Hani hep derdim ya, “bir şeyin varlığı ile yokluğu denk olmamalı” diye. Değil. Nasıl oldu da bu kadar işledin hayatıma bilmiyorum ama varlığın ile yokluğun denk değil. Sensiz yapamıyorum demiyorum. Sensiz de yaşıyorum ama seninle daha bir güzel yaşardım.

Kaç zaman geçti bilmem; öfke nöbetleri, başarısız flört denemeleri, sayısız kahve, sayısız şarap, sayısız ağrı kesici ile zaman ölçülmüyor çünkü.

Sanki etrafımda olup biten her şey, bana "o gitti” deme yarışında. Kanalı değiştirirken karşıma çıkan filmler, en çok satan kitaplar listesinde karşıma çıkan kitaplar, şarkılar, türküler, insanlar, hatta sokak hayvanları bile.

Bir köpeğimiz olsun isterdin, üç de kedimiz. “Hayatımızı bir film gibi yaşayalım.” derdin hep, bir romantik film gibi. Birlikte yapacaktık bundan böyle her şeyi, öyle demiştin, beraber yaşayacaktık, bisiklete beraber binecektik, en sevdiğimiz filmleri yine izleyecektik, bu kez beraber, kitapları bile beraber okuyacaktık, birbirimize okuyacaktık, hatta yalnızlığı bile beraber yaşayacaktık, “Artık sana yazmayacağım, bize yazıyor olacağız.” dediğin an ise sadece kalbim değil, onunla beraber beynim de uçmuştu. “Şu an nerede olmak istiyorum, biliyor musun?” demiştim sana. Sen daha cevabımı bile duymadan “Gidelim.” demiştin. Sonra gittiğimizi hayal etmiştik. Elim elinde, başın omuzumda, ayaklarımızı suya sokacaktık, sonra bir şişe kırmızı şarap açıp bir ateş yakacaktık. Sen, gelmeye de gitmeye de hazırdın. Beş saate neler sığdırmıştık öyle? Kurgulasan anca bu kadar olurdu. 

“seni seviyorum” dediğinde mutluluktan ağladığım, ağladığın o geceye geri dönemem, imkânsız. 

Oysa bu hikâyeyi birlikte yazacağız dediğimizde sonunu böyle mi yazacaktık? 

"Leyla ile Mecnun’u bile aratacak bizim aşkımız.” demiştin o gün. “Hayır,” deyip “Onlar kavuşamadı ama.” diye eklemiştim, içimde bir sızıyla. “Olsun.” demiştin, "Biz her şeyi değiştiririz.” 

Değiştirebiliriz sandık. İçine düştüğüm en güzel yanılgıydı. Yapamadık. Yapmadık. 

Derin bir tutkuydu. Derin bir acı kaldı. Sende de öyle mi? Değil, biliyorum…

Sen şimdi yeni bir yoldasın. Ben ise bana kalanlarla ve kendi payıma düşenden fazla kederimle yolun kenarındaki bariyerlere çarpmışım. Yola devam edebilme ihtimalim olduğuna bile şüpheliyim.

Ne olur çık zihnimden. Anıların, sözlerin ağırlığı yetmez gibi her an, her yerde zihnimde sesin. Varlığın her hücremde.

Bu nasıl bir aşktır, nasıl bir tutku, yokluğun bile her an, her yerde benden önde.

Şimdi ben çıksam senin yoluna. “Gel.” desem. Alsam seni karşıma, anlatsam içime attıklarımı, sana diyemediklerimi, sustuklarımı bir bir döksem… Ne fark eder bilmem, gittin ve ben sana “gitme” demedim. Ya da ben gittim, sen bana “gitme” demedin. Tıpkı ağlayarak bana okuduğun şiirdeki dizeler gibi. Sana gitme demedim, sen de iyi biliyordun sana hiçbir zaman “gitme” demeyeceğimi. Zaten biz hep birbirimizi biliyor ve anlıyorduk… Sen öyle derdin. Neydi o yaptığın alıntı, “İnsan anlaşıldığı yerde çiçek açarmış.” Bir de eklemiştin gülerek “Şimdi daha iyi anlıyorum bu sözü.” diye.

Çiçeklerim soldu sevgilim ama ben hâlâ seni anlamaya çabalıyorum. 

Bana her şey “o gitti” deme yarışına girmişken sen yeni bir oyun kurdun, oynuyorsun. Biliyor musun, belki kulağa çok bencilce gelecek ama biraz olsun üzül isterdim. Yalan yok. Zaten ben sana hiç yalan söylemedim. Tutamayacağım sözler de vermedim. 

O kadar ki ben seni incitmekten hep kaçındım. Sen de bilirsin bunu ama şimdi sorsam, inkâra kalkışırsın. Bu da incitir beni. Sen bunu da çok iyi bilirsin. Tıpkı, bana okuduğun şiirin artık bize özel olmadığını öğrendiğim an nasıl incineceğimi bildiğin gibi. Beni nereden vuracağını sen çok iyi biliyorsun.

Bölüştüğümüz her şey gibi yarım yamalak kaldım. 

Yine de teşekkür ederim geçen her günümüz için. Ruhum ruhun oldu, sende büyüdü, doydu, söndü. Ardında bıraktığın ateş ise her yanımı sardı, bu ateş söner mi, bu dipsiz boşluk dolar mı? Bilemiyorum… 

Hatırlıyor musun, ilk tanıştığımız o günlerde bana bir soru sormuştun, “Bilmiyorum”. demiştim sana. Gülümseyip “en çok kullandığın kelimelerden biri de bu” demiştin. Ben de kocaman bir kahkaha atmıştım, tüm şehri uyandıracak gibi bir kahkaha… “Kaçıyorsun, kaçma.” deyip bir sigara daha yakmıştın. Oysa kaçmıyordum. Sen de çok iyi biliyordun. Ne güzel susmuştuk birkaç dakika. Sonra sen bir sigara daha yaktığında “Çok içiyorsun, içme.” demiştim. Sustun, “Alternatifi yok ki.” dedin... Sahi, ne çok sigara içmiştin o gece. "Of” dedin sonra. Sanki her şey yıkıldı. “Nasıl yani?” diye sorduğumda nasıl da inat etmiştin açıklamamak için. Nasıl da inat etmiştim açıklatmak için. Sen kabul etmesen de kazanan ben olmuştum. İki saat sonra açıklamıştın biraz tedirgin, biraz da çocuksu bir üslup takınarak. “Kokun” demiştin... 

Ruhum ezilmişti, “Kokun olsa onu içime çekerim.” dediğinde. Bir koca kahkaha daha atabilmiştim yalnızca. Sanki hiç ruhu ezilen ben değilmişim gibi. Temkinli, mağrur, duruşundan ödün vermemeye çalışarak. Anlamıştın ama sen. “Anladım” der gibi gülmüştün. 

Ezbere bildiğim her mimiğini, her alışkanlığını şimdi zihnimden söküp atmaya çalışıyorum. 

Bir saat sonra dünyanın en mutlu insanları olacağımızdan habersiz yürüyorduk birbirimize doğru. Arada susarak, arada şiirler okuyarak, hayaller anlatarak. Adım adım ilerliyorduk. Şimdi o geceye de küsüm, yarısı gerçek olmuş o hayallere de küsüm, okuduğumuz şiirlere de küsüm.

Bir sana küsemedim o geceden, bir de o türküye küsemedim. Biliyor musun sevgili, ben hâlâ o türkünün o cümlesinde takılıp düşüyorum, hâlâ yüreğim orada sıkışıyor. Ve hâlâ kafamın içinde seninle konuşuyorum, saatlerce. 

Eksiğim şu ki yanıtlarını senin vermen gereken sorularım var, anılarımız ortaklıkta, gölge gibi sızmışlar her yana.

Biliyor musun, yorgunum. Aramaktan, sormaktan, düşünmekten ve seni anlamaktan, seni aklamaktan, seni sevmekten yorgunum. Yalnız kalamamaktan yorgunum. 

Her aklıma geldiğinde ardından ağlamaktan da yorgunum. Sensizliğin yaşattığı öfke nöbetlerinden de yorgunum. 

Sen hatırlıyor musun bilmiyorum. Benim aklıma da ruhuma da mıhlanmış. Nedendi hatırlamıyorum, ağladığımı fark edip “Ağlama, kurban olurum ben sana, artık ağlamak yok.” demiştin, “Kurban olma.” demiştim, sen afallayıp bozulmuştun önce. Sonra eklemiştim “Yaşa” diye. “Yaşayalım.” diye düzelttin hemen. “Bundan sonra her şey iki kişilik.” diye de ekledin hemen arkasına. 

Ne güzel de demiştin. Sesinde çocuklar koşuşturuyordu. Kalbim orada takılı hâlâ... Sen gittin ama ben kalmayı da iki kişilik yaşıyorum. Bana bıraktığın kırık dökük aşkımı da iki kişilik yaşıyorum.

Mesela her gün seninle konuşuyorum, beraber kahve içiyor, beraber kitap okuyor, beraber film izliyor, beraber geziyoruz. Öyle bütünleşik ki yokluğun hayatıma, çalışırken bile benimlesin. 

Ben sensizliği bu denli seninle dolu yaşarken sen beni, bunları hiç hissettin mi… Kelimelerim sana ulaştı mı, dokundum mu kalbine?

Ruhumun pusulası yok olmuş. Siyah beyaz bir fotoğrafın içine düşmüşüm, çıkamıyorum. 

Şimdi her şey, bana “o gitti” deme yarışında. Farkındayım, artık o günlere geri dönemem. O sözleri senden bir daha duyamam. Biliyorum. Anlıyorum da… yine... çiçekler açtı mı? 

“Biz farklı bedenlerde aynı ruhuz.” derdin bana hafif kibirli, bolca da gururlu, seni, aklını her okuduğumda ve seni her anladığımda.  

Bir de, “anlıyorum” dediğim zaman, nasıl mutlu olurdun. Sanki hep anlaşılmak çabasındaydın kısacık hayatın boyu. Şimdi de anlaşılıyor musun yürüdüğün o yolda?

Yol seninle güzeldi, seninle anlamlı. Bir daha kesişir mi yollarımız… bilinmez fakat yol bu, nereye çakar, o da bilinmez.

Düşünmeden de edemiyorum, bu sefer ben sorsam sana, “evet” der misin bana? “elimi uzatsam, tutar mısın?” Sen de bana “İnşallah çok bekletmedim.” der misin? “Bekletmeyelim ruhumuzu.” desem… 

O çocuksu, kocaman inadını aşıp dönmezsin, onu da biliyorum. 

Ne tuhaf ki araya giren mesafelerden midir, yoksa yine inadın mı tutu bilinmez, gittiğinden beri yaşadığımız her şeyden de gitmiş gibisin. Öyle bir gidiş ki seninki, hiç gelmemişsin gibi.

Ara ara soruyorum kendime; onca şeyi ben tek başıma, hayalimde yaşamış olamam değil mi? Eğer öyleyse bu ciddi bir problem. Unuttun desem, unutmak öylesi bir şey değil, biliyorum. Ketumluk desem değilsindir, onu da biliyorum. Sevmedin desem… Ona dilim varmıyor. Bunun gerçek olma ihtimalindense her şeyi tek başıma zihnimde yaşamış olmayı yeğlerim. Çünkü bu daha aha az acı verir bana. 

Sen bunu nereden bileceksin...

Şimdi her şey bana yine “o gitti” deme yarışındayken ben yine kendi kendime seninle konuşuyorum, seni düşünüyorum. 

Telefonu elime alıyorum yine.

Yazıyorum, beğenmeyip siliyorum. Korkuyorum ya da bir pişmanlık yaşamak istemiyorum.

Kaç gün olmuştu. Kaç gündür yazıp yazıp siliyordum. Bilmiyorum. Hesaplayamadım. Dedim ya, henüz ilaçlar, şişeler ve kupalar zaman hesaplamak için kullanılmaya başlanmadı. 

Ama ben mesajlarımı öyle bir yazıp siliyorum ki sanki gelip göreceksin halimi, sanki edemediğim vedayı edeceğim, sanki ışınlanacak ruhum ve bedenim.

Işınlanma… bir keresinde bunun olabilme ihtimali üzerine hayaller kurmuştuk birbirimizden uzak kaldığımız birkaç günde. Sonrasında “Uzaklık bu yollar değil ki.” demiştin de gülüşmüştük yine, aşkın çocuksu ve insanı afallatan heyecanı ile.

Biz seninle çok güzeldik be!

Bir şeyler bana yine senin gidişini hatırlatırken zihnimin içi yine susmuyordu. 

Sorular, ihtimaller, kendi kendime verdiğim yanıtlar ve bölüşülen anılar, adeta bir senfoni orkestrası oluşturuyorlardı. İyi değilim. Ve ben artık düşüncelerimi bastırmak, zihnimi susturmak için müzik açmaktan ve açtığım her şarkıda bir kez daha vurulmaktan yoruldum. 

Sen de öyle demiştin ya, “Vuruldum… bir kez daha. Acımıyorsun.” 

Vuruluyorum… kaç oldu, sayamadım. Acımıyorsun.

Ah sevgili, iyi değilim. Bilmiyorsun. Takılıp düştüm… “üçüncü dakika, dördüncü saniye”de…

Attığın bir mesaja ithafen adlandırılmış, upuzun, yol gibi karışık çalma listem… “Üçüncü dakika, dördüncü saniyeye alıp öyle dinle bu sefer.” yazmıştın. Orada başlamıştı öykümüz.

Şimdi ise zamanı sarmak istiyorum. Sensizlik hayaleti ile başa çıkmak, bu kadar sensemiş olmak, gidişinle, gidişimle baş başa kalmak çok zor sevgili. Ama sen bunu nereden bileceksin. Bilemezsin. Bilmiyorsun. Koyulduğun o yeni yolda, inadınla o kadar meşgulsün ki sanki ruhum ruhuna hiç değmemiş. Elin elimde değilmiş. 

Zamanı sarmak istiyorum sevgili. Zamanı sarmak… Büyük cümlelerin, iki kişilik anların, derin tutkuların ağırlığında eziliyorum ve sen de bilirsin, oldum olası “özlemek” beni korkuturdu. Şimdi anlıyorum; insan, tutunduğu dallar elinde kalınca yüzleşiyormuş, özlemin acımasız, soğuk, keskinliği ile.

Biz bu hikâyeyi böyle mi yazacaktık sevgili?

Garip…

Üç yıl geçmiş üzerimizden, üç yıldan da dört ay geçmiş, gitmiş. 

Şimdi her şey o kadar uzak, o kadar yabancı olsa da… yalnızca üç yıl, dört ay olmuş gidişinin ardından bu cümleleri yazalı. 

O zamanki hislerimin üzerindense sanki asırlar geçmiş. Zihnimde devletler kurulup yıkılmış, haritalarımı yeniden şekillendirmişim. İyi de etmişim.

Ne de olsa insan tutsaklıklarından arındığı kadar “var”dır…

Artık var olmaya çalışmıyorum, “var”ım!

Üzerinden geçen her yılın ardından baktığım bu notlar, günlükler, bana kendimi hatırlatmak için iyi bir rehber oluyor. İçinden geçtiğim süreçlerin farkına varmamı sağlıyorlar. 

Geçen günler akıp giderken ben ise kendimde, kendi toprağımda çiçek açıyorum.

Hep yeni hikayeler türetip her birinin başrolünü biricik kendime veriyorum. 

Arınmışlık hissinin de verdiği güç ile şimdi şimdi anlıyorum, zehirlenmişim ben…

Aşk diye tutulduğum şey meğer cinayetmiş. Ben ruhumu öldürüyormuşum, anlamamışım. 

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da sevgi dediğimiz şey bir ödül, ceza ya da tutsaklık olmamalı. Sevgi özgür ve bedelsiz olmalı. 

Hapsolmadan, günahı, ayıbı eksiği, hesaplamadan yaşanmalı.

Bizimki bir alışveriş, bir oyun, bir çıkmazdı belki ama aşk değilmiş.

Kurallarını benim koymadığım, oynamaktan zevk almadığım ama oynadığım bir oyunmuş.

Hani çocuksundur ama popüler çocuk hiçbir zaman sen değilsindir ve bu nedenle oynanacak hiçbir oyunda karar verme yetkin yoktur, oyunlarda istenilerek gruba dahil edilen eleman sen değilsindir, “fasulye”sindir yani.

Bunu bile bile yine de gruba dahil olmak için elinden geleni yaparsın. İşte öyle bir şeymiş yaşadığım şey benim bu ilişkide. 

Oysa sevmek, sevilmek için birinin kendinden vazgeçmesine gerek yokmuş. Doğru sevgi, koşullara bağlı olan değilmiş. “Seni seviyorum” demek her zaman, “seni seviyorum” demek değilmiş.

Az hasarlı ruhum, birkaç güçlü sarsıntıya rağmen kendini onarıp ayakta kalmayı başardı.

Fakat önemli olan ayakta kalmak değildi. Önemli olan kendimi onarabilmekti. Yeniden başlamak, yepyeni yanıtlar, yepyeni anlamlar, tanımlar bulmaktı. Kendime rağmen kendimi tanıyabilmekti…

Zamansız bir zamanın içinde, yanıtsız, huzursuz, öfkeli ve bir o kadar da kırılgan hislerle sürdürdüğümü sandığım bu serüvende anahtar hep elimdeymiş, boş yere define aramışım. 

Mesela bazen anladığını sandığına “anlıyorum” dersin, ne diyen anlar, ne denilen. Bazen ise mesele anlamlandırmaktır. Çoğu zaman kendini, kendi gerçekliğini saklıyorsa cezadan korkar gibi diğer her şey önemsizleşir aslında. 

İçine düştüğümü sandığım o boşluk, aslında ruhumun özgürlük mücadelesiymiş.

Şimdi gönül rahatlığı ile diyebiliyorum ki birbirimizin doğru sandığı yanlışı olsak da yolum yoluma iyi ki denk gelmiş en güzel hatam, en güzel öyküm…

Hatalar insanın kaçınılmaz gerçeği mi bilemem ama her bir hatanın bize değişime hazırlan, diyen sinyaller olduğuna inanıyorum artık.

Ve biliyor musun, ben yalnızlığı çok seviyormuşum, çay içmekten zevk almıyormuşum mesela, günün en sevdiğim saatleri sabah 10 ile 11 arasıymış. Ve en ilginç olanı da neymiş biliyor musun, zeytinli açmadan nefret ediyormuşum. En sevdiğim çiçek beyaz gülmüş, menemeni soğanlı sevmiyormuşum. En sevdiğim renk mormuş… 

Sen çay severdin, günde yalnızca bir fincan şekerli Türk kahvesi içerdin, kahvaltıda olmazsa olmazdı senin için zeytin ve zeytinli açma. Gün batımlarını ve hafta sonlarını severdin. Neden bilmem, bana hep papatya alırdın. Oysa ben papatyayı hiç sevmem… 

Fark ettim ki ben kendimi unutmuş, sana dönmüşüm. Oysa buna hiç gerek yokmuş. 

Biri ile var olmak kendinden vazgeçmek değilmiş, onun her şeyini bilip değiştirmemekmiş. Biz bunu hiç becerememişiz. 

Şimdi 30’lu yaşlarının sonunda, yeni yeni kendini tanımış biri olarak eşofmanlarımı giyecek, dışarı çıkacak ve sert bir kahve alıp küçük bir yürüyüş yapacağım. 

Yazmam gereken yepyeni bir hikâye var…