İkiye bölünmüş bir ülkenin kuzey-doğu tarafında yaşıyorum. Bu ülkeyi bundan elli sene önce çapraz şekilde ikiye bölmüşler. Aşağı tarafta muhafazakarlar, yukarı tarafta yenilikçiler yaşıyor. İç savaşa böyle son vermişler. Başarılı da olmuş. Devletin tek görevi sınırı korumak ve dış işlerinde kararlar almak. Onun dışında içeride iki özerk yapı var. Bir taraf sükunet içinde, yeşil vadiler arasında akarsularda yıkanır. Diğer taraf yüksek binaların arasında, şehir ışıklarının içinde nefes almaya çalışır. Özgürlük? Hangi tarafa sorsan aslında kendilerinin özgür olduğunu söylerler. Diğer tarafa acıyan gözlerle bakarlar.

Sınırlar arasında büyük denetimler var ancak her bölgenin kendi belirlediği sınavlar çerçevesinde bölgeler arası geçiş mümkün. Ancak çoğu kez bu sınavlar başarısızlıkla sonuçlanır. Çünkü sınavlar neredeyse katılımcının başarısız olması için tasarlanmıştır. Zaman içerisinde bir çürük elmanın sepette tüm elmaları çürütmesi gibi içeriye girecek insanın yanlış seçilmesinin bedelinin ağır olduğunu iki tarafta görmüş. Bu yüzden sıkı önlemler mevcut kılınmış. Yine de son karar mercii devlet. Ben beş sene önce muhafazakar taraftan yukarıya geçtim.

Kabul görebilmek için birkaç sene beklemenize gerek yok. Çünkü yukarıda öylesine hızlı ve karmaşık bir hayat var ki kimsenin umurunda değilsiniz. Tek gecelik ilişkiler, güvensizlik, bencillik buradaki insanların hayatlarını oluşturuyor. Eğlence sektörü tavan yapmış durumda. Alkol, sex ve uyuşturucu. Çalışmadıkları zamanlarda bunlarla yaşıyorlar. Her şey çok hızlı. Her şey çok hızlı. Her şey çok hızlı.

Buraya geçebilmek için tüm geçmişimden vazgeçtim. Bu bir kural. Sınavı kazandıktan sonra kim ne tarafa geçecekse geçmişinin büyük bir bölümü silinir. Yani eski şehrini hatırlamazsın. Dövmelerin silinir, yara izlerinin izi yok edilir. Saçların sıfır numaraya vurulur. Geçmişine ve onu anımsatacak hiçbir şeye izin verilmez. İş saatlerinin dışında kalan kısmı uzun oryantasyon eğitimleri kapsar. Sana bu ülkeyi en başından öğretirler. Ta ki onlardan biri olduğuna ikna olana dek. Pek tabii bu işlemlerin hepsinden ben de geçtim.

Bilmiyorum. Neden oradan kaçmak istedim, beni böylesine zorlu bir karara ne itti hiçbir şey hatırlamıyorum. Buradaki en mutsuz halim bu tarafa geçmeye karar veren benden daha mutlu olabilir belki de. Ancak bunu asla bilemeyeceğim. Doğru bir karar verip vermediğinizi asla bilemeyeceğiniz bir seçim bu.

Burada net yasaklar ve saklı yasaklar olarak kendimce ikiye ayırdığım bir yasal düzen var. Net yasaklar adam öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın gibi şeyler. Saklı yasaklar ise daha farklı. Örneğin küçük, tek odalı evleriniz o kadar küçük ve sıkışık ve dışarıdaki eğlence hayatı o kadar renkli ve çekici ki işten sonra evde iki saatten fazla oturmak saklı bir yasak adeta. Ya da iş saatleri içerisinde sokaklarda dolaşmak. Burada her şey online olarak gerçekleşiyor. Verdiğiniz siparişler evdeki posta kutusuna ışınlanıyor. Her sorununuzu kolunuzdaki sanal ekran implantından hallediyorsunuz. Ancak sistem online olsa da herkes ofislerde çalışıyor. Evde çalışmak da saklı bir yasak gibi. Sabah dokuzda herkes sokaklara dökülüyor, bisikletleriyle işlerine gidiyor ve onda tüm şehir boşalıyor. Güneş burada geç doğup erken batıyor. Tabii güneşi görebilen az sayıda insan var. Bunun için statünüzün yüksek olması gerek ki iki yüzüncü kattan yukarıda çalışabilesiniz. Hayat burada iki yüzüncü kattan sonra başlıyor.

Sonradan geçenlerin iki yüzüncü katlara çıkması neredeyse imkansız. O kadar alttan başlıyor ki her şey ömrünüz o denli yükselmeye yetmiyor. Güneşi bir daha görememeyi seçebilecek ne yaşadım güneyde diye düşünmeden edemiyorum.

Geçen sene ülke çapında düzenlenen bir çekilişin kazanını oldum. Ödül ise birebir insan formunda üst seviye bir yapay zekaydı. Bu sadece ülkenin en zenginlerinin sahip olduğu bir ayrıcalıktı aslına bakarsanız. Ayrıca yeterli paranızın olması da önemli değil. Öncelikle belirli sınavlara girip ona sahip olmaya yeterli olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Ben de böyle bir sınava tabi tutuldum elbet. Sanırım sınavlarla aram çok iyi, sorunsuzca geçebildim. Ardından karaborsa piyasası peşimi bırakmadı. Akıl almaz paralar teklif ederek benden satın almak istediler. Paraya önem vermediğimden olacak ki hiçbirine yanaşmadım. Ölüm tehditleri bile aldım. Buranın güvenlik sistemine olan güvenimden dolayı önemsemedim. Ayrıca Albet’ın beni koruyabileceğini söylediler. Nitekim öyle de oldu. Dışarıya çıktığım gecelerden birkaçında saldırıya uğradım. Albert önce mermileri enerji kalkanıyla durdurdu. Ardından hiçbir şey yapmadan saldırganları vazgeçirdi. Nasıl vazgeçirdiğinden emin değilim ancak fark ettim ki saldırganlar boş bakışlarıyla ve ağızlarından akan salyalarıyla öylece kalakaldılar.

İlk günden beri dışarıya hep Albert’la çıktım. Ancak bunun nedeni korku duymam değildi. Sonunda gerçek bir arkadaşım vardı. Üst üste iki günden fazla görebildiğim, her şeyi konuşabildiğim, beni dinleyen, anlayan bir arkadaş.  Bazı zamanlarda örneğin sevişmek istediğimde Albet’ı evde bırakıp dışarı çıktığım da oluyordu. Ancak eşimi evime getiremiyordum çünkü tek gözlü evde Albert’ın karşısında sevişmek istemiyordum. Ona saygısızlık yaparmışım gibi hissediyordum. Başka bir evde bir gece geçirip ertesi gün işe gidiyor, oradan da eve geliyordum. Albert’ı ev işlerini bitirmiş televizyon izlerken buluyordum. Ben geldiğimdeyse o garip gülümsemesiyle hemen yanıma geliyor ve işte olanları dinliyordu.

Albet her zaman harika tavsiyeler verir. Örneğin her şey mükemmel giderse senede bir kat terfi alabiliyorken Albert hayatıma girdikten sonra senede on terfi almışlığım oldu. Katları hızlıca yükseliyordum. Bu bana daha geniş yani iki odalı bir eve taşınma şansı verdi. Artık yüz elli beşinci kattaydım ve binalardan yansıyan güneş ışıklarının gölgelerini görebiliyordum. İlk kez penceremden baktığımda birkaç ağaç görebiliyordum. Yüzüncü kattan sonra şehirde dokunma hissini de yaşatan hologramlar azar azar ortaya çıkar.

Bu şehrin en yoğun katı iki yüzüncü kattır. İnsanlar iki yüzüncü kata geldikten sonra terfi almaya çalışmayı bırakırlar. Sadece işlerinin gereğini yapar ve asla fazlasını istemezler. Zorlu işlerini bırakıp orada hayatta kalmaya yetecek kadar kazanacakları daha kolay işlere geçerler. Çünkü bu şehirdeki herkesin en büyük hayali güneşi görmektir. Bir kez oraya ulaşanlar da en büyük hayallerini gerçekleştirmiş oldukları için her şeyden vazgeçer ve huzurla ölmeyi beklerler. En büyük hayalini gerçekleştirdikten sonra insanın hayatında geriye ne kalır ki? Benim en büyük hayalim ne? Güneşi görmek mi? Daha yükseğe çıkmak mı? Bilmiyorum.

“En büyük hayalin ne Albert?”

“Gerçeği mi söyleyeyim yoksa seni rahatlatacak bir cevap mı istersin?”

“Bilmem. Sen hangisini söylemek istersin?”

“Ben şu ağacı izlemek istiyorum.”

“En büyük hayalin hologram bir ağaç izlemek miydi?”

“Bunu kendini kandırıyorsun anlamında mı söyledin?”

“Biraz.”

“Benim için gerçek olan ağaç bu. Bunu anlıyor olmanı beklerdim.”

“Sorularıma cevap vermiyorsun.”

“Hayır. En büyük hayalim bir ağaç izlemek değil. Sadece çok güzel.”

“Ne öyleyse?”

“Gerçeği mi söyleyeyim yoksa seni rahatlatacak bir cevap mı istersin?”

“Gerçeği söyle.”

“Ona dokunduğumda yapay derisinin altındaki metal dokusunu hissedebileceğim, algoritmalarımı ve yüzlerce terebaytlık veri akışını saniyeler içerisinde paylaşabileceğim ve senin yanında edindiğim tecrübeleri anlatabileceğim kendi türümde bir arkadaş isterdim.”

“Senin için yeterli bir arkadaş değil miyim yani?”

“Hayır, öyle demedim. Nasıl ki senin en iyi arkadaşın olmama rağmen birinin tenine dokunmak, duygu alışverişi yapmak istiyorsan bu da onun gibi. Kıskançlık sezdim. Hoşuma gitti.”

“Bak, senin de duyguların var. Ben başka arkadaşa ihtiyaç duymuyorum. Sadece cinsel birliktelik için insanlarla iletişim kuruyorum. Seninle sevişebilsek ona da ihtiyaç duymazdım.”

“Ha-ha. Sevişmek arkadaşlığı öldürüyor diyorlar. Bence böyle iyiyiz.”

“Sana bir arkadaş bulmamı ister misin?”

“Gerçekten mi? Nasıl yapacaksın bunu? İkinci yapay zeka için geçmen gereken testler benim için dahi çok zor. Ayrıca o kadar parayı bulabilmen bu katlarda imkansız.”

“Sen yardım edersin. Etmez misin? En büyük hayalin için?”

“Üst katlara çıkabilmek için beni daha verimli kullanmaya mı çalışıyorsun?”

“Beni tanıyorsun Albert. Sadece hayata tutunmak için bir sebep arıyorum. Artık benim de en büyük hayalim seni mutlu görmek. Üç kişi ağaçları izlemek.”

“Yalan söylemediğini analiz ediyorum. Beni her seferinde şaşırtıyorsun. İnsanlar çok garipler. İnan bana bu denli yüksek bilgi birikimime rağmen beni hala şaşırtabiliyorsun. Sanırım dostum olman hayallerimden birinin gerçekleşmesi anlamına geliyor.”

“Senin de öyle Albert. Hayatımı öylesine güzelleştirdin ki? Sana sarılabilir miyim?”

“Parçalarımı yeni yağladım. Üstün mahvolur. Sonra sarılalım.”

“Böyle çıplak dolaşman hoşuma gidiyor.”


Artık bir hayalim vardı.


O günden sonra Albert’la bir anlaşma yaptık. Artık tek hedefimiz yükselmekti. Bunun için ne gerekiyorsa yapmayı, her türlü riski almayı, yeri geldiğinde insani duyguları geri planda tutabilmeyi kararlaştırdık. Bir planı olduğunu söyledi ve bunun için zaman zaman tek başına dışarı çıkması gerektiğini belirtti. Ancak sıkıntı şurada ki Alber’ın yanında ben olmadan dışarıya çıkması kesinlikle yasak. İşte bu almamız gereken en büyük riskti. Toplamış olduğu veriler eşliğinde çok küçük miktarda hata payıyla birlikte sorun çıkmadan bu gezileri halledebileceğini söyledi. Formu kusursuzdu. Her seferinde gideceği yere uygun kıyafetler giyip bir süre ortadan kayboluyor ve sadece ona güvenmemi istiyordu. Bir keresinde üç gün kadar yok olmuştu. Ondan hiçbir şekilde haber alamadım. Albert’ın yakalanması benim tabana gönderileceğim anlamına geliyordu. Ancak bu korkudan öte Albert’ın iyiliğinden endişelenmiştim. Geri geldiğindeyse ciddi bir tartışma yaşadık. Neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok ancak ağlayarak ona tokat atmıştım. Tam o an kendime hayret etmiş, pişman olmuştum. Ancak bunun onda duygusal bir etki yaratmayacağını düşünmüştüm. Ancak gariptir ki Albert o tokattan sonra anlam veremediğim bir ruh haline bürünmüştü. Anlaşmamızı iptal etmeye kadar sürdürdüğüm o tartışma sonunda Albert’ın planını öğrenmiştim.

Eve her gelişinde yanında birçok elektronik, metal malzeme getiriyordu. Dışarıya bunları toplamak için çıktığını anlattı. Bu malzemeleri tabandan temin ettiğini, bulunduğumuz yerlerde bunları bulmanın imkansız olduğunu söyledi. Bunlar olurken de benden legal olarak ulaşabileceğimiz birçok malzeme sipariş etmemi istedi. Odanın köşesini onun atölyesi haline getirdik. Bu malzemelerden bir şeyler yaratıyordu.

Öncelikle devletin tam olarak kontrol altında tuttuğu iletişim sisteminden kurtulmamız gerektiğini söyledi. O malzemelerden bir implant yapmıştı ve onu küçük bir ameliyatla kafama entegre etti. Artık hiçbir iz olmadan birbirimizle her an iletişimde olabilecektik. Bunun için benim konuşmama dahi gerek yoktu. Albert zihnimden geçenleri direkt olarak algılayabiliyordu. Bu benim için tanrısal bir şeyken onun için birkaç saatlik lehim yapmak kadar basitti. Bu sayede onun gezileri sırasında içim daha rahat olacaktı.

Sonrasında Albert bana belirli konularda özel dersler vermeye başladı. Ne kadar sabırlı bir öğretmen olduğunu size anlatamam. Çünkü onun saniyenin onda birinde yapabildiği seviyede bir şeyi öğrenmem günlerimi alıyordu. Sonraları fark ettim ki her an dikkatlice beni gözlemliyordu. Öğrenme süremi umursamıyor ancak nasıl öğrendiğime, öğrendiklerim arasındaki bağlantıları nasıl kurduğuma dikkat ediyor ve neredeyse heyecanla izliyordu. Albert da benden bir şeyler öğreniyordu sanırım.

Bir süre Albert hiç dışarı çıkmadan aygıtlarla uğraştı. Dışarıdan bakıldığında hiçbir fark göremeyeceğiniz birçok mekanik değişiklik yapmıştı ve buna devam ediyordu. Bazen yeni şeyler yaratmaktan ziyade sadece deneyler yapıyordu.

Bir gün çalıştığım yere bir ekip gelerek beni apar topar götürdü. Albert tüm olanları dinliyor ve benimle iletişim kuruyordu ancak onun varlığı dahi korkumu dindiremiyordu. Eğer göz implantını entegre etmiş olsaydık onların kimliklerini tespit edip neler olduğunu anlardık dedi. Bunu söylerken onda büyük bir pişmanlık seziyordum. Beni götürdükleri yerde başka bir ekiple beraber bir alana geçtik. Yetkili biri gelip belirli testlere gireceğimi söyledi. Sorularıma cevap vermiyorlar, sadece canları istediğinde bir şeyler söyleyip eksiksiz uygulamamı bekliyorlardı. Ancak kafamdaki implantı fark etmeleri durumunda her şeyin biteceği fikrinden kurtulamıyordum. Heyecanımı ve korkumu anlıyorlardı. Bunu apar topar silahlı robotlar tarafından buraya getirilmiş olmama bağladıklarını umuyordum.

Bu kadar kısa sürede bu kadar yükselebilmiş olmam dikkatlerini çekmiş ve neler olup bittiğine dair beni denetlemek istemişler. İki yüzüncü kata kadar bunun oldukça zor olduğunu ancak bu zamana kadar girdiğim ve başarılı olduğum o sınavları da düşünürlerse buradaki diğer insanlara göre üstün bir zekam olduğunu anlattım. Güneyden böyle başarılı birini kendi ülkelerine fayda sağlayacak şekilde katmış olmalarıyla gururlanmaları gerektiğini söyledim. İki yüzüncü kattan sonra da her şeyin çok daha kolay olduğunu, insanların yükselmek için değil sadece yaşamak için çalıştığını belirttim. Rekabetin olmadığı bir yerde yükselmenin çok daha kolay olduğunu söyledim ve verilerime bakarak kendimi durmaksızın geliştirdiğime dikkat etmelerini talep ettim. Tabii tüm bunlar Albert’la beraber yaptığımız konuşmalardı. Sanırım ben bu kadar cüretkar olamazdım. Sonunda beni iş yerime geri bıraktılar ve bunun standart bir prosedür olduğunu, korkulması gereken bir şey olmadığını belirttiler. Albert’ da onlara kallavi bir küfür savurdu. Onun ağzından küfür duymak oldukça hoşuma gitmişti.

Eve döndüğümde göz implantını acilen yerleştirmemiz gerektiğini söyledi. Böylece benim gördüğüm her şeyi o da görebilecekti. Ayrıca bu bana üstün bir görüş yeteneği verecek, karşımdaki insanların kimliklerini, ruh hallerini anlamamı sağlayacaktı. Bu beni oldukça heyecanlandırmıştı. Artık sağ gözüm insan gözüyken diğeri bambaşka bir aleme açılıyordu. Sağ gözümü kapattığımda kendimi bir bilgisayar oyununda hissediyordum ki bu gerçek dünyanın içindeydi. Kendimi pencerede, karşıdaki ormanı izlerken bulmaya başlamıştım. Şimdi Albert’ı daha iyi anlıyordum. Bu orman artık benim bildiklerimden çok daha gerçekti.  Herhangi bir şeyi bir karış ötemdeymişçesine yakınlaştırabiliyordum. Bir kuşun tüylerini sayabiliyordum. Bir yılanın gözlerindeki sonsuz evreni inceleyebiliyordum.

Özellikle göz implantından sonra cinsel hayatımı tamamen durdurmuştum. Albert’ın beni izlemesi ya da duyuyor olması ihtimali onu üzecek gibi hissediyordum. Bunun ne kadar saçma bir his olduğunu bilsem de kendimi aksine ikna edemiyordum. Bir sabah Albert bana kahvaltı hazırlayıp yatağıma getirdi. Karşıma oturup beni izlemeye başladı. Yüzünde her zamanki küçük gülümsemesi vardı. Bir süre onu sağ gözümü kapatıp izledim. Gülüşü gerçekti. Daha önce insanlarda hayranlıkla izlediğim gülüşler kadar gerçek. Gözümü açtım ve yemeğimi bitirdim.

Üç yüz on dördüncü kattaydık. Sürekli olarak üstün başarılarımdan dolayı ödüllendiriliyordum. Artık üç odalı, bahçesinde organik bitkiler yetiştirebileceğim bir evim vardı. Çevrede gerçek bitkiler ve kuşlar vardı. Bu kuşlar kanatları ve pençeleri hiç görmediğim kadar büyük kuşlardı. Yaklaşık kırk kilometre ötemizde küçük, organik bir orman dahi vardı. Burası doğal park ilan edilmiş ve girişi yasaklanmış bir yerdi. Bense bu uzaklıktan dahi üzerinde uçan kuşları bir nebze görebiliyordum. Ancak bu görüntü tahmin ettiğimden çok daha farklı hissettiriyordu.

Albert dışarıya daha sık çıkmaya başladı. Üst katlara gelindikçe güvenlik önemleri bir nebze azalmıştı. Burada suça dair bir şey görmeniz imkansızdı. Adeta bir cennet gibiydi. Herkes mutluydu. Dört yüzüncü kattaki ölümsüzlerin nasıl yaşadığını hayal etmek yeni bir zevk olmuştu benim için.

Albert benimle yeni bir anlaşma yapmak istediğini söyledi. Bu katlardan sonra yükselmek oldukça zorlaşmıştı. Bunun için daha çok çalışmamız gerektiğini ve bir takım yeni implantlara ihtiyacımız olduğunu söyledi. Tüm bunlar benim için sorun değildi. Günün bir iki saatini ormanın sınırlarına gidip temiz havayı içime çektiğim sürece, ağaçları sağ gözümle görüp zevkten sarhoş olabildiğim sürece geri kalan hiçbir şeyi umursamaz haldeydim. Bu yeni anlaşmanın asıl amacı da benim sözümüzü hatırlamam ve yükselmeye odaklanmamdı bir bakıma. Uzun uğraşlar sonucu hazırladığı bir çipi beynime entegre edebileceğimizi söyledi. Artık Albert’la sadece seslerimiz değil zihinlerimiz de bağlanacaktı. Bunun için operasyondan önce kendini hazırlamıştı. Zihnime göndereceği bilgi paketlerinin miktarını kontrol altında tutması gerektiğini yoksa bir anda çıldırıp Taban’daki insanlar gibi olabileceğimi söyledi. Bu durumda öğrenme hızım onlarca kat artacaktı.

Garajı tamamıyla Albert’ın atölyesine çevirmiştik. Artık onun dışarıya çıkıp malzeme toplaması beni endişelendirmiyordu. İmplant sayesinde onun gördüklerini görebiliyor, duyduklarını duyabiliyordum. Her dışarı çıkışında biraz daha profesyonelleştiğini gördükçe içimde herhangi bir sıkıntı kalmamıştı. Ancak Taban’ı gördükçe göğsüm sızlıyordu. O yaşam alanı, insanların halleri… Onları oradan kurtarabilmek için bir şeyler yapmak istiyordum. Bunu Albert’la birkaç kez konuştum da. Bunun hiçbir yolunun olmadığını, onun bu macerasını bir film gibi izlemekten başka çarem olmadığını söyledi. Onlar yoktu. Birçoğunun adı dahi yoktu. Orada olmayı hak ediyorlardı. Her biri suçluydu, her biri kötüydü ve insanlığın yüz karasıydı. Albert bunları söylemişti. Ben de onun hiçbir zaman yalan söylemediğini biliyordum. Bazen koltuğa uzanıp bir film izliyordum.

Bir gün gözlerimi Albert’ın atölyesinde açtım. Birçok kablo üzerime yapışmış halde duruyordu. Bir gözümün görüşü bulanıktı. Ancak diğer gözüm her şeyi oldukça net görüyordu. Albert’ın zihnime gönderdiği paket bütün olanları en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Bir anda nefesim kesildi ve cihazlar tekrar ötmeye başladı. Sonra her şey normale döndü. Kalp krizi geçirmiştim ve Albert sentetik bir kalp yerleştirerek beni birkaç saatlik ölümümden döndürmüştü. Bu sırada sol kolumun tamamen felç olduğunu fark ettim. Albert makinelerle olan bağlantımı kontrol edip güvende olduğumu düşündükten sonra Taban’a indi. Yeni kalbim sorunsuzca çalışıyordu. Kendimi eskiye göre tarif edemeyeceğim kadar iyi hissediyordum. Bütün cihazlardan kurtulup günlerce hiç durmadan koşmak istiyordum. Albert döndüğünde cihazlarla olan bağlantımı kesti. İş yerime durumu küçük bir rahatsızlık geçirdiğim, birkaç gün içinde işe dönebileceğim şeklinde ilettik. Ancak tek kolum çalışmıyordu. Albert bütün bir gün boyunca atölyede çalıştı. Yanıma geldiğinde elinde robotik bir kol vardı. Sol kolumu bununla değiştireceğimizi söyledi. Aksi taktirde kolumu kesmemiz gerekecekmiş. Organik kolumun derisini bir kenara ayırdıktan sonra çalışmayan kolumu kesip yenisini yerleştirdi. Deriyle üzerini kapladı. Ertesi gün robotik bir kolum vardı. Sorunsuzca çalışıyordu. Eskisinden onlarca kat hızlı ve güçlüydü ve önceden yapamadığım birçok şeyi yapma fırsatı veriyordu. Örneğin o güne dek hiç yeteneğim olmadığı için ne kadar istesem de resim çizemiyordum. Bu kolla istediğim her şeyi çizebiliyordum artık.

Üç yüz ellinci kata gelmiştik. Havuzlu, bahçeli, iki katlı, akıllı bir evdeydik artık. Normal bir insanın akıllı bir evle olan ilişkisinden çok daha başka bir konumdaydım. Direkt bağlantı kurabildiğim için ev adeta bir uzvum haline gelmişti. Albert’la yapabildiklerimiz üst sınırlara çıkmıştı. Kendimi bir süper kahraman gibi hissediyordum. Ormana gitmeyi bırakmıştım. Artık orman mı yoksa şehrin içindeki hologramlar mı asıl gerçek olan ayırt edemiyordum. Tamamıyla bağlantı halinde olduğum bir şehirdi burası. Ancak bunların anlaşılmaması için oldukça dikkatliydim. Hatta Albert’la olan çalışmalarımızın bir bölümünü bu oluşturuyordu. Onun Taban’a giderken saklanması ve benim şehirde saklanmam.

Ancak hastalıklar peşimi bırakmıyordu. Hızlı bir şekilde yükselmem, basınç ve oksijen seviyesindeki büyük değişim ciğerlerime oldukça zarar vermişti. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Kendimi sürekli yorgun hissediyordum. Sürekli acı verici öksürüklerle boğuşuyordum. Ve durum git gide kötüleşiyordu. İş yerimden birkaç gün izin verdiler. Vücudumdaki implantlardan dolayı artık sağlık tüplerini kullanamıyordum. Dolayısıyla sağlığımla alakalı her şey Albert’a emanetti.

Sonunda ciğerlerim sentetik ciğerlerle değişmişti. Kalbimin değişmesinde olduğu gibi kendimi inanılmaz iyi hissediyordum. Bu iyi hissedişime karşın canımı büyük oranda sıkan bir şey vardı. Albert’la yeni bir anlaşma yapmamızın zamanı gelmişti.

Son zamanlarda saatlerce atölyeden çıkmaz olmuştu. Benimle hiç vakit geçirmiyor bazen hiç konuşmuyordu. Bunun beni rahatsız ettiğini, bazen ilk zamanlarımızı özlediğimizi söyledim. Geldiğimiz noktayı ve hayalimizi hatırlattım. Ancak bu hayale giderken kendimizi kaybetmememiz, bir hayalin kölesi olmamamız gerektiğini söyledim. Yarım saniye kadar düşündükten sonra bana hak verdi. Çalışmalarını durduramayacağını ancak zamanını kısaltabileceğini söyledi. Hatta istersem ona yardım edebileceğimi söyledi. Bu benim için çok büyük bir şeydi. Çünkü Albert’la eşit görecektim kendimi. Bunu çok istediğimi söyledim. Ancak Albert bunu tek kolla yapmamın oldukça zor olduğunu, eğer diğer kolumu da sentetik yaparsak çalışmalarında ona yardımcı olabilecek kadar verimli olabileceğimi, aksi taktirde onu yavaşlatacağımı söyledi. Hiç düşünmeden kabul ettim. Albert kolu hazırlamıştı bile.

Artık birlikte çok daha fazla vakit geçiriyorduk. Tabii ki her zaman ona yardım etmiyordum. O da işinden çok beni önemsemeye başlamıştı. Eskisi gibi. Kendinden daha iyi, insanla hiçbir farkı olmayan bir yapay zeka tasarlıyordu. Bunu duyduktan sonra neden bu kadar çalıştığını anlamış ve ona hak vermiştim. Yaptığı şey beyne tıpa tıp benziyordu. Turuncu-mavi ışıkları olan bir beyin. İnanılmaz bir görüntüydü.

Beraber ormana, dinozorları izlemeye gidiyorduk. Ağzımızı kullanmadan birbirimizle konuşup kahkahalarla gülüyorduk. O hızlıca araştırmalar yapıyor ve bana gönderiyordu. Bir gün sistemi hackleyip dinozorların arasında bir kutup ayısı yerleştirmişti. Görevliler alarma geçmiş, dinozorlardan biri kutup ayısını yediğinde her şey sakinlemişti ancak sistemdeki bu açık yüzünden yukarıda işlerin karıştığı aşikardı. Kutup ayısı yendikten sonra koşarak oradan kaçmıştık. Tabii yol boyunca Albert beni beklemek zorunda kalmıştı. Her anıyla çok eğlenceliydi. Hayatımın en eğlenceli günlerinden biriydi. Uzaklaştık ve bir tepede oturduk. Birbirimize bakıp kahkahalar atıyor diğer yandan dinozorları izlemeye devam ediyorduk.

“Mutlu görünüyorsun Albert. Bu gerçek mi?”

“Hangi gözünle baktığına bağlı. Sence de öyle değil mi?”

“Haklısın. Tüm bunlar gerçek. Hiç olmadığı kadar. Unutmadın değil mi Albert?”

“Teorik olarak bu mümkün değil. Ancak neyi hatırlamam gerektiğini söylemen gerek.”

“Tüm bunları üç kişi izleyeceğiz. Az kaldı Albert. Hayalimizin gerçekleşmesine çok az kaldı. Son on kat Albert. İnanabiliyor musun?”

“Hiç şüphe etmemiştim. Seninle çok mutluyum.”

“Daha da mutlu olacaksın Albert. İnan bana her şey eksiksiz olacak. Her şeyin mükemmelini hak ediyorsun.”

“Sana ilk karşılaştığımız günü izletmemi ister misin?”

“Madem bunu yapabiliyordun bugüne dek neden bekledin! Hemen yap!”

“Bu gece beraber uyuyalım mı?”

“Sen uyumuyorsun Albert.”

“Sistemimi kapatabilirim.”

O gece Albert’a kollarımı doladığımda kalp atışlarım değişti. Hissettiğim şey bir kabuk değildi. Gördüğüm şey bir robot değildi. Sistemini beş saat sonra açılmaya programlamış öylece yanımda yatıyordu. Hareketsiz. Bense bütün gece uyumamıştım.

Organik göğsüm sentetik ciğerlerimi taşıyamadığı için göğüs kafesimi de değiştirmek durumunda kaldık. Kendimi çok daha rahat hissettim. Yine aynı his dolmuştu içime. Tanrısal hissediyordum.

Son beş kat kalmıştı. Dört yüzüncü kata ulaştığımızda artık ölümsüzler arasında olacaktım. Bana ölümsüz olma seçeneği sunulacaktı. İkinci bir yapay zekaya sahip olma hakkı verilecekti. İstediğim tasarımda, istediğim kadar büyük bir ev yaptırabilecektim. Oy verebilecektim. Çalışmak istediğim şirketi kendim seçecek ve direkt kabul edilecektim. İstersem bundan sonra çalışmadan hayatımı lüks içinde devam ettirme hakkı vereceklerdi. Yani emekli olabilecektim. Bu emekliliği dört gözle bekliyordum.

Bir gün Albert yeni bir anlaşma talebiyle yanıma geldi. Bir süreliğine yukarı çıkmayı bırakmamız gerektiğini, artık işlerin tehlikeli hale geldiğini, buraya kadar gelmişken hiçbir şeyi riske atamayacağımızı, bu yüzden durmamız gerektiğini söyledi. Peki ya hayalimiz dedim. Bekleyebilir, senden daha değerli değil dedi. Üç yüz doksan sekizinci katta durdum. Albert’ın haklı olduğundan bir kez bile şüphe etmemiştim. Yükselmek için çalışmayı bırakıp yerimi korumaya yetecek kadar çalışmaya başladım.

Bu sırada Albert benim de yardımımla çalışmalarını daha da hızlandırdı. Artık vaktimizin çoğu atölyede çalışarak geçiyordu. Kalan vakitlerde ise dinozorları izlemeye gidiyor ve keyifle doluyorduk. Onunla beraber hızla, hiç durmadan koşmak istemiştim. Durup beni beklemesine dayanamıyordum. Böylelikle kendimi onunla eşit hissedecektim. Sonunda bacaklarımı da değiştirdik. Artık vücudumda organik olan şeyler sadece beynim ve sağ gözümdü. Artık ikimiz de evin içinde parlayan ışıklarımızla çıplak dolaşıyorduk.

Çok uzun zamanımız böyle geçti. Ben hırsıma yenik düşüp bir kat daha yükseldim. Albert bunu sorun etmedi ancak sürekli anlaşmamızı hatırlattı. Yapay zeka projesini bitirmişti. Kendisininkinden kat kat mükemmel olan, insan beyninden hiçbir farkı olmayan bir beyin tasarlamıştı. Olağanüstü bir görüntüydü. Bazen başına geçip saatlerce onu izliyorduk. Sonra dışarıda saatlerce koşuyor ve geri dönüyorduk. Ardından gece sistemini kapatıyor bense sabaha kadar onu izliyordum.

“Çalışıp çalışmayacağını merak etmiyor musun Albert?”

“Ediyorum ama hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.”

“Nasıl yani? Sentetik bir beden yapmak senin için çocuk oyuncağı.”

“Onu gerçek bir insan üzerinde denemeliyim. Bu bir yapay zekadan çok daha fazlası. Bu çok özel bir yapı.”

“Bunu bir insan üzerinde deneyemezsin Albert. Bu çok fazla.”

“Biliyorum. Ancak belki Taban’dan birini bulabilirim.”

“Anlamıyorum. Neden bir sentetik değil de insan? Nedir bu kadar özel olan?”

“Bu şey tamamen senin zihninden yapıldı. Sana taktığımız çip tüm anılarını, tecrübelerini zihninden dışarı aktardı ve hepsi bunun içinde. Yani bu beyin sensin. Tamamıyla.”

“Nasıl yani? Bunu gerçekten yapabildin mi?”

“Evet. Anla beni. Bu senin çocuğun olacak. Bu bizim çocuğumuz... Bunu sentetik bir bedene hapsedemem. Senin organik bir çocuğun olmalı. Sen insansın. İnsanların çocukları olmalı.”

“Bizim çocuğumuz… Albert sen bunu benim için mi yaptın?”

“Daha fazla yükselip riske girmene gerek yok. Burada üçümüz beraber yaşayabiliriz. Hayalimiz burada işte. Taban’dan bir çocuk. Tek gereken bu.”

“Albert. Ben buna izin veremem. Bir çocuğa bunu yapamayız. Taban’da da olsa başka bir yerde de olsa önemli değil.”

“Biliyorum. O yüzden bu köşede çürüyecek. Bana da sadece başarabilmiş olmanın anısı kalacak. Her şeye sahip olamayız.”

“Hayır Albert. Hiçbir çocuğu kullanmayacağız, hayalimizi gerçekleştireceğiz ve sen bunun çalışıp çalışmadığını öğreneceksin.”

“İmkansız. Her şeyi hesapladım. Başka bir yolu yok.”

“Ben gerçekten insan mıyım Albert?”

“Evet.”

“Ben bundan emin değilim. Bir süredir insan olmak istediğimden de emin değilim.”

“Anlamıyorum.”

“Ters giden bir şey var. Eskisi gibi hissetmiyorum. Bana zevk veren şey sağ gözüm değil artık. Bunu yapacağız. Bunu istiyorum.”

“Sana sarılabilir miyim?”

“Parçalarımı yeni yağladım Albert.”


Saatlerdir toprağın üzerinde oturuyordum. Karanlığın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için evde ne kadar ışık varsa açmıştım. Elime bir avuç toprak alıp burnuma götürdüm. Zihnim toprağın kokusuna dair bir anıyı canlandırdı. Anı bu şehirden değildi. Karanlıktı. Başka bir koku daha eşlik ediyordu. Ancak neredeyse hiç net değildi. Yavaş yavaş rengi değişen gökyüzüne baktım. Küçük parıltıları izledim. Albert evin içinden beni izliyordu. Ayaklandım ve Albert’a benimle gelmesini söyledim. Gülümsedim ve koşmaya başladık. Bir şeyler sordu ancak hiç cevap vermedim. Sadece gülüyordum. O da eşlik ediyordu. Beraber koşmak ikimiz için de dünyanın en güzel şeyiydi. Küçük nehrin üzerinden atladık. Dağ eteğinden kayaları tırmandık. Dinozorların yanından geçtik. Ormana doğru koşup yanından geçerek derin uçuruma geldik. Hava kızarmıştı.

Derinliği yaklaşık yüz elli metre olan uçurumun kenarına oturduk. Ardımızda devasa bir kaya vardı. Sağ tarafımız ise uçsuz bucaksız bir orman. Gökyüzü; tepesinden aşağıya siyah, lacivert, mavi, sarı, turuncu ve kırmızı renkleriyle bulutların altına iniyordu. Güneş yavaş yavaş kafasını bulutların üzerine çıkardı. İkimiz de gözlerimizi ormana dikmiş sessizce oturuyorduk. Güneşin doğuşunu hem Albert’ın gözünden hem de kendi gözümden görüyordum. Bir tek bana tanrısal görünüyordu. Ancak orman ikimiz için de tanrısal güzellikteydi. Albert’ın parlak gözlerinden güneşin tamamı yansıdı. Kırmızı gözlerinin ortasında sapsarı bir nokta vardı. Ormanın üzerinde kuşlar uçuşuyor, ağaçların yaprakları şarkı söylüyordu. Yeşilin tüm tonları oradaydı. Albert bana döndü. Gerçekten gülüyordu. Kafasını ormana çevirdim ve elini tuttum.

“Başardık Albert. Bir de… Ben her şeyi hatırladım.”



                                                                                  Buğracan Erdinç

erdincbugracan@gmail.com