Belli. Ayak izlerimiz ummaklar. Ki bundan acılarımıza sağlanışımız. Tüm kekreliğimizle ortalık yerde duruyoruz işte. Nasıl görmek istiyorsak öyle bırakamadık kendimizi. Parmaklarımızın altındaki tuşlar gibiyiz, ne hissettiğimizi bile üstümüze basılınca ifade ediyoruz. Beynimizin bizi mutlu etmekten sorumlu bakanlığı gerçekten halka hizmet ediyor olmalı. Bu izdiham yalnızlığı tek başımıza şahlandırmamız mümkün değil. Peki ne olmasın istersin bu saatten sonra?


Neler olduğuna bakman lazım, anlıyorum.


Kendine verebileceğin, bana verebileceğin, ona verebileceğin, çoklarına verebileceğin tek sen kalmadı. Heyben boş, heyben boş ve yabancı. Doğum gününde “İyi ki varsın!” demeleri kadar ÖY-LE-Sİ-NE. Kabul edelim, içimizde bir ummak garibanlığı yetiştiriyoruz. Tohumlarını kimin attığını söylemeye gerek var mı? İnsanoğlu/insankızı nasıl olur da yüzyıllardır memnunmuş gibi görünebilir? Günün sınırlı anlarında etkileşimde bulunduğumuz kişilere sahte memnuniyetimizi neden satıyoruz? Sürekli iyi yanlarımızı pazarlamak zorunluluğu hissetmemizin nedeni ne? Kamusal alanda var olamama, kabul edilememe korkusu bizi nasıl bu denli esir alabilir?


Evet, zaaflarımız var bunda hemfikiriz. Peydah olduğumuzdan beri büründüğümüz irrasyonel imajımızı, büyük bir sevinçle üzerimizde paralamamız bundan. Garip olan alışmamız. İrdelemememiz. Vay be! Bak sen içimizde kurduğumuz totaliter devlete. Kutlu olsun diktatörlüğümüz. Vardığımız nokta ile bulunmak istediğimiz nokta arasında bir hayal kırıklığı kadar mesafe var. İlmek ilmek yürüyoruz zararına olan ne varsa. Zararına olan ne varsa yarara bağışladık ilmek ilmek.


“Sarılalım zarara inat!” diye bağıranı ezdiler ilk. Bağırması yaralanan birine ummamayı vadedebilir misin? Ummak putlarının bir sakrosankt olmadığına ikna edebilir misin? Kimseye göstermek istemediği göz yaşları, kanalizasyonunu arıyor. Bu sebepledir ki evler dünyanın kanalizasyonudur.