Doktoruna âşık eşcinsel bir akıl hastasının hikâyesini izledim geçenlerde. Ünlü bir opera sanatçısı olan annesi, turneden turneye koşarken Afrika turnesinde bir adamla tesadüfen birlikte olur. Tamamen tesadüf eseri doğmuş ve sevgisiz bir yaşamda hayatı boyunca babasını bir kez gören bir çocuk büyür. Sekiz yaşındayken ilk ve son görüşme olan buluşmada, babasıyla çıktıkları fil avında gözleri önünde babasının silahından çıkan kurşunla yere devrilir koca fil ve ölürken gözleri kilitlenir sekiz yaşındaki çocuğun gözlerine. Çocuk o günden sonra yaşadığı bu sarsıcı olay sebebiyle aklını yitirir, annesinin ölümüne neden olur. Eve geldiğinde, elinde bir kutu ilaçla yerde yatan annesini bir ambulans çağırıp kurtaracağına, “filin şarkısını” söyler tam seksen yedi kere. Annesi ölürken oğluna, “seni seviyorum” yerine, “üç nota yanlış.” der. On dört yaşında olan genç, isteyerek ve bilerek annesinin yaşamda kalması için hiçbir şey yapmaz. Gözlerini ölürken ona kilitleyen fil, hayatı boyunca onu rahat bırakmaz.
Tedavi gördüğü hastanede ortadan kaybolan psikiyatrın nereye gittiğini anlamak için onunla görüşme yapan bir başka psikiyatrla konuşurken, tek istediği şeyin ölmek olduğunu keskin zekâsı ile saklayabilmiş ve akıllılık-delilik arasındaki ince çizgide dans edebildiğini göstermiştir herkese. Onunla konuşan doktora ince ince vururken, sorgulattığı birçok şey için uykumdan verip derin derin düşündüm o geceden beridir. Ortadan kaybolan doktoruyla büyük bir aşk yaşadığını söylemesi onunla görüşen doktoru şok etmiş ancak ilerleyen saatlerde, esas doktorunun, kardeşinin felç geçirdiği ve yanına gidiyor olduğunu bildirdiği notu çaldığını itiraf etmiştir. Herkes bu adamın doktoruna zarar verdiğini düşünür ancak beş yıldır kaldığı bu hastaneden kurtulamayacağını bilmesi, yaşadığı aşka karşılık bulamamış olması ve oradan asla kurtulamayacağını anlaması üzerine yapılmış bir planı vardır. Görüşmeye gelen doktorun, dosyasını okumasını ve ne hastalığı olduğunu bilmesini istemez. Konuşmak için koyduğu ilk kural budur. Öyle zekidir ki; doktorunun yerini söyleyecek ve bunun karşılığında çikolata yiyebilecektir. Doktorunun notunu, görüşme yapmaya gelen doktora vermeden önce bir kutu çikolata alır elinden. Çikolatayı fazla kaçırdığında ona adrenalin yapılmalıdır. Doktor dosyasını okumadığı için bunu bilmez ve çikolataları yiyen hastaya adrenalini yetiştiremez. Hasta kaybedilir ve o koca filin ölümüyle yaşanan çocukluk travması, eşcinsel yönelim, anne nefreti ve hayata dair tüm acılar sona erer. Psikolojik acı çekenler bilirler; bu ne tırnak ağrısına, ne de böbrek sancısına benzer.
Çocuklukta yaşanan acıların derin izlerini düşündüm bu filmden sonra. Büyürken hayatlara vuran, ruhu şekillendiren, görünmez darbelerine daldım. Zekânın üstünlüğüyle deliliğin dostluğunu gözler önüne seren bu filmde, bir hayvanın yıkılışının bir çocuğa nasıl etki yaptığını görebildim. “Dünyada çocuktan bol ne var?” diye düşündüm. Oysa filler her geçen gün azalıyordu. İnsanoğlu ne yazık ki fillerin olmadığı bir dünyada yaşayamayacağını henüz kestiremiyor, sevgisiz çocuklar büyütüyordu. Dünyada, köpekler asılıyor, kuşlar vuruluyor, vahşi çocuklar büyüyordu.
Filmi izledikten birkaç gün sonra aklıma aniden Yunus Emre’nin bir sözü geldi: "Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı." Bu dizeyi “dünya acısı’’ ile ilgili okuduğum bir yazıdan hatırladım. Almanca “die welt’’ kelimesi ve “schmerzen’’ fiilinden türemiş bir kelime olan “weltschmerz’’, dünya acısı anlamına gelmekteydi. Jean Paul takma adıyla yaşamış, bir Alman romancının ortaya atmış olduğu bir kelimeydi bu. İnsanın idealindeki dünya ile gerçek dünyanın birbiriyle çatışmasından duyulan acıyı ifade etmek için kullanmıştı yazar bu kelimeyi. İnsanın dünyada bulunmasının, varoluşunu gerçekleştirmeye çabalamasının doğurduğu duygunun adıydı dünya acısı. Almanlar tek bir kelimeyle anlatabilmişlerdi bu büyük acıya neden olan her şeyi. Dünyadaki yalnızlığın, varoluş acısının ve dünyaya atılmışlığın bir kelimede yan yana gelmeseydi bu kelime. Fillerin şarkısını söyleyen çocuğun dünyaya atılmışlığını düşündüm. Yaşadığı acı, varoluşunu gerçekleştirmeye çabalamasının doğurduğu duyguydu. Hayatlarında bir kez karşılaşmış kadın ve erkeğin tesadüfen geçirdikleri bir gecenin sonunda dünyaya atılmış, sekiz yaşındayken ilk ve son kez gördüğü babası onu fil avına götürmüştü. Filin yere yığılırken gözlerine kilitlenen gözleri dünya acısına acı katmıştı. Yunus Emre’nin dediği gibi varlık gönül darlığına çare değildi. Zekâsı ve varlığı, dünyaya atılmışlığının sızısına, varoluş acısına ve yalnızlığına yetmiyordu.
Ölmek üzere yerde yatan kadına fillerin şarkısını söylüyordu oğlu. Tam seksen yedi kere. Yere yıkılırken gözlerine kilitlenen filin gözleri hayatı boyunca rahat bırakmamıştı onu. Sevgisiz hayatının öcünü alıyordu annesinden, nefretini anlatmaya çalışıyordu. Annesini kurtarmak için istediği tek şey, annesinin ağzından sevildiğini duymaktı. Annesi ona sadece “Üç nota yanlış.’’ dedi. Üç nota yanlıştı…