Atlarında taşındıkça yorgunlar…
Öyle görüyorum; anlıyorum ki günlerce o yerleri hiç bırakmamışlar; yemeklerini bile galiba o atların sırtlarında yemişler.
Ey benim yalnızlığım! Soğuk otların altından bakacağız onlara,
değil mi?
Onları ağaçların bittiği yerde görüyorum. Yorgunlar. Anlıyorum ki ormanın çevresinde dört dönmüşler. Benim çıkmamı bekliyorlar. Beni götürecekler.
Ey benim yalnızlığım! Bu kadar eğilmeselerdi üstüne senin. Bu kadar anlatmasalardı seni. N’olurdu, yalnız ben yazsaydım bu yapraklara seni. Seni yalnız ben bilseydim. Beraber ölseydik seninle.
Ne aptal adamlar! Oysa ki nasıl olsa bırakacağım buraları bir gün. Gidip evlerinde otursalar ya, okula bile başlamamış ölü çocukların gezindiği büyük sobalarda. Nasıl olsa, oysa ki nasıl olsa bir gün kapılarını çalacağım. “Ben ormandan geldim,” diyeceğim. “Beni yanınıza alın,” diyeceğim.
Soğuk otların altında büyük çocuklar. Oraya da gitmesek, ey benim yalnızlığım! Evet, soğuk otların altında kuş mezarları vardır belki.
Ben yalnız seni istedim belki.
Ben yalnız bütün ormanı belki.
Ben yalnız ışıklarını şehrin.
Neden, anlamıyorum bir türlü, neden bu ormanı istedim ve neden, anlayamıyorum bir türlü, neden beni istiyor bu kaçtığım atlılar? Gizliden gizliye onları istediğim için mi?
Atlarında taşındıkça yorgunlar.
Ne güzel! Onları yoruyorum. Bu sürüp gidecek anlaşılan; hemencecik ölüversek. Bekleseler. Dönseler. Hep bekleseler.
Ölüversek.
Soğuk otların altı…