Doğmak en sancılı eylemdir. Anneler bu sancıyı doğarken, evlatlar yaşarken hisseder. Fakat şimdi ne desem boş. Hiçbir söz fayda etmez. Kelimelerin bir anlam ifade etmesi hiçbir anlam ifade etmiyor artık! Dünyanın parçası sayılacak her şeyden yavaş yavaş kopmuşum: Kendim bile fark etmeden. İç dökesim yok, yola çıkasım yok, kendime dönesim yok. Geride bir kendim bile kaldığına emin değilim artık. Tözünün kokusunu aldıkça midesi bulanan bir yaratığa dönüştüm sonunda. Yavaş yavaş, ince ince dokuyarak dönüştüm hem de! Kurtulmak için yollar aradıkça aslında daha ileri gitmişim. Adımlarımı saymadım. Çünkü geri dönmeyeceğimi biliyordum. Ve şimdi, kenarındayım uçurumun. Bedenimle olmasa da orada olduğumu biliyorum. İçimdeki uçurumla geziyorum her karışı. Direniyorum ama taşıyorum onu içimde. Sanırım, bu, asla bitmeyecek...

O kadar boşum ki nasıl öleceğime dair bir tahmin defteri bile tuttum. Başlıklar altında sıraladım hepsini. Mesela sayfa bir: Kalp krizi. Yağmurlu bir günde sevgilimle yürürken aniden yere yığılıp kollarının arasında can çekişerek. Fazla lüks olduğunun farkındayım. Yine de herkes böyle bir ölümü isterdi kuşkusuz. Sayfa iki: Banyoyu içki ile doldurup bileğime küçük bir kesik atarak... Fazla tozpembe. Sayfa üç, sayfa on üç derken bir bakmışım yüz otuz sayfalık bir defter tutmuşum. Bir ara basmayı bile düşündüm fakat intihara teşvikten içeri gireceğimi bildiğim için vazgeçtim. İnsan nonoşlarının kırılgan duygularıyla oynamamak gerek! Gerçi haklılar da bir bakıma. Ölüm güzel bir şey değil ama ben, aşığım ona. Ve sırf onu daha fazla yaşatmak için yaşıyorum kendim de. Anlatılacak bir şey değil bu. Çünkü insanların yüzeyselliği ölümü yalnızca iki kefeye sokar. Ya ölürsün ya da ölmezsin diye düşünür onlar. O kadar kolay olsaydı ya ölürdüm ya da ölmezdim ben de. İnsan yüzeysellikten kurtulmamalıdır. Ne pahasına olursa olsun! Çünkü derinlere indikçe bu iki eylem aynılaşmaya başlar ve seni soru işaretleriyle dolu bir çölün ortasında tek bir nokta bulmaya zorlarlar! O artık asla var olmayacak ve aslında, asla var olmayan o noktayı bulmaya! Gelgelelim bu yüzeysellikten kurtulan kişi için artık hayatın hiç bir anlamı yoktur. Ve derinlere inmeye koyulan kişi, artık ölümün de bir anlam ifade etmediğini bal gibi bilir. Yine de söyleyemedim insanlara bunu. Ben, onları tamamen reddedip kendi içime çekildim. Kendi içimden de kurtulmak istedim sonra. İşte böyle, böyle debelenedurup yıllarca taşıdım zamanı üzerimde. Oysa dünyanın da bana bayıldığı falan yoktu. Bendim ona zırlak bir çocuk gibi sarılıp kanını emen! Yaşamın önüne konuşlanıp ölüm için savaşmak yerine ölümün önünde durup yaşamı da reddettim. İkisi de düşmanımdır benim! İkisi de boş, ikisi de bok! Bu yüzden ne şikayet etmeye hakkım var, ne de kaderimle barışmaya. Nehrin başından uzun bir yolculuk için bırakılan, ve nehrin sonuna varmayı beklemese de önünde sonunda varacak olan kuru bir tahta parçasıyım. Bir bakıma, herkes öyledir aslında, ama diğerleri yolculuklarının ali bir maksat uğruna gerçekleştiğini düşünürler. Ne var ki ben, asla bu tür saçma bir ilahiliğe ya da nasıl demeli, bu tür bir değerliliğe kapılmadım. Yolum yokuş aşağı değil, cennete çıkan hiçbir merdiven yok. Yalnızca adımlıyorum, hepsi bu. Sayfa kırk altıya takılıyor gözüm. Güzel bir kaza senaryosu. Hoş, ne hoş bir kurgu! Güya yolda avare avare yürürken bak sen, binanın tepesinden biri atlıyor da üzerime düşüyor. Ve bu intihar girişimin canını aldığı kişi, boynu kökünden kırılan ben oluyorum. Bu sayfayı yazarken bayağı güldüğümü hatırlamak pek zor değil. Aniden kopuveren bir bağlantı! Islığın ortasında kararan bir dünya! Ne de hoş...

İtiraf etmem gerekir ki asla iyi bir insan olamadım. Hatta bazı eylemlerim kötülük adlandırılan o insan mahsulü olguya daha yakın oldu. Bir kız sevdim, onunla olduramayınca ikiye katlandı intihar düşüncelerim. Gelgelelim böyledir zaten. Ötekinin yokluğunun intihar arzusu getirmediği her aşk boşa çaba, gereksiz bir dürtü, tepeden tırnağa aldatmacadır. Bunun sonucunda, yani akabinde ben de herkesin üzülmesi gerektiğini düşündüm. Çünkü bu yük asla tek başına omuzlanabileceğim türden değildi. Hemen yeni birini soktum hayatıma. Niyetim kesindi. Yeni bir yol, yeni bir pencere, yeni bir hava arzusuydu bu. Nitekim öyle olmadı. Temiz hava bulacağım yerde onun havasının da içine sıçtım. Üç gün içinde yalanladım tüm vaatlerimi, tüm güzel sözlerimi. Son kez şöyle bir mektup çekti bana: “Kimse ruhumu senin kadar incitmedi. Boğuluyorum. Girdiğin rolden tiksiniyorum, senden de! Sen bütününle, tüm varlığınla koca bir yalansın! Benim suçum neydi? Ne geçti eline? Soğukta titriyorum! Rüzgar kemiklerimi sızlatıyor! Evde duramıyorum! Artık tamamen yalnızım. Sen ise hayatına hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyorsun. Benimkinin içine sıçmış olman umurunda bile değil!”

Haklıydı. Hayatıma hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyordum. Çünkü gerçekten de hiçbir şey yoktu. Tabii söyleyemedim o kemik sızlatan rüzgarı, o soğuğu çok iyi tanıdığımı... Ne de olsa herkesin derdi kendine değil miydi? Değil mi ki bizler, yalnızca içimiz yanınca insanlığın ne kadar önemli olduğu hakkında vaazlar vermeye başlarız? Değil mi ki her şey tıkırında ilerlerken başkasının dertleri sikimizde bile olmaz? İnsanlık, insanların kendilerine kötülük yapılmasın diye uydurdukları bir saçmalıktır. Güldüm yazdıklarına. Bir taraftan da kendime acımadan edemedim. Artık her şeyden bunca koptuğum için kendimi bacağı kırık, sürünerek kulübesini arayan bir köpek gibi hissettim. Yine de söylemedim insanlara onların da en az benim kadar aşağılık olduklarını! Herkes kendi bacağından asılır. Ben yalnızca bunu yapmayı beceremeyenleri cezalandırdım, hepsi bu. Sanırım deftere yeni bir başlık eklemeliyim. Bu kızın beni ansızın deşmesi olası bir durum, ihtiyatlı olmak gerek! Ha ha ha! 

Neyse. Artık duygusal bağlarla ilişiğimi tamamen kestiğime göre, yırtıcı bir hayvan gibi yaşamaya, bunu artık doğadan saklamamaya başlayabilirim. Kucakla beni doğa ana, yeni bir evladın doğdu! Yaşadığının farkında olmayan, ölmenin ne anlama geldiğini bilmeyen, yalnızca süregelen bir maceranın koynunda devam eden bir yaratık. İntihar, hayattan beklediklerini alamayanların kurtuluşudur. Bugüne bugün artık anladım ki benim daha beklentim olamaz. Hayvani yaşamı seçenler istemsizce hayatın göğsüne takarlar pençelerini. Ben de öyle yapacağım! Artık ne o beni üzebilir ne de ben onu şaşırtabilirim. Şu an nerede olduğuma dair en ufak fikriniz bile yok. Olsun, böyle olmasını ben istiyorum. Ne ismim bellidir sizlere ne milliyetim. Olsun, tüm ülkeler canilerle dolup taşıyor, ben de onlardan biriyim yalnızca. Yan cebimdeki tahmin defterini kontrol ederken ileriki sokaktan bir gürültü yükselmeye başladı. Çabuk soktum kafamı terk edilmiş binaların birine. Yavaşça çıkardım kafamı pencereden. Aracın üzerindeki itler silahlarını temizliyor ve birbirilerini mıncıklıyorlardı. Tanrım, nasıl bu kadar rahat olabilirler? Kim bilir nasıl da şeref duyuyorlardır yaptıkları şeylerden. Binaları öyle bir seyrediyorlardı ki sanırsın her biri Lord Henry Wotton, binalar ise Dorian Gray’in portresi gibi azametli ve büyüleyici bir dizi sanat eseriydi! Benim gibi aciz ve korkak, savaştan kaçmaya çalışan, milli duyguları yıpranmış askerlerin gözünde ise bu binalar; sadece birer bok çuvalıydı. Eskiden yaşam barındıran birer cinler tımarhanesi! Neyse, sanırım uzaklaştılar. Biraz burada durmam gerekecek yine de. Bu şerefsizler akıllıdırlar, hemen bir tuzağa yakalanabilirim. Bir parça bisküvi ile birilerinin gelip beni kurtarmasını beklemek aptallık olur. Hem, tüm yoldaşlarım gittiler. Hepsi gitti. Hepsi! Yalnız başınayım! Yapayalnız... Önümde yalnızca iki seçenek kaldı. İntihar etmek ya da ecelimi beklemek. 

Üniversitedeyim. Hayat henüz bu gürültüye ulaşmış değil. Her şey sakin, her yer huzur, barış. Ebeveyn denen varlıklar insanın yanındalar. Arkadaş denen hergeleler homofobik şakalar yapmaktalar. Sevdiğim tüm kızlar yanımdalar. Hem de hepsi! Ama umurumda olan sadece bir tanesi. Yakın geçmiş. Her şey çok sıcak, hissediyorum! Kimse kimseyi öldürmüyor. Yalnızca birbirimizi ufak tefek incitmekle meşgulüz. İnsani durumlar işte. Geride bıraktığım dünyadan kalan tek hayvani şey, o kız! Onunlayken vedayı andıran her sesten korkar olmuştum. Göğü yaran uçak seslerinden, sabahın köründe semaya yayılan karga çığlıklarından, otogardaki izdihamın yarattığı flu, anlaşılmaz, silik seslerden, araçların küfür gibi etrafa yayılan sirenlerinden, hepsinden! Ama şimdi, silah sesleri bile en ufak bir vedayı anımsatmıyor. Sanki her şeye zaten çoktan veda etmişim gibi. Hiçbir sorunun çözümü elimde değil. Çözümünün elimde olmadığını bildiğim şeyleri sorun olarak görmekten vazgeçtim. Ben her zaman elimden gelenin en iyisini yapmışımdır. Fark etmez, her konuda! Fakat çoğunun kaderinin benim elimde olmadığını anladığımda, bak yeminle diyorum, üzerime Tanrı tarafından yoğun bir huzur yağmuru yağdırıldı. O kadar ıslandım ki bırak kurumayı, artık yağmurun bedenimle bütünleştiğini ve benden bir parça gibi üzerime çöreklendiğini bildiğim için artık hiçbir sorunum yok. Elden geleni yapmak, senin tesirin sonucunda değişmesi imkansız olan şeyleri, kısacası senin eforunu siklemeyen durumları asla değiştiremez! Bu yüzden savaşın ortasında bile insan barışmak zorunda kalıyor bununla. Başka ne yapılır? Elimden saklanmak dışında bir şey geldiği yok. Eceli beklemek ayrı bir korku veriyor, doğruya doğru. Sence bu sorunu kendim çözebilir miyim? İntihardan kolay ne var? Yok, hayır! Hani hayvan gibi olsa da yaşayacaktın? Al sana vahşi yaşam, al sana hayvanlık işte! Kendine gel! Tanrım, acizliğin en somut tanımıyım bu hâlimle! Sadece bir kurşun ve her şey bitecek! Bu kadar işte! Tüm yaşantılar, tüm yaşanılanlar geride kalacak! Neden korkuyorsun ki, neden? İnan bana, korkulacak bir şey yok. Hadi, yap şunu, yap! 

“Dur!” diye bağırarak pencereden silahını bana uzatan askeri görünce dedim ki: “Tamam işte, işte bu o her şeyin çözünürlüğe kavuştuğu an. Yavaşça kapa gözlerini, aradığın huzur namlunun ucundan alnına doğru yola çıkmak üzere!” 

“Yere yat, hadi! Hadi lan!” 

Huzura kavuşmak bu kadar zor olmamalıydı. Beklediğim ecel kapıma gelmişti ama hâlâ işveli karılar gibi yere yatmamı istiyordu! Böyle işin ecdadını...

“Üzerindeki her şeyi yere dökül, çabuk!” 

Pencereden atlayıp içeri geçti. 

“Kımılda!” diye üsteliyordu. Yaptığım farklı bir şey değildi zaten. Titreyerek ölümün tam burnumun dibinde, artık benim bir parçam olmak üzere karşımda dikilip canım dahil tüm malımı mülkümü sökülmemi beklediğini biliyordum. Ölümün kahverengi saçları olduğunu asla düşünemezdim. Ölümün yüzü bu kadar masum, bu kadar üzgün olmamalıydı. Bu asker benden çok kendine acıyordu. Maksadı beni öldürmek değil, kendini korumaktı! Bu yüzden ilk hamleyi yapıp kurtulmanın daha tehlikesiz, daha maksada uygun olduğunu düşünmüştü. 

“Anladım, anladım. Sakin ol! İstediğin her şeyi vereceğim. Sadece, sakinleş...” 

Neyim var neyim yok dökülmeye başlamıştım ki askerin gözündeki korku sisi dağılmış olacak ki üzerimizdeki üniformaların aynı olduğunu fark etti. Zamanlamamız aynıydı. Yoldaşlarımdan bir tanesiydi bu asker. Babamı görsem bu kadar sevinmezdim herhâlde. Gözüme İsa gibi görünmüştü. Eh, ben de onun için pek farklı sayılmazdım. Birbirimiz için kurtuluş demektik. Ya da belki de yalnızca yalnız başımıza ölmeyeceğimiz için sevinçliydik. 

“Senin ne işin var burada?” diye yarı korkmuş yarı sevinçli bir hâlde sorarak silahını indirip kalkmama yardım etti. Rütbesi benden aşağıydı. Hemen kullandım bunu. İnsan işte...

“Bu nasıl saçma bir soru asker? Sen bu koyduğumun tımarhanesinde niye varsan ben de o yüzden buradayım!” 

“Öyle. Peki ne bok yiyeceğiz? Saklanacak mıyız yani?” 

Evet, bütün olaylar bir dakikanın içinde gelişmişti. Şaşkınlıkla vakit kaybetmenin alemi yoktu. Ne bokun içinde olduğumuzu ikimiz de biliyorduk. Bu yüzden fazla soru sormadan buradan nasıl çıkacağımıza dair kafa yormaya başlamak gerekirdi. Benim çıkış yolum belliydi. Ya bekleyecek, ya da kendim gidecektim. Ama her iki türlü de ölecektim! 

“Suyun var mı? Ya da zıkkımlanabileceğim bir şey? Bisküvi yemekten taş sıçar oldum artık!” 

Çantasını çıkarıp aç köpekler gibi kurcalamaya koyuldu. 

“Hah, işte şurada, gel bakayım buraya!” diye küçük bir konserve kutusu çıkardı. Elindeki kanı iyice üzerine bulaştırdı. Yiyeceğe öyle bir manalı bakıyordu ki sanırsın eşini görmüştü. Gülümsedi ve gözyaşını sildi. Şaşkın vaziyette onu seyretmekle yetindim. Uzatmıyordu konserveyi. Çekip aldım elinden. 

“Amma da ağladın ha! Gel bakalım, bölüşürüz, olur biter.” 

Çöküp duvara yaslandı. 

“İstemiyorum.” dedi, “Senin olsun.” 

“Bu bir emir asker! Yemezsen zorla yedirmem gerekecek. Sana anneni anımsatmamı istemezsin herhâlde?” 

“Kardeşimin üzerinden aldım onu. Yani, cesedinin...”

Ne hissedeceğimi şaşırdım. Konuşmaya devam etti. Bu sırada ben de pencerenin öbür tarafına geçmiş ve duvara yaslanmıştım. Elimdeki konservenin pimiyle oynayarak. 

“Aynı bölgede savaştık. Geri çekilirken vuruldu kardeşim. Bizimkiler gitti. Ben ortamın sakinleşmesini bekledim. Gece olunca yanına gittim. Biraz ağladım. Tanrım, biraz ne ki! Ciğerimi kustum üstüne! Sonra vedalaşmam gerektiğini anladım. Üzerindekileri aldım. Bizimkileri bulamadım tabii. Kilometreler yürüdükten sonra buraya vardım. Sonra da seni buldum işte...”

“Üzgünüm”.

“Keşke bir anlamı olsa... Neyse ne işte. Buradan çıkmamız gerek. Oturup bekleyecek değiliz ya!” 

Açtım konserveyi. 

“Önce bir şeyler yememiz gerek. Açıkçası buradan sağ çıkacağımıza da pek ümidim yok. Becerebildiğin kadar hayatta kalmaya bak sen. Belki biz ölmeden savaş biter, ne dersin?” 

Gözlerini kapatıp “Savaşın biteceği falan yok.” dedi. Buna inanmak istemiyordum ama haklıydı. Sonra, aniden bedenini harekete geçiren bir umudun doğuşuyla gözlerini açıp:

“Yine de biz kendi payımıza düşeni fazlasıyla aldık sanırım.” diye devam etti.

“Artık silahı gelen nesillere devretmek gerek. Kardeşimin hatırasını yaşatmak için çıkmalıyım buradan! Annem iki evlat kaybına birden dayanamaz. Zaten yüreği de hasta. Hay sikeyim!”

Gereksizdi. Evet, tüm bu umut yeşertme çabaları gereksizdi. Ben, sonumuzum nasıl olduğunu şimdiden görebilmiştim. Buradan kaçış yok!

“"Baksana! Biz burada mahsur kalmışsak kimin umurunda? Biz ölsek de yaşasak da soğuk cephedeki militarist nutuklar söylenilmeye devam edecektir. Sofralar kurulacak, aşklar yaşanacak, unutulacaksın! Kaçışın mı var sanıyorsun? İstersen hepsinin sülalesine geçir, burada mahsur kalan hep sen olacaksın, onlar değil!"

Gözlerindeki alev içten kafatasına doğru çoktan yola koyulmuştu. Öyle bir raddeye varmıştı ki bu, bir anlık kızgınlığın verdiği afallamayla beni de vurabileceğini düşündüm. Anlardım onu. 

“Bir de erkek olduğum için bunlara katlanmam gerektiğini söyleseydin ya! Değil mi zaten? Erkeksin, savaşa katlan! Erkeksin, ayrılığa katlan! Erkeksin, bunaltıcı düşüncelere katlan! Erkek misin, kadın mı? Ağlama lan! Ona katlan, şuna katlan! Kafam patlamaya hazır bekliyor! Kafam gözyaşlarıyla dolu! Kafam...”

Bu askeri ölümle barıştırmak gerekiyor. En azından ölmeden önce delirmesini engellemiş olurum. Zavallı...

“Asker, dinle beni! Sevsen de sevmesen de buradasın ve öleceksin! Bu kadar! Çık bakalım şu binadan kaç saniye yaşıyorsun? O sikik beynin algılamıyor tabii, ne de olsa gençsin! Bu yaşta insan en çök ölmekten korkar, anlıyorum. Ama sen de anla artık, buradan çıkış yok!”

“Konuşma!” diye bağırarak ayağa kalktı. Birilerinin onu duyma ihtimali diye bir şey yoktu onun için.

“Gelmezsen gelme! Ben gidiyorum, sana iyi ölümler.”

“Bu sadece süreci hızlandırır. Tek çıkış yolu ölümdür! Kendi bileceğin iş yine de...”

“Atma lan! Sen ölmek falan istemiyorsun. Sen yaşamaya devam edip hayata sövmeye tutkulusun! Tek yaptığın mızmızlanmak! Kolaysa git öl, tabii götün yemiyor. Bir daha nereden bulacaksın böyle oturup ağlama fırsatını değil mi? Ciğerinizi bilirim ben, ciğerinizi!... Ne yapılabilir, yaşa ve ağla, kaçışın yok. Ben senin gibi beklemeyeceğim! Ben ailemi, nişanlımı düşünmeliyim! Anlıyor musun? Kendim için değil, onlar için!” 

“Muhakkak öyledir” dedim, ve çıkmasını bekledim. Eşyalarını toplayıp çıktı. 

“Asker!” diye bağırdım ardından. Durdu, dinledi. 

“İyi şanslar, umarım söylediğin gibi olur.”

Bir şey söylemedi. Sadece uzaklaştı.

Konservenin yarısını akşam için saklamıştım. Ne kadar ölümü bekliyor olsam da açlıktan ölmek istemiyordum. Aslında çok basitti, tetiği çekip kurtulacaktım. Ama ismini bile öğrenmeyi unuttuğum askerin de dediği gibi... Götüm yemiyordu! Kolay mı lan, bunca yıl alıştım yaşama. Şimdi öyle tek bir metal parçasıyla noktayı kafatasına yapıştırmak kolay mı? Keşke olsaydı... Ölüm istenci konusunda yalan mı sıkıyordum acaba? Neticede bugüne dek yalan söylemeyi kendime asla sorun etmedim. Hatta bu, öyle bir seviyeye gelmişti ki söylediğim şeylerin yalan olduğunu eylemlerimin çok sonrasında fark ediyordum. Tüm eylemlerimi parçalara bölünce aslında her şeyin ne kadar iç içe geçmiş olduğunu ve bunların gerçek kimliklerinin yalnızca parçalama sonucunda ortaya çıktıklarını anlamıştım. Herkes yaptıklarından ve söylediklerinden oluşuyorsa ben kimdim o zaman? Ne işim vardı burada? Kim için burada sıkışıp kalmıştım? Yalnızca gözyaşı dökmekle meşgul olup ölümümün ardından iki üç sene sızlanıp sonra beni cennette iyi hatırlayacak olan yakınlarım için mi? Yoksa beni yalnızca bir rakam olarak gören devletim için mi? Ne işim var bu dünyada Tanrım! Lütfen, korkuyorum ben, sen al canımı! Bak, hazırım şu an! Evet, gönder karanlığı da emsin varlığımı! Ağlamak bir boka yaramayacak ne de olsa, yine de samimiyetimden kuşkun olmasın! Sana son kez yalvarıyorum, yanına al beni! 

Almamıştı. Onun yerine sabah oldu. Lanet olsun! Burada oturmaktan gına geldi! Ölmeden önce, askerin de yaptığı gibi, kendimi okların arasına atıp tehlike arasında gezebilirim diye düşündüm. Burada otursam da kalkıp gitsem de sonuç aynı olmayacak mıydı? Belki de askerle birlikte gitmeliydim. Birlikte ölürdük en azından. Ölünce yalnız olmazdım...

Binadan çıkıp en yakındaki orman girişine daldım. Gülüyordum. Çünkü türdeşlerim zavallı kardeşlerini görür görmez indirecek, ve savaş bitene dek bunu neden yaptıklarını sorgulamayacaklardı. Hatta bunun için madalya bile alacaklardı. “Tebrikler, bugünkü insan gebertme yarışımızın üç galibini değerli milletimize sunuyorum! Ayağa kalkın, ne de olsa onlar kahraman!” Tanrım, ne zaman ektin bu vahşi tohumu aramıza? Kardeşçe yaşayıp gebermemizin hiçbir olanağı yoktu değil mi? Zira melek de vardı, şeytan da. Bir üçüncüyü yaratmak gerekiyordu: Ne ve nasıl olduğunu bilmeyen bir yaratık. Kusursuzca! İnsanla tamamladın melekle şeytan arasındaki uçurumu. Acıya zincirleyip keyfini çıkardın işini tamamlamanın. Ne olduğumuza dair bir şey söyle, yoksa böylece yiyip bitireceğiz kendimizi! Kafa desen onu bitirdik çoktan. Yüreklerimizi korumak senin elinde değil miydi peki? Şeytandık ama melektik hem de. Neden beyaz tarafımızı daha zayıf kıldın ki? Tamam, bu kadar saçmalık yeter! İlerlemeye odaklanmak gerek. İçten içe aslında kaçış yolunu aradığımı düşünmeden kaçmam gerek. Ölümü bir an aklımdan çıkarırsam, yaşamaya ümitlenirsem ölümüm daha acıklı olur. Bu yüzden saklamalıyım umudu kendimden! Kurtuluş düşüncesini fazla kurcalamamalıyım. Öyle bir şey yok! At kafandan bunu!

Bedenim kaşıntıdan yaralar bağladı. Hava pek sıcak sayılmaz, üniformayı çıkarmak işime gelmez. Küfürden ağzım kurudu. Kudurarak uzaklara savurduğum küfürler yaprağın tekini bile kıpırdatamayacak şiddette. Yürüyorum ama bilincindeyim her şeyin. Ben asla var olmadım. Ne zaman olduğunu bilmediğim fakat pek yakınımda hissettiğim o an geldiğinde artık benim için benden ve bu güzelliğiyle baş döndürüp savaşlar doğuran dünyadan bir eser kalmayacak. Bizler, doğal hâli ölüm olan, yaşam adlı seksen yıllık -bünyece zayıf ya da güçlü kişilerde değişiklik gösteren- hastalığa tutulan canlılarız. Ama bu durumda bu hastalıktan söz etmek mümkün değil. Burada ecelden laf edene götle gülünür. Ölümdür, ölüm! Her şeyin ödülü, her şeyin cezası! Varılması gereken değil, gerekmese bile varılacak olan nokta! Burada çark böyle işler! Ne yalan söyleyeyim, kurtulmayı ben de isterdim ama bunun olanağı yok. Öleceğimi biliyorum. İç varlığım her şeyden vazgeçmiş, harekete geçmemi bekliyor. Yaşamdan biraz zaman ve bir şans daha dilenen alt varlığım ise işleri zora sokuyor. Savaş başlamadan önce ölmeyi dilemenin şiirsel bir yönü vardı. Daha yeni yeni anlıyorum, o kadar da şiirsel bir yanı yokmuş bunun. Ölmeyi dilemek insanı hayatta tutuyordu eskiden, şimdi tüm gerçekliğiyle üzerime çullandı ve çenemi burnumu dağıtarak bin parçaya bölüyor. Nasıl da gülünç hâldeyim, kim bilir... Yaprak hışırtılarından bile tırsar oldum. Ölüm herhangi bir köşeden apansız çıkıp dünyamı karartabilir. Buna alışmak mı olur lan? Hayır, yapamayacağım! Kendim halletmeliyim bu işi. Tam silahı çıkarıp mermiyi sürecektim ki gördüğüm şey bunu yapmama engel oldu. Gerçi buralarda bu manzarayla karşılaşmak pek de şaşırtmıyordu artık. Son sürat ağacın ardına saklandım. Bir an düşündüm. Oysa şimdi arkasına saklandığım ağaç olarak alsaydım dünyada yerimi, dün konuştuğum askerin ölü bedenini böyle ortalıkta görmek hiç koymazdı bana. Ağaçların gözleri yok ne de olsa. Ağaç olsaydım şu an gözetleniyor şüphesiyle de altıma sıçmazdım. Varlığımı en başından beri bir noktaya diker ve kimin ötede öldüğünü, kimin bir tırsak gibi arkama saklandığını umursamazdım. Botlarımla ağacın dibini kazdım. Aleti çıkarıp işedim. İçimden melekler geçiyormuş gibi hissettim. Kendimi cennette hissettim. Sonra tabii açtım gözleri tekrar cehenneme. Ceset kaybolmamıştı. İdrarımı tekrar toprağa boğdum. Buradan gördüğüm kadarıyla asker kurşunu kafadan yemişti. Saçları ıslak görünüyordu. Zaten hayatta olmasına olanak yoktu, bu yüzden yaklaşmayacaktım yanına. Bu bir tuzak da olabilirdi. Ah, kim bilir nasıl da iyi bir çocuktu kendisi. Nişan yüzüğünü çıkarıp nişanlısına mı ulaştırsam acaba? Ha ha ha! Bu kurtuluş umutları benim anamı ağlatacak sanırım...

Sanırım ben her şeyi daha önceden, orduya katılmadan önce bitirmeliydim. Süregelen yaşantımın pek iç açıcı yanı olmamıştı asla ve her şeyi bitirip karanlığa gömülmek için yaşantım tam kıvamındaydı. Ters gitmesi mutsuzluğuma neden olacak bütün işlerim ters gitti. Bir kız mı sevdim? Hop, hemen kayıplara karıştı. Bir iş mi buldum? Anında iflas etti işverenim. Hobi edineyim derken yaşama sevincim öldü. Lanetli parmağımla dokunduğum her yer, her şey çürüdü; sidiklere boğuldu, Tanrı'nın pislik bataklığına battı! Yine de direndim bir şekilde. Fakat Tanrı şahidimdir, nasıl yaptığımı hâlâ anlamış değilim... Sonra savaş patlak verince orduya katıldım işte. Yıllardır evimden uzakta, rütbeler ala ala geldim buraya. Şimdi bir bok ettiğim yok. Sıfıra sıfır! Kurşun karşısında hiçbir rütbenin önemi yoktur. Bazılarının saklanma lüksleri var elbette. Sanırsın ki bütün acılar soğuk savaşta, medya önündedir. Sanırsın ki halk kahrından ölür. Yok ya, sahi mi? Aman ne hoş bir kandırmaca... Ben de halktan oldum asker olmadan önce. Bilirim acınızı. Dedim ya, sıfıra sıfır, budur işte her şeyin özeti! Hiçbir şey hissedilmez. Yalnızca ufak tefek yaralanma taklitleri yapılır ayıp olmasın diye... Sonra savaşın içine, tam ortasına bırakılır insan. Düşünürsün tabii. “Acaba benim için ne kadar üzülüyorlardır?” diye. Yalan yok, herkesin benim için üzülmesini istiyordum eskiden. Şimdi benim onları unuttuğum gibi onların da beni unuttuklarını biliyorum. Ne de olsa çok zaman geçti; onlar da anlamışlardır kurtuluşun, geri dönüşün, eve dönmenin yalnızca güzel bir hayalden ibaret olduğunu. Askerin de sonunda, zorla anladığı gibi. Günah almak istemem ama nişanlısının da onu artık beklediğini hiç sanmıyorum. Dediğim gibi, yıllar geçti ve hayat devam etmek zorunda. Askeri çoktan ölmüş biliyordur muhtemelen. Ve başka birisini bulmuştur. Şükürler olsun, arkamda beni bekleyecek birini bırakmadım. Kimseye bu haksızlığı yapmadım. Kimsenin yolumu beklemediğini bilmek işimi kolaylaştırıyor. Arkamda bırakacağım bir sevgilinin beni inatla beklediğini bilmek beni kahrımdan öldürürdü. Belki de askerin yaptığı gibi yapar ve geri dönüş yolunu samanlıkta iğne arar gibi aramaya koyulurdum. Herkes için felaket olurdu bu. Şimdi ne iyi, evet, ne hoş ki bu tür bir derdim yok. Yalnızca her şeyi bitirecek, perdeyi çekecek cesareti bulmalıyım, o kadar! Pek tabii bunun için cesarete ihtiyaç olmadığının da bilincindeyim. Zamanlamayı tutturmaktır asıl olan. O yarım saniye, yarım saliselik kararlılık anında gözlerin kapanışıyla tetiğe binilişin tutturulmuş, üst üste düşürülmüş zamanlaması... Başka bir şeye ihtiyaç yok! Planlar yapıp defterler tutmaya ihtiyaç yok! Ölüm planları mastürbasyonsa orgazm anı tetiğin çekildiği andır. Heyhat, burası başka bir şey düşünmene izin vermiyor. Hoş, ben de düşünmüyorum geride kalanları. Geride bıraktığım hayatı, anıları, hiçbirini... 

Askeri ormanın derinliklerinde terk edip bu yeşil cehennemden kurtuldum sonunda. Eskiden doğa dünyanın yüzüydü. Şimdi, onun maskesi. Eskiden kuş sesleri, yaprak hışırtıları hoş bir dinginlik katardı insana. Şimdi bu aciz doğanın bana verdiği tek duygu korku. Artık bu korkuyu aşmanın zamanı geldi. Artık anlamalıyım. En başından beri dünyaya, hayata ait olan şeyleri kaybettiğim, kaybedeceğim için üzülmemek gerekir. Ben de ona aitim, ve bana istediği gibi davranma özgürlüğü vardı. Davrandı da. Keyfini çıkararak hem de! Şimdi ise, sonunda doğru mekana getirdi beni. Nihayet! Uçurumun dibindeyim. Ötesi yok, geri dönüş yok, her şey burada bitecek! Bir kurban daha. Asla hatırlanmayacak, hatırlansa bile biraz sonra hemen unutulacak bir şehit haberi daha salınacak medyaya. Ve bu, diğer gençleri kızdırıp benim olduğum noktaya getirecek onları. Bilmiyorlar tabii, savaşın çürük iç yüzüyle tanışmadılar ya daha! Bilmiyorlar ülkelerin dostluk ve düşmanlıklarının anlık bir karara, bir stratejik hileye bağlı olduğunu. Bu güzelim savaşları çıkaranlar, yarın hiçbir şey olmamış gibi masaya oturacak ve şerefimize kadeh kaldıracaklar! Savaşta olan iki devlet para için birbirilerine silah satıyorsa, hayırlı olsun, annenden çıkıp dünya denen çöplüğe geldin, aslanım. Unutma, sen asla baş kahraman değilsin, asla da olmadın! Aşağı boylandım. Nerem üzerine düşersem düşeyim kurtuluş ihtimalim sıfıra yakın. İdeal nokta. Tetik çekmek için bulamadığım cesareti, o zamanlamayı, yalnızca gözlerimi kapayıp kendimi boşluğa bırakarak bulacağım. Söylenilene göre bir noktadan atlayınca yarı yolda bilinç kapanır ve yere çakılma anını hissetmezsin. Sanırım burada yeterince yükseklik mevcut. Sade bilincimin kapanacağına güvenip kendimi bırakmalıyım, o kadar. Olur da kapanmazsa o yarım saniyelik dehşeti yaşamak zorunda kalacağım. Yarım saniye nasıl bu kadar korkunç, bu kadar dehşet verici olabilir anlamış değilim. Yine de pek güzel. Neticede, uykuda ölmeğe benzeyen tek ölüm bu. Tahmin defterimde bulunmayan tek ölüm şekli sanırsam uçurumdan atlamaktı. Ne tuhaf, değil mi? 

Dünden hatırımda kalan tek şey, hayale daldığım sırada yoğun bir uykuyla çevrelenmiş bulunduğum ve ölümle uyku arasında kalıp uykuyu seçtiğimdi. Boş bir tabela buldum burada. Üzerinde silik bir kırmızıyla muhtemelen bir şeyleri engellemek için buraya konulmuş. Dün bayağı düşündüm acaba ne yazıyordu üzerinde diye. "Uzak Dur!" Ya da, "Canına Mı Susadın Orospu Çocuğu?" Ve türlü türlü şeyler... Her şey olabilirdi. Ama benim aklıma takılan ve olursa ne güzel olurdu diye düşündüğüm tek yazı vardı. Oraya geleceğim. Ama önce bir itiraf ya da ne demeli, bir özeleştiride bulunmalıyım. Sanırım ben, ölüme o kadar da aşık değilmişim. Evet, kötü bir şeye sana zarar veremeyeceğini bildiğin bir uzaklıktan sataşmak kolaymış. Asında bu değilmiş istediğim. Ben yaşamak istiyormuşum. Asker haklıydı. Benim tek yaptığım şey mızmızlanmakmış! Şimdi onun da dediği gibi götüm yemiyor ölüme kucak açmaya... Bunun bir artı, aslında olması gerekenin aynen bu olduğunu biliyorum. Kimse ölümü arzulamamalıdır. Yaşamak güzel olmayabilir ama hayat güzel değil midir? Başkalarının hayatını seyretmek bile ölümden daha uygundur. Varsın yaşama! Varsın dertlerle, ihanetlerle, insanlarla boğuş; boklarda boğul! Sonunda bitmeyecek miydi? Evet, eskiden yaptığım tam da buydu aslında. Keşke burada da öyle bir lüksüm olsaydı. Askeri gördüm. Binlercesini gördüm ondan. Hiçbir şey hissetmiyorum. Ölümün sıradanlığındandır artık bunca kararlı olmam. Yıllardır cesetlerin arasında dış dünyadan uzak, ölümle kaynayıp fokurdayan bu ormanlarda, gri binaların içinde gezdim durdum. Defalarca ölümden döndüm, defalarca yaralandım. Sonunda ölüm bir vazife, bir misyon gibi üzerime yapıştı. Oysa ben eskiden içimde aşk bile taşımıştım. Hatta defalarca... O cıvık duyguyu, o güzelim hayali defalarca yaşamıştım. Anlamıştım sonunda. Her aşk bir acının başlangıcıydı benim için. İkisi de ne zaman geleceğini söylemiyorlardı. Pat diye çıkıyorlardı bu kan emiciler. İkisi de aynıydı. Ama en nihayetinde ikisi de geçip gidiyordu. Geçiyor tabii. Ve hemen ardından yenisi başlıyor. Başlamaması gerek ama sana sormuyor bunu tabii. Keyfine göre hareket ediyor. Sen yeni birini kaldıracak hâlde misin, bunu istiyor musun? Asla, asla umursamaz! Başlıyor ve sökme görevine yeniden, daha derinden, daha diplerden başlıyor bu yaratık! Bizim gibi melankolikler için tek kurtuluş yolu ölümdür! Anlıyor musunuz? Artık aşktan da acıdan da gına geldi! Mutluluktan da kederden bıktım. Bir insanın yaşaması gereken tüm duyguların kotasını doldurdum. Kim bilir, belki de yanılıyorumdur ama bunu deneyimlemek gibi bir şansım artık mevcut değil. Uçurumun gerisi de aşağısı da düşmanların elinde. Bir balık gibi düşünün beni. Sulak alan yalnızca bu uçurumun yanı. Kalan tüm arazi çepeçevre sıcak kumlardan ibaret. Kumların ötesinde ise mutlaka sular ve diğer balıklar var ama bu balık için tek kurtuluş yolu ebediyen yaşayamayacağını bildiği bu alanı terk edip kendini kızgın kumlara bırakmak ve bilinçsizliğin, savaşsızlığın ve insansızlığın keyfini çıkarmak. Beynimin dilinden konuşursam her şey boş, her şey saçma. Kendi, mecbur bırakılmış, mahkum dilimden konuşursam savaşmaya değer. Ben de artık beynimin dilinden konuşmaya karar verdim. 

Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Tabelanın yanına gidip etrafı seyretmeye koyuldum. Güzelim dünya... Eğilip sivri bir taş parçası aldım yerden. Tabelayı çizmeye başladım. "Atlama Noktası" yazdım benden sonra buraya uğrayacaklar, buraya hapsolacaklar için. Onlar için son bir iyilik yapıp kurtuluş yolunu çizdim tabelaya. Dün atlayamamıştım. Ama bugün için bu ihtimali gömdüm! Katlanma gücümün sınırlarındaydım. Çok dolaşıp durdum burada. Açıkça söylemem gerekirse evet, korkmuştum uçurumdan atlamaktan. Ama şimdi bir şey yok. Gerçekten. Üzülecek bir şey kalmadı...