Gülün Adı'nda olaylar, Sapkın Fransiskenler ile Papa arasında geçen dinsel ve siyasal gergin bir ortamda Melk’li Adso'nun el yazmasının gizemi etrafında döner. Manastırdaki bir cinayeti aydınlatmak için diplomatik bir görevle manastıra gönderilen İngiliz Baskerville’li rahip William ile ona görevi süresince eşlik eden, Benedikten çömezi Adso'nun cinayetler zinciri içerisinde kendilerini buluşları ve gizemlerle dolu manastırın sırrını çözme girişimleri, polisiye bir kurgu içerisinde verilir.*


Gülün Adı’nı ilk okuyuşumda kitap; bana, daha önceki okuma edimlerimden yola çıktığım öngörüleri sağlamıyordu (diğer klasik romanlar gibi süregelen bir anlatımda değildi). Gülün Adı, postmodernizme bir örnektir. Bu yüzden romanı ikinci kez okuyuşumda, bu kez bir üstkurmacada yazarla birlikte bilinçli olarak okuduğumun farkına vardım. Önümde, bana bir şeyler söylemeye çalışan bir “açık yapıt” vardı ve ben bunun ne polisiye, ne tarih, ne din, ne de başka bir konuyu ele aldığına kanaat getirebilirdim. Evet, Eco, bir Orta Çağ profesörüydü ama Gülün Adı, bir tarihî metin değildi. Eco, Dumas’tan alıntıyla şöyle diyor bir röportajında, “Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır.”


Tarihî bir metin olmasa bile Orta Çağ’ın sayısız özelliğini barındırır. Rahipler, manastırın normları, yaşantıları, karakterleri ve daha birçok motifle birlikte tarih yansıtılır. Eco, Gülün Adı’nı nasıl yazdığını bir röportajında şöyle anlatıyor:


“Bir arkadaşım -genç bir kadın- küçük yayınevinde çalışıyordu. Bir gün bana geldi ve dedi ki 'Kısa dedektif öykülerinden oluşan bir seri hazırlamak istiyoruz. Ama bu seri, yazarlar tarafından değil sosyologlar, politikacılar vs. tarafından yazılacak, yapmak ister misin?' Ben de 'hayır' dedim. Çünkü o zamanlar diyalog yazamayacağıma emindim. Şimdi görünen o ki romanlarımın en iyi yerleri diyaloglar. İkinci olarak da 'Eğer bir dedektiflik öyküsü yazarsam, 500 sayfa uzunluğunda ve bir Orta Çağ manastırında geçen bir öykü yazarım.' dedim. O da 'Hayır, ben öyle bir şey istemiyorum.' dedi. Eve gittim ve keşişlerin isimlerinin bir listesini yazmaya koyuldum. Bu demek oluyor ki muhtemelen bir şeyler dolaşıyordu içimde ve ben farkında değildim. Aksi takdirde başka bir cevabım olurdu. Üçüncü açıklamaysa şu: O noktada uzun yıllar sonrasında profesör olmuştum. 50 kitabım yayınlanmış ve bunlar İngilizceye ve Fransızcaya çevrilmişti. Hayatımın öyle bir noktasına ulaşmıştım ki yeni bir şeyler yapmak için ya Rimbaud gibi Afrika’ya kaçıp silah satacaktım, ya Kübalı bir balerinle kaçıp ailemi terk edecektim ya da roman yazacaktım yeni bir şey yapmak için.”


Umberto Eco, Orta Çağ’a oldukça hakim ve romanda bunu belli etmekten hiç kaçınmıyor. Çokça alıntıların ötesinde Orta Çağ’a ait yapıların tasviri, betimlenmesi bazen sayfalar sürebiliyor ve ayrıntılar giderek artıyor. "Gerçekten de Eco, günümüzü yalnızca televizyon aracılığıyla tanıdığını, oysa Orta Çağ'ı doğrudan, dolaysız bildiğini söylüyor." (Eco, 2020, 15)**

 

Romanı okumaya başladığımızda henüz ilk sayfadan bizi bir harita karşılıyor. Bu harita, ileride çömez Melk’li Dom Adso ve Baskerville’li William’ın tüm o katolikvari cinayetleri sorgulayıp çözüme kavuşturduğu manastırın bir haritası. Bizi en çok ilgilendiren Aedificium, Kilise ve avlu olacak. Çünkü işlenen cinayetlerin hep kütüphane ile bir ilişkisinin olduğu düşünülüyor. Başrahip de William’a bu konuda “Söylediğim gibi, tüm manastırın içinde serbestçe dolaşabilirsiniz. Ama kesinlikle Aedificium’un en üst katında, kitaplıkta dolaşamazsınız.” (Eco, 2020, 66) der.

 

Kitaplar ve kütüphaneler, Gülün Adı içerisinde çokça önem atfedilen ve sürekli merkez noktası haline gelen kavramlardır. Aedificium’un içerisinde olan yasaklı kitaplara herkesin bir ilgisi vardır ama kimse ulaşamaz. Kitapların hepsini ezbere bilen yaşlı Jorges ve kütüphaneci dışında buraya girmek yasaktır. Buraya gizlice girenlerin büyülendiği iddia edilir. Roman ilerledikçe ve çözüme yaklaşıldıkça gizli ve korkunç addedilen kütüphanenin de sırları açıklanır.


Latince’de “yapı” anlamına gelen Aedificium, romanda şöyle tasvir edilir:


"Uzaktan bir dörtgen gibi görünen sekizgen bir yapıydı bu (Kutsal Kent'in sağlamlığını, içine işlemezliğini gösteren kusursuz bir biçim). Güney duvarları manastırın bulunduğu düzlükte yükseliyor, kuzey duvarlarıysa, dimdik üstünde yer aldıkları dağın kıvrımlarının içinden çıkıyormuş gibiydi." (Eco, 2020, 47)


Kütüphane, daha sonra William ve Adso’nun girip içinde kaybolacağı bir labirentten oluşur. Her odada daha sonra keşfedilecek olan İncil’den ayetler vardır. Bu ayetlerin baş harfleri, o odayı simgeleyen harfe dönüşür ve o harfler, sekizgen biçimindeki bu yapının içerisindeki odalarla birleşince yön ve ülkeleri temsil eden kelimeleri ortaya çıkarır.


Labirent, Orta Çağ’da esas bilginin, skolastik düşüncenin ötesine geçmemesi üzerine bir motif gibi. Rahipler de bu bilgiye erişmeyi yasaklayarak özgür düşüncenin kapılarını sonuna kadar kapatmayı düşünüyorlar. William’a göreyse kitaplar, her zaman başka kitapları çağrıştırmalıdır. “Kitaplar çoğu kez başka kitaplardan söz ederler. Çoğu kez bir kitap, tehlikeli bir kitapta çiçeklenen zararsız bir tohum gibidir ya da tam tersine, acı bir tohumun tatlı meyvesidir. Alberto'yu okurken Thomas'ın ne söylemiş olabileceğini anlayamaz mısın? Ya da Thomas'ı okurken, İbni Rüşt'ün ne söylemiş olacağını?" (Gülün Adı, s. 362) ″Şimdi, kitapların oldukça sık başka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konuştuklarını fark ediyordum." (Gülün Adı, s.363) Burada da metinlerarasılık, kurmacanın içinden okura fark ettirilir.

 

Anlatıcı, Adso, tüm olaylara baştan beri hakim bir şekilde, kitap akışa devam ederken bize zaman ötesi habercisi konumunda ufak bilgiler veriyor. Kaos, Adso ve William’ın manastıra giriş yapmasıyla başlıyor. Kitabın zaman kurgusu yedi güne ve gün içerisindeki vakitlere göre de yedi aralığa ayrılıyor. Yedi gün içerisinde tüm olaylar gerçekleşiyor. Sonunda bir kaos daha yaşanıyor ve William ile Adso manastırdan ayrılıyor.


Romanın içerisine adım attığımız anda üstkurmaca bize pek de önemli olmayan şeyler anlatılacağını söylüyor ama okurla diyalogda olan bu eser, okurun es geçmeyeceği bilgileri okura sunarak arka plandaki cinayetlerin oluşumuna imkân veriyor. Her yeni bölüm başlığında, neler olacağının kısa özeti sunuluyor. Bir bölümde William, Rahip Benno’yu sorgularken şu sözleri söylüyor, “Çok önemi var, çünkü biz burada, kitaplar arasında, kitaplarla birlikte, kitaplara göre yaşayan insanlar arasında ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz; bu nedenle onların kitaplar üzerine söyledikleri sözler de önemlidir.” Anlatıcı, okura neyin önemli olduğunun ayırdına varması gerektiğini mi söylüyor yoksa konuşan Benno’nun artık okuru sıkmaması gerektiğinden mi bahsediyor?

 

Okur, Hristiyan dünyasının derin sorunlarının arasında kiliselerin, tarikatların, azizlerin isimlerinin iç içe geçtiği sayfalarca anlatının içerisinde boğuşurken birden zavallı Adso, ne kadar acıktığından bahsedebilir ve biraz önceki ayrıntılı bilinç akışı silinip gidebilir.

 

Adso’nun, kitabın süregelmesiyle çoğu kez düşüncelere daldığını biliyoruz. Bilinç akışıyla okurun hem sorgucu rahip William’ın ne denli cesur, bilgin ve merhametli olduğunu Adso’nun çıkarımlarıyla anlıyor hem de tüm hikaye boyunca okurun karşılaştığı olaylarla Adso’nun tepkilerini, iç konuşmalarını, anılarını okuyoruz. Zaman, şimdiki zamanla Adso’nun hatırladığı zamanlar arasında dolanıyor.

 

Adso, bir yandan Doyle’un Sherlock Holmes romanlarının pastişini oluşturuyor. Bilindiği üzere Arthur Conan Doyle’un, Baskerville Tazısı adlı bir romanı var. Baskerville’li William’ın adı ve karakteri Sherlock Holmes’ü yansıtıyor. Benedikten Çömezi Adso da bu durumda Dr. Watson’a işaret eder. Eco, bu pastiş üzerine bir yazısında şöyle bahseder, “Ama bir sorgucuya gereksinimim vardı, olasılıkla, büyük bir gözlem duygusu, belirtileri yorumlamakta özel bir duyarlılığı olan bir İngiliz’e (metinler arası alıntı).” Bu İngiliz, Sherlock Holmes’ten başkası değildir.


Üstkurmaca, yazarın eserinin bir kurmaca olduğunu eserde belli etmesiyle oluşur. Örneğin Adso, hikayesini anlatmadan önce, roman henüz başlarken bir başka anlatıcının bir el yazması bulduğunu, bundan hareketle de hikayeyi Adso’nun ağzından anlatacağını söyler. Yani Gülün Adı, kurmaca içindeki kurmacayı oluşturan bir kurmacaya dönüşür. Artık üstkurmacadır.

 

Eco da bu durumu şöyle dile getirir, “Manastırın hem krokisini hem de yerini uydurduğumu söylememe gerek yok (ama ayrıntıların pek çoğunda gerçek mekanlardan esinlenmiştir); eski bir el yazması bulunduğunu söyleyerek bir kurmaca kitaba başlamanın saygıdeğer bir edebî topos olduğunu, hatta sunuş yazıma “Doğal Olarak, Bir Elyazması” başlığını koyduğumu; hem Kircher’in gizemli kitabını, hem de ondan daha gizemli olan sahafı da benim uydurduğumu söylememe de. Gerçek manastırı ve gerçek el yazmasını arayanlar belki de edebiyatın usullerine yabancı olan saf okurlardı, (…), pek çok okur kurmacayla gerçek arasındaki farkı göremiyor ya da göremez hale geliyor. Kurmaca karakterleri, sanki onlar gerçek insanlarmış gibi ciddiye alıyor.” (Eco, 2011, 62)***


Romanın neredeyse her sayfasında bir alıntı, Latince kelimeler ve dipnotlar vardır. Metinlerarasılık, Gülün Adı’nda her yerdedir. İlk Çağ ve Orta Çağ yazarları ve düşünürlerinden deyişler, alıntılar, gelecekteki yazarlara gizli göndermeler, kutsal kitaplar, Hristiyan ve Müslüman bilim insanlarının eserlerinin isimlerine yer verilir.

 

Motifler sıkça işlenen, bazen okuyucunun kendisinin bulmaya uğraşması gerektiği alegorilerle sağlanır. Örneğin günah ve şeytan, kedi ve kadının romanda bulunduğu konumlarla bağdaştırılır. Körlük, bilgeliğe; çok konuşma, oburluğa işaret eder. Bazı kişiler, gerçekliğe bir göndermedir: Jorge Luis Borges ya da romandaki adıyla Burgos’lu Jorge.


Orta Çağ’ın tüm imgelerinin kitabın içerisinde gerçekmişçesine anlatımı, okurun gerçeklik algısına yöneliktir. Okur da yazar da anlattıklarının gerçek olmadığını bilir ve esere buna göre davranır. Postmodern anlatı, bu gerçekliğin içerisinde kurmacanın kurgu olmaklığını açığa çıkararak gerçekliğin sınırlarını zorlar.


Eco; söz dizimi, hâl dili ve sözün değerini o denli önemser ki “yitip giden bütün nesnelerden elimizde yalnız adların kaldığı düşüncesi”, romanın başlığında simgeleşir: Gülün Adı.**


Eco, aynı zamanda göstergebilim uzmanıdır. Bu romanın adı için şöyle söyler: "Çünkü gül, simgesel bir şeydir ve öylesine anlamlarla yüklüdür ki neredeyse hiçbir anlamı yoktur: Gizemlidir gül ve bir gül, güllerin yaşantılarını yaşamıştır; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür; bir gül, bir güldür..."



Kaynaklar


*Gülün Adı ve Benim Adım Kırmızı Adlı Romanlara Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım, Elmas Şahin, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/8 Summer 2013, p. 1223-1236, Ankara-Turkey.

 

**ECO, Umberto (2020). Gülün Adı, İtalyancadan çev. Şadan Karadeniz, İstanbul: Can Yayınları.


***Eco, Umberto (2011). Genç Bir Romancının İtirafları, İlknur Özdemir (Çev.), (4. bs.), İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.


****Gülün Adı Adlı Romanın Toplumsal Dil Bilimi Bağlamında İncelenmesi, Ensar Kılıç.