Herhangi bir şehrin herhangi bir mahallesinin herhangi bir caddesinde uyandım. Nefes alıp verişimin ilk kez yaşamaya değil de anlamaya oluşu gayet, apaçık küstahlıktı. Bir düşüncemin olmayışına aldırmadan, sağa sola bakarak ve yaşama içgüdülerimi kırbaçlayarak ilerliyordu alışagelmiş meçhule. Yine bana ait olmayan beynim ve ayaklarımla sizin gösterdiğiniz okullarda okuyup, sizin gösterdiğiniz işlerde çalışıp sizin göstermekten bıkmadığınız, banka kredilerini alıp üstüne üstlük sizin bir bok çukuruna gömer gibi takdim ettiğiniz mezarlığa gömülürkenki nefesimi bırakışımdı bu.


Boydan boya caddeyi geçerek gölgemi peşime ister istemez takıyordum. Bozuk kaldırımlara sövüp kulağımda tarif edilemez müzik, enstrümanların harladığı şarkıya aittim. Kaldırım biter bitmez derin bir nefesle daha taçlandırdım bulunamaz, gereksiz başarımı.


Herhangi bir çöp konteynerinin kenarında hayata tutunduğumu kimse bilmez! Dönüp dönüp bakacağımız bir adamdı karşımdaki. Herkes gibi de değildi sanki. Elbiseden bozma, kat kat ama markalaşmadığı için eskimiş, yıpranmış hatta üstüne yapışa yapışa bir deriyi andırıyordu. Sanki anasının karnında o elbiselerle doğmuş, o elbiselerle ölecekmiş gibi gelmedi değil o an gözüme. Renkleri birbirine girmiş, çıkmak bilmeyen kokusuyla tamamlamış gibiydi. Çöpleri karıştıran her insan gibi dönüp birkaç kez bakılası ve içindeki insani duyguları yaşatmaya çabalayan, bir şeyin tarifsizliği eşliğinde önüne bakıp yoluna devam edilecek biriydi. İlk kez durup bakmayı seçtim o an. Herkesin yapmaya cesaret edemediği, değerli zamanı çalınacağını düşünmeden iki gözümü silahın namlusu gibi adamın üstüne nişanladım. ‘’Niçin?’’ ve ‘’Neden?’’ sorularıyla işgal ettiği düşüncemi görmezden gelerek yürümeye çalışamamam, kafama balyoz etkisiyle ‘’Gidecek yerlere acele etsek bile her zaman geç kalırız.’’ düşüncesi beynimi ele geçirdi. Kutlarım!


‘’Adam’’ nitelendirdiğim korkuluk, belli belirsiz el hareketleriyle siyah bir poşeti karıştıradursun, beni ayrı bir düşünce ıslattı, bu gündelik yaşantımı... ‘’Niye siyah?’’

“Sahi ya niye siyah poşet? Çöplerimizi gizleme duygusu mu yoksa aldıklarımızı gizleme duygusu mu? Herkes alamaz aldıklarımızı diyeyse eğer, bunca evden çıkan poşetlerin içine reklamlardan oluşan yaşamlarımızı koyarken kimin poşet olduğu artık kimin umurunda? Kimse bizim rezil yaşantımızı görmesin diye mi ağzını sıkı sıkı bağlıyoruz?” diye sentezlerken soruları birbirinin üstüne; vücudumdan narkoz etkisinden kurtulmaya çabalayan hasta gibiydi gölgem. Düşüncelerim, olmayan ağacın gölgesinde soluklanadursun.


Baktım baktım baktım… Karşı kaldırıma geçip kendime, adama, çöplere, içine, dışına; adamı kenara itercesine ben de aramaya başladım. Ama neyi? Neyi arıyordum?


Adam o kadar derinden kazıyordu ki poşeti, sanki cennete gidecekti yerin yedi katmanını aşıp madenciler gibi. İki portakal çıkarttı en sonunda o çabadan. Yüzü hiçbir hediyenin mutlu edemeyeceği bir hal aldı. Bizim hayatımızda sevdiklerimize bile veremeyeceğimiz mutluluk belki de bu. Tanrı'nın belli belirsiz yüzünü gördüm gülümsemesinde. Dudakları, yanakları hiç bu adamın değildi sanki. Bir çocuktan çalınmış şekerin tadı vardı sanki yüzünde. Ben, ilk o an Tanrı'yı gördüm köhne bir caddenin kimsesiz çöp konteynerinin yanında. Adamdan bozma mahlûkat bana bu defa bakıp Tanrı'nın tasvirini çizen Da Vinci gibi beynime kazıyordu. Ben sadece duruyordum. Öylece. Bir bayrağı çekilecek direk gibi. İnsanlar benimle beraber yokmuş gibi. Hatta insanlar benim gördüklerimi görüp, gördüklerinin bozulacağını düşünüp bana çarpmamak için büyük çaba sarf ediyordu. Yanımdan parmaklarının ucuyla gidiyorlardı, benim olmayan düşüncemin yanından.


O an, beynimin tam orta yerine atom bombası atılmış gibiydi. Ne bir düşünce ne bir hücre işliyordu. Hareket edebilen birkaç düşüncemi yakalayıp sırtına binerek kırbaçlıyordum eve kadar. Annemin yakındaki pazardan hep minimum aldığı meyvelerden portakalı aradım. Kabuklarını soyarak mutluluğu aradım. Bulamayacağımı bildiğim halde mutfaktaki bütün meyveleri soymaya başladım. Hızımı alamıyordum, son sürat bir yük kamyonu gibiydim. Mutsuzlukla kafa kafaya çarpışmam an meselesiydi. Aslında çarpışmışım, benim haberim yokmuş… Bunu da annem söylemişti bir ara.


Tekrar bir sinir harbinden galip gelmek istercesine pencereyi açıp savuruyordum bütün meyveleri. Düşman almadan almam lazımdı kanlı sırtı. El bombalarıyla dağıtıyordum mutsuzluğumu. Ne fayda... Bu hengâmeden sıyrılan bedenimi dönüp kapının yanında duran annemi fark ettim. Bunları anlarcasına tepki göstermeden, bana dikkatlice bakıp elinden eksik etmediği, bana karşı alınmış hayal kırıklıklarından derin bir nefes almışçasına mutfağın görünmez yerlerine üfledi. Sandalyeden masaya, kaşıklardan bardaklara, duvarlara kadar... Çarptıkça belirginleşen, gittikçe çekilir hal almayan, sanki ben odada yokmuşçasına açtığım pencereden çıkıp gitti.


Ve umutlarımla geldiğim evden aynı yerime hayal kırıklıklarıyla döndüm. Felç inmiş bedenime, korkuluğun da yardımıyla işime, bana verilen düzeni, toplumun biçtiği giysiyle hatta bana hediyeymiş gibi bahşedilen derin nefesimle sürüklendim uçurtma misali acemi ellere. Çöp konteynerinin pis ellerinden sıyrılıp korkuluğa bakarken bir diğer portakalı daha çıkarttığını gördüm. Bir aydınlanmayla eş değer mutluluktu bu… Utanmasam ben de korkuluğa sarılıp insanmışçasına sevinecektim.

‘’Asıl mutluluk yokluğun içindeki varlıkmış, asıl mutluluk görmekmiş.’’


Kaldırıma yapışmış ayaklarımı koparıp gölgemi önüme alıp olmayan ağaçtan aldığım düşüncemi bir balonmuşçasına yola koyuldum. İşe geç kaldım, diyerek mutluluğumun orta yerinde saate baktım ve sadece yirmi dört saniye geçmişti. Bir mutluluğu anlamak yirmi dört saniye sürmüştü, bir yaşam yirmi dört saniyede son bulmuştu. Korkuluğa baktıkça; geçip sıkıntısını düşen sahtekâr insanların arasından, geçip giderken kafamda, iş çıkışı otobüsle annemin mezarını ziyaret etsem mi, diye iç geçiriyordum oysa.