Elektrikli süpürgenin düğmesine bastı. Emekliliği yaklaşmış süpürge uğultuyla çalışmaya başladı. Kir yutmaktan bıkmıştı. Bitmiyordu işte! Ne kadar yutarsan yut yine kirleniyordu. Boşaltsan da bir süre sonra yine doluyordu.


Çekiç başlı köpek balığı gibi avına saldırıyordu süpürgenin başı; ileri geri, ileri geri… Çıngıraklı yılan gibi kuyruk sallıyordu hortumu; sağa sola, yukarı aşağı… Gövdesi yavaş, hortumu hızlı bir fildi sanki. Filler uzun yaşardı. Süpürge de yaşlıydı.


Henüz küçük bir kızken her pazar günü annesinin temizliğe adanmışlığını izlerdi. Kızının resimli kitaplara dalıp gittiğini sanırdı annesi. O ise bir sayfalara bir annesine bakardı. Annesi hangi odaya geçse o da onun peşinden gider, bir köşeye kurulur, kitabını açardı.


Rengârenk dünyaların güzel kızlarının ve yakışıklı erkeklerinin masallarını anlatan bir kitaptı. Ablası her gece yatakta masal okurdu bu kitaptan. Uykuya dalması için okunan masallarda anlatılanları düşlemekten uykusu kaçardı. Masal kahramanları gerçekten kahramandı, kahraman doğmuşlardı. Tüm kötüleri alt edip iyilerin zaferini yazmışlardı. Bu çetin uğraşlarında doğa, hayvanlar ve diğer her şey onların yanındaydı. Galibiyet kaçınılmazdı.


Toz almak için turuncu bez, silip temizlemek için lacivert leğende ıslatılan yeşil bez... Sıra ve düzen hiç değişmezdi. Odaların ve odalardaki eşyaların temizlenme sırası hep aynıydı. Aynı bol kıyafetleri giyerdi annesi. Başında bandana niyetine bir tülbent. Yeşil ve mavi renkli. Hiç değişmezdi. Farklı zamanlarda videoya çekip üst üste izlesen hepsi de aynı görüntünün tekrarı gibi dururdu.


Süpürgenin uğultusu artmıştı. Haznesi dolmaya yakındı. İleri geri, ileri geri… Bir küreğe dönüşürdü süpürgenin sapı. Toprak kazdığını görürdü. Hırslanırdı, ileri geri hamleleri hızlanıp sertleşirdi. Süpürge de onun çabasına ortak olmuşçasına uğultusunu arttırırdı.


Bir pazar günü zincir kırılmıştı. Soğuk bir mart pazarı annesi rahatsızlanmıştı. Hemşire olan komşu hemen çağrılmış, tansiyon ölçtürülmüştü. “Bugün dinlensen iyi edersin, doktora görünmeyi de ihmal etme!” demişti komşusu.


Evlenip uzak bir semte taşınmış olan ablası çağrılmıştı hemen. Annesi kendisiyle değil de evin temizliğiyle ilgilenilmesini istemişti. İtirazlar kesin olarak reddedilmişti. Odalar aynı sırayla temizlenmişti. Temizliğin tamamlandığını görünce yüzüne birazcık renk gelmişti annesinin. Küçük, karanlık gözlerinde bir iki kıvılcım çakmıştı.


Masal kitabında ölümcül hastalığa yakalanan güzel prensesin yakışıklı prensçe kurtarılmasını anımsamıştı o an. Herkesin ve her şeyin prensesin kurtulması için nasıl çalıştıklarını, prense yardımcı olduklarını unutmamıştı.


Süpürge böğürmeye başlamıştı. Düğmeye basıp böğürtüyü susturdu. Kapağı açtı, burnuna yanık plastik kokusu doldu. İyice şişmiş olan toz torbasını zorlayarak yerinden çıkardı. Etrafa toz zerrecikleri saçıldı. Torbayı götürüp çöpe attı, yeni torbayı yerine taktı. İçi boşaltılan süpürgenin sesi tizleşmişti.


“Hep içine atıyordu, doğru dürüst konuşmuyordu. Böyle olacağı belliydi.” demişti bir keresinde bir akraba. Anlam verememişti söylenenlere. Annesi onunla hep konuşurdu oysa. Kendi çocukluğunu, köydeki evlerini, okulda neler yaptığını, kente göçtükten sonraki evlerini, eski komşularını anlatırdı. Arka bahçede beslediği kedileri, ağaca kurdukları salıncakta sallanmalarını, akşamüstleri komşularıyla çay içtiklerini dinlemişti kaç kez.


İçine atmak kötü bir şey mi diye düşünmüştü o an. Evin hemen yanındaki bakkaldan aldığı ekmeklerin parasından artan bozuklukları annesi ona verirdi hep. O da bunları kumbarasına atardı. Bir gün para delikten geçmemişti. "Dolmuş artık, açalım da boşaltalım.” demişlerdi. İstememişti. Kimse bulamasın diye saklamıştı.


Bir gün annesini evden alıp götürdüler. “Durumu pek iyiye gitmiyor. Sandığımızdan daha ciddi. Unutkanlıkları da var.” demişti ablası telefonun öbür ucundakine. “Kardeşim bende kalacak.”


Düzensiz aralıklarla hastaneye annesini ziyarete gidiyorlardı. Garip kokulu beyaz koridorlardan geçip beyaz bir odaya giriyorlardı. Annesinin donuk bakan gözleri parlayıveriyordu birdenbire. Sıkı sıkı sarılıyordu. Uzun uzun öpüp kokluyordu. En kısa zamanda evlerine döneceklerini söylüyordu. Ablasına evi temizleyip temizlemediğini soruyordu her seferinde. Ablası da “Evet, anne! Sen şimdi bunları düşünme!” diyordu.


İçi boşaltılan süpürge, hayatının son baharında rastladığı aşkla coşan ihtiyar bir delikanlı gibiydi. Tiz perdeden şarkılar söylüyordu.


Temizlik bitti. Süpürgenin düğmesine bastı. Şarkılar sustu. Son hevesi içinde kalan ihtiyar süpürge sessizliğe gömüldü. Diğer düğmeye bastı. Elektrik kordonu, kuyruğuna basılmış bir yılan gibi hızla sürünüp deliğe girdi.


Işığı kapattı. Koltuğa oturup başını arkaya yasladı. Akşam karanlığı çöküyordu. Salondaki nesneler yavaş yavaş gölgeleşmeye başlamıştı. Nesneler arasındaki boşluklar ve sınırlar bulanıklaşıyor, hangisinin nerede bitip nerede başladığı belirsizleşiyordu. Sokaktan geçen arabaların farları ağaçların çıplak dallarının gölgelerini tavana yansıtıyordu.


Gölge oyunlarına dalıp gitti bir süre. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaştı. Zihninde belli belirsiz görüntüler yanıp yanıp sönüyordu. Araba kornaları yankılanıyordu derinlerde, süpürgenin tiz perdeden şarkılarına enstrüman oluyordu. Duvar saati tempo tutuyordu; tik tak, tik tak, tik tak, tak tuk, dan dun, daaaan duuuun… Vuuuuuuuu! Torbası dolmuş yine! Pes perdeden… Pestili çıktı temizlikten. Pes!


Vuuuuuuuuu! Yine torbası dolmuş! Çıkarınca toz saçılıyor. Toz kokuyor, toprak kokuyor, toprak kazıyor. Toprak kazıyorum. Islak toprağı hırsla kürekliyorum. Tümsekler aşıyorum. Sonu gelmiyor.


Kazıyorum. Yeşil küçük plastik küreğim ellerimde. Yeşille temizlik yapıyorum, turuncuyla toz alıyorum. Küreğime yüklenen görev büyük. Oysa ben delicesine kazıyorum. Tırnaklarımla kazıyorum. Mezar kazıyorum. Annemi gömdükleri mezarı kazıyorum. İyice dolmuş. İçini boşaltmalıyım.


Bekçi geliyor, beni tümsekten koparıyor. Yılan gibi kıvrımlanıyorum. Köpek balığı gibi ısırıyorum. Zor zapt ediyor beni. Kendimi bırakıyorum, bedenimi aşağı aşağı çekiyorum, fil gibi ağırlaşıyorum. Tutmakta zorlanıyor bekçi. Tiz perdeden çığlık atıyorum. Sürüklüyor. Tepesi oyulmuş mezar tümseğine bakıyorum zorla götürülürken. Yanardağ gibi patlasın istiyorum. Annemi püskürtsün içinden. İçini boşaltsın. Hep içine atıyor.


Küf kokulu bekçi kulübesinde ablam ağlıyor. Çamurlu yüzümü, ellerimi sarı bezle siliyor. Oysa mutfakta kullanırız biz onu. Burası bekçinin mutfağı mı? Kucaklıyor beni ablam, teşekkür ediyor, özür diliyor. Ben dilemiyorum. Dilerim kendi mezarını kazarsın bekçi!


Arabaya biniyoruz. Direksiyondaki adam aşağılarcasına bakıyor bana. Ablam “Bir an önce gidelim hayatım!” diyor içini çekerek. İçine çekme! Ne kadar çeksen de kirleniyor işte! Doluyorsun.


Küvette yıkıyor beni ablam. Çırılçıplağım. “Annem…” diyorum, “O da çıplak mı mezarında? Üşüyor mudur?” Bir şey söylemiyor ablam, burnunu çekiyor. Tırnaklarımın içini süngerliyor.


Yatağıma yatırılıyorum. Kapıyı aralık bırakıp odadan çıkıyor ablam. Yan odadan fısıltılar süzülüp geliyor yılan gibi. Düğmesine basıyorum, hızla içeri toplanıyor yılan. Delikte esir kalıyor. Kahretsin! Küreğimi unuttular. Unuttular… Unuttu… Unut… Unuh… Uuuh… Hhhhh… Ssssss…


***


Tavandan dökülen çiğ beyazlık gözlerini yakıyor. Kolunda garip bir sıcaklık var. Dirsekle omuz arasını giderek sıkan ve acıtan bir sıcaklık… Fısıldıyor. Kolunu boğacakmışçasına şişiyor. Sonra birden duruyor. Bekliyor. Bekliyor. Bekliyor. Fıslayarak yavaş yavaş gevşiyor.


“Tansiyonunuz normale dönmüş.” diyor ince yüzlü kadın. Beyaz giysiler içinde... Beyaz duvarlar önünde... Beyaz kapı, beyaz yatak, beyaz dolap…


“Sık sık yataktan çıkıp kendinizi yormayın lütfen. Bakın sonra tansiyonunuz fırlıyor.” diyor. İlaçları hazırlıyor. “Şimdi iyice dinlenin.” diyor, “Öğleden sonra kızlar gelecek. Onlara iyi görünmek isteriz değil mi?”


Sislerle örülü bir ormanın içinde yolunu bulmak ister gibi sağa sola bakınıyor. Bitkin gözleri ince yüzlü kadını buluyor tekrar. Kafasının içindeki uğultu dikkatini toplamasını zorlaştırıyor. Yorgun ağzı yavaş yavaş aralanıyor:


“Hangi kızlar?”