerim küçülüyor. Görüyorum, insanlık kan kaybediyor. Ben insanlığa kan vermek istiyorum, kan gruplarımız uyumsuz çıkıyor. Yıkılıyorum. Her şey siliniyor, her şey. Tam bitti diyorum, ufuktan Ayşegül doğuyor. Ayşegül, dünyanın en güzel şiiri. Saçları, burnu, gözleri, hepsi tam kafiye.
Keşke az sonra ölmeyecek olsaydım. Yalan yok, içten içe hayatım boyunca ben hep ölmeyi istedim. Bazen durur, düşünür, yaşıyor olmanın ne kadar saçma olduğunu fark ederdim. Size olmuyor mu ya? Yaşamak ağır gelmiyor mu? Hayat böyle sırtınıza bir kambur gibi binmiyor mu? Bana oluyor. Düşün ki altı milyar insan var dünyada. Peki bana ne gerek var? Gerek yok, bana gerek yok. Tamam o zaman, tamam. Bırakın beni öleyim. Nasıl olsa unutuluruz be. Ne mühendisler ne doktorlar unutulmuş. Bir Ayşegül üzülür, bir de Sinan. Ama o da ertesi güne unutur, çocuk ne de olsa. Ayşegül ağlar, çok ağlar, sonra daha çok ağlar ama sonra unutur. Hepimiz unutulmak için yaratılmadık mı?
Siz, siz yine de beni hemen unutmayın be. Arada bir resmime falan bakın, söylediğim havalı sözleri bir kenara not edin. Ben unutulacak adam mıyım be. Son sözü ne oldu diye sorarlarsa şu şiiri okuyun:
“Ölüyorum Tanrım!
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür.
Biliyorum Tanrım!
Ama ayrıca aldığın şu hayat fena değildir,
Üstü kalsın.”