Uyandım. Göz kapaklarım yavaş yavaş aralanıyordu. Elise’nin beyaz vücudu yanımda hareketsiz bir şekilde duruyordu. Dedem sessiz ve sakin kumsalda oturuyordu. Zafir ayağa kalkmaya çalışıyordu. Yanına gittim, yaralıydı, kanaması vardı. Telaş içinde üzerimdeki kazağı çıkarıp tampon uygulamaya başladım. Sonra birden yanımıza askerler geldi. Arapça konuşuyorlardı. İçimden: “Rabb’im, neredeyim ben?” dedim. Askerler çok kaba davranıyorlardı. Yanımıza geldiler, üç kişiydiler, biri kolumdan tutup beni çekti. Diğer ikisi Zafir’in iri bedenini taşımaya başladı. Sonra başka bir grup yaklaşıp dedeme sertçe müdahale etti. Elise’yi sürüklüyorlardı. Elise hiçbir tepki vermeyince anladım ki hayatını bu sert iklime feda etmişti. O, suda boğulmuştu, bense gözyaşlarında… Askerin sert kollarında çırpınıyordum, bize yardım etmeyeceklerini biliyordum. Asker olduklarını bile düşünmüyordum. Bunlar isyancı olabilirlerdi. Bağırıyordum, yardım çığlıkları atıyordum. Sonradan kolumu tutan asker kulağıma eğilip şunları söyledi: “Boşuna yardım isteme, Libya topraklarındasın, burada herkes yardım ister.” Umuda yolculuğumuz bitmişti, paramparça olmuştuk. Bizi götürecekleri araçların önüne geldik. Komutanları olduğunu düşündüğüm esmer tenli, siyah saçlı, simsiyah gözlü bu adama Haris diyorlardı. Haris durumumuzu gördü. Zafir baygın haldeydi ve onu taşıyan askerlere dönüp “Bunun burada ne işi var? Götürün, bir yere gömün!” dedi. Ben gözyaşları içerisinde bağırıyordum, dedem hiçbir şey yapamıyordu, sessizce ağlıyordu. Haris birden bana dönüp “Susturun şu kızı!” dedi. Kafama sert bir darbe aldım. Uyandığımda etraf zifiri karanlıktı. Ses çıkarmaya çalıştım sessizce: “Dede.” dedim. Sonra bir kez daha: “Dede.” dedim. Bir kez daha… Sesim çığlık olana dek dedim. Bir anda tavanda sallanan sarı lamba yandı, içeri askerler girdi. Yanlarında dedem vardı. Beyaz sakalları kırmızıya dönmüştü. Dedemi yanıma sürüklediler, askerlerin ardından Haris içeriye girdi ve dedemin gözlerinin içine bakıp:
— Umutların tükendiği yere hoş geldin, ihtiyar adam, dedi.
Dedem bitkin haliyle:
— Acıdan nasır tutan yüreğime sözlerin işlemez, ismi gibi şeytan ruhlu adam, dedi. Haris’in gözlerinden nefret dökülüyordu.
Dedeme yavaşça yaklaştı ve dedem sözlerine devam etti.
— Öldürmeyi ödül olarak görüyorsun, zaten köpekler de verilen mamayı ödül sanıyor. Aslında o ödül değildir, itaattir! Ben senin gibilerle çocukken savaşıyordum. Şimdi güçten düştüm, artık bir toz tanesinden ibaretim. Bitkin, kadim, yarı ölüyüm. Ölümümüz, ömrümüzden uzun sürüyor.
— Ebedi istirahat mı istiyorsun? Gözlerime bak!
Haris sert bir hamleyle dedemin yüzünü kendine çevirdi, bunun üzerine dedem:
— Bakmaya tenezzül etmiyorum diye seni görmediğimi zannetme!
Haris sözlerine devam etti.
— Bir keresinde rahat hayatı tatmıştım, tuzsuzdu. İhtiyar adam, annenle baban sana neden Agâh adını vermişler, düşündün mü? Benim adım Haris, ismimin iki farklı anlamı var. Birincisi bekçilik, muhafızlık yapan, ikincisi ise açgözlü, hırslı olan kimsedir. Şimdi görüyor musun? Verdiğin nasihatler, anlattığın her şey koca bir hiç!
— Ne çabuktur kutsanmışlığın meluna dönüşü. Cenneti hiç görmedim Haris, cehennem ise hep içimdeydi.
— Çektiğin acılar bizim için önemsiz Agâh.
— Taktığın maskenin ardında isminden daha fazlası olmalı Haris, şansızlığın hüküm sürdüğü bu diyarda doğup büyümek zordur. Senin içinde az da olsa adaletin bulunduğunu biliyorum, ben buradan sağ çıkamam ama torunum onu serbest bırakın. Onun yaşamaya hakkı var.
— Maskemin ardında ne olduğunu merak mı ediyorsun? Yorumladığım kadarıyla bir kainat var. Yalanın, silahın, gücün hüküm sürdüğü bir kainat. Adalet güçlülerin uydurduğu bir yalan Agâh. Bunu öğrenmeliydin. Sahi, bana öteki taraftan bahset belki orayı hiç göremem.
— Sen nefretten başka hiçbir şey görmemişsin çocuk. Unutma ki topraktan geldik ve elbet toprağa geri döneceğiz. Kainatın büyüklüğüne aklımız yetmez. Bir yağmur damlası okyanusu idrak edebilir mi?
Haris, dedemin yanına yaklaştı ve kulaklarına sessizce şu cümleyi söylemeye başladı.
— Bir yağmur damlası toprağı da dünyayı da ilhak edebilir Agâh.