Unutmak
Elini ateşe tuttu, ateşin yandığını görmedi, eli yandı elini çekti, ardına baktı ateş orda, yandığını daha iyi gördü. Mesafe koydu, aklı kaldı. Sessizce düşündü, sessizce düşüşüne anlamlar bulmak niyetindeydi, düşündü… düşündü…
‘’Elin yangını geçer, ya yürekteki yangın? Ha deyince alevi sönüp acısı sünmez mi zaman geçtikçe? Yara sensin evet, yâran değilsin.’’ dedi. İki ince çıtayla bölünmüş dört dilim penceresinde caddeden geçen insanlara baktı. Yaşlılıktan mı can sıkıntısından mı bilinmez, sol gözü muvakkaten hilalleşiyor, bu sırada göz bebekleri rot ayarı bozulmuş araba gibi sola çekiyordu.
Kendisindeki değişimi anlayabiliyor ama anlatamıyordu. "Anlatsam beni de anlamazlar ki." diye yakındı. İnsanlar mesela… İnsanlar, sadece bir insan mıdır yiyip içen ve durmayan? Kaç insan gerçekten mutludur yediğinden içtiğinden, kaç insan gerçekten yüreğinde çırpınıp duran bir şeyin farkındadır ve beni anlayabilir, evet kaç insan yaşadığının ayırdındadır?
Mutluluk bir özlem midir en çok da, bir doyurganlık mıdır pervasızca? Hayatın mecburiyeti bir role bürünmek midir ya da tıynetin meyli ile karanlık odalarda yaşanan bir mahcubiyet midir?
Zihnine baktı, birçok silüet gördü. Kimini seçti, kimini seçemedi. Kiminde sayfayı hemencecik geçti, kiminde durdu düşündü:
1. Perde: Terk-i Dünya Manastırı…
Çoğu insan kargaların ağzının açık olmasına mana yüklemek istemez; bir serçenin tedirginliğini kalplerinde bir yere oturtamaz. Ne kadar hızlı geçti zaman, ölünün unutulması gibi… Biliyorum, çok acımasız olmamam gerek, yargılamaktan vazgeçip onlara, onları anlamak istediğimi anlatmalıyım. Çünkü o kargalar uçup gider, o serçe elbet beni umursar, benden kaçar ve elbet ben denizin kızıllığına, ufkun açıklığına kanıp seni yanımda sanıp bir kahve bile istemem Hena’nın kocasından… Bir anne, bir kızı, yaşlı bir amca, iki zabıta ve bir boyacıyla hayatıma devam ederim. Varsın bir zaman gelip de bana kaktüs çiçeğinin meyvesini anlattıklarında gözlerimde nemimsi bir tabaka oluşsun. Varsın turunç meyvesine muttali olayım…
2. Perde: Tuz...
Şöyle bir kendini silkeledi, böyle hislendiği, fikirlere battığı zamanlarda hep bunu yapardı. Sonuçta hayat devam ediyor, insanlar gelip geçiyordu. Penceresinden aşağıya baktığında "Her insan, gözümde ‘denden’ işareti." derdi Vera’ya... Evin karşısında bina yoktu. Gelip geçen ‘’denden’’ işaretleri daha kesif bir bakış ortaya koyduğunda ufku görmesine mani olurdu.
Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Eliyle başını tutuyor, bir yandan bir of çekiyor - Bu of nedense ona çok tanıdık geliyordu! - bir yandan aklına sevdiği geliyor - Geçiyor gidiyordu işte! - bir yandan da topuğuyla yere fasılalı bir şekilde vuruyordu. Bunu yapabilme gayreti dişlerini sıkmasını geciktiriyordu, aklına sevdiği geliyor, dudaklarının bir kısmını dişlerinin altına alıyor, onu hatırlıyordu, onu unutmuyordu, unutamıyordu… Denizlerden akıyordu sular diline…
Bu bir mesajdı, bu bir davetti, git derken gel demenin bir diğer adıydı… Sevdiği sevilmeye layıktı; güneş gözlüğüne saklanan yakıcılığı, parmaklarındaki sıcaklığı düşündü, aklından sevdiği hiç gitmiyordu… Git diyordu gitmiyordu, gel diyordu anlamıyordu, beş gül goncası kadar tesirli olamıyordu ne yapsa ne etse…
3. Perde: Varoluş...Öyle yaptı...
Kül olan hayatlar, kül olan ormanlar gibi feryat içinde bir feryatla sarsıldı Mahir bu düşüncelerden. Salondan açılan odaya doğru yürüme istidadını kendinde bulamasa az daha düşecekti. Sendeledi geçerken… Odaya zorlukla yürür gibi sürüdü ayaklarını ve her zamanki koltuğuna atabildi kendini. Güneşin son çırpınışlarında evin batı kısmına açılan pencereden kızıllığı görebiliyordu. Vera, içeri gelip "Nen var baba?" diye sorduğunda ancak derin bir yutkunmayla susabilirdi, öyle yaptı. -Vera elbette her şeyi biliyor, ona susarak eşlik ediyordu. Nen var baba derken de o duruşta, o bakışta tatmin edici cevapları zihnine yerleştiriyordu. İyi ki vardı Vera…- Tütün tablasını bir ressam gibi aheste hareketlerle ceketinin iç cebinden çıkardı. Bir tutam tütünü beyaz kağıda döktü. Tütün kokusu sindiğinde sağ elini hafifçe burnuna götürür önce o kokuyu içine çekerdi, öyle yaptı. Tütünü sarıp kapatırken diliyle yapışması için ıslaklık verdi kâğıda… Sigarası hazırdı, balkona seğirtti. Çıkarken Vera’ya çay getirmesi için seslendi. Sallanan koltuğuna kendini bıraktı. Balkon korkulukları yüksek olduğu için daha aşağıları göremiyordu, böyle olunca da gözleri hep ufuk çizgisine yakın görebildiği maviliğe dalardı. İkindi sonrasıydı. Güneş göç ediyordu başka memleketlere… Maviliği seyretti. Kızıllığı seçebiliyordu. Gökyüzü yer yer doluydu. İrili ufaklı gri bulutlar oluşmaya başlamıştı. Hava kararmakta ısrarcıydı. Düşüncelere daldı yine:
"Keşke unutabilsem unutmak istediklerimi, bu kadar kolay seni hatırlamak gibi." usulca batmak üzere olan güneşe bakıp... Zihnini tam olarak tarumar edebilse hemencecik bir uçurum bulup veya şu binadan kendini aşağıya bırakıp zihnindeki bu karışıklığa son verebilir, bir bilinmezi bu karışıklığa tercih edebilirdi. Bir an duraksadı fikri, kendini yadırgadı, bu bir savaştı, yenilgisi muhtemel, galibiyeti meçhul bir savaş... Güçlü çıkabilirdi bu unutmak gailesinden biraz emek vererek. Bunu ihtimaller arasına koymamıştı ama koymalıydı. Belki de hiç sevilmemişti. Sevmenin hakkını vermişti ama sevdiği kadar sevilmemişti. Bunu hesaba hiç katmamıştı. Muhtemel ihtimallerden biri de bu olmalıydı kalkıp yeniden yürümeye, dirilmeye, diriltmeye… Bunu bir impuls olarak kullanabilirdi. Evet evet, sevmişti, sevilmemişti. Kandırılmanın ağrısı çabuk geçerdi herhalde. Hava kanıyordu geceye, kararıyordu. Gece de böyle işte, güneşi kandırıyordu.
4. Perde: Sebeb-i Telif
Unutmak, sadece bir eylem değildir, unutmak ölmek üzere olan bir canın son nefesi gibi bir şeydir; hem yaşatır hem öldürür. Yaşamayı tercih etmek, varlığından beslenenleri yaşatmak adına da bir tasarruf olmalıydı. Şimdiye değin şiirlerine baş tacı ettiklerini değiştirmek gerektiğini düşündü böylece. Şiirin malzemesi dildi. Ama teması her şey olabilirdi. Bir saplantıyla yaşamak ve yaşlanmak hakikati içini acıttı. Bu aralar içinden geçen şeyler o kadar çoktu ki yaşlanabilir miydi devinmiş bir hayatı arzularına, yaşanmışlıklara dişletmeden. "Unutmak..." dedi yine dili, yüzünün karartısında bilgisayarın ışığıyla aydınlanan gözlerindeki parlaklığı ara ara kısarak. "Unutmak, galiba yeniden sevmek demektir, unutmak yeniden anlamak demektir, unutmak iştihayı şımartıp şımartıp gözlerindeki hüzne adanmak demektir yeni başlangıçlar ve ihmal edilmiş hakikatler için. Rüzgârın ferahlığı da olur, yolların telâşı da… Unutmak kadar sağlam bir temel var mı sevgide?"
Yanı başında duran kumandaya bastı, balkondaki televizyonu açtı. Her zamanki kanalına geçiş yaptı. Şimdi unutmuş mu oluyordu her şeyi; bilemedi, habere daldı, geçti derin fikirlerden.
5. Perde: Vefa(t)’ül-Ekber
Hava iyice kararmıştı. Vera bir şeyler hazırlayıp önüne koymuştu bile, mutfakta yenmesi her zaman tercihiydi ama babasını oraya çağırmak, onun gelmesini beklemek ona mütemadiyen "Baba yemek hazır." demek yemek taşımaktan daha yorucuydu. Neticede zor bir adamdı Mahir, her konuda mahirdi belki ama ataletin pençesinden bir türlü kurtulamazdı. Yemeğini yerken haber izlemesi gerekirdi, belki de acımasızca gerçekleşen her hadisenin zihninde yarattığı olumsuz tesiri doyma hissi biraz da olsa törpülüyordu.
Bugün nedense daha sakin geçmişti, bugün derinlerde bir yerde zamanın kuşatıcılığından sıyrılmış dingin bir bekleyiş içine girmişti. "Terk-i Dünya Manastırı." dedi yine, Hena’yı hatırladı… O, manastır bekçisinin karısıydı. Hena, eski bir dostunun arkadaşı, sırdaşıydı ayrıca. Manastırı adam etmişti kocasıyla birlikte. Ne kadar vefalı bir kadınmış diye geçirdi içinden. Sen kalk ıssız sedasız bir tepede yaşa ve hayatını bu sessizlikte idame ettir. "Vefa..." dedi, durdu aklı, "Vefa..." dedi, daldı aklı… Eşe vefa, çocuğa vefa, aşka vefa, işe vefa, fikre vefa… "Aman!" dedi, "Neyse, nerden geldi şimdi bunlar?" Baktı, dalıp da mürgülediği anda aşağı düşen baş parmağı istemsiz bir kanal atlatmış; belgesel kanalında gördüğü kiliseden mütevellit zihni, etkisinden kurtulamadığı o an’a kaymıştı.
"Unutmak..." dedi içinden, "Unutmak lazım. İnsan ancak unutarak k(a)ederin, keşmekeşin etkisinden sıyırabilir. Kalbini bir anda çekip kurtarabilir ve sergüzeştini setredebilir…"
Yemeği yerken bu düşüncelerden de kurtulmuştu artık. Kedisi miyavlamış, komşusu seslenmiş, unutmuştu. Çığ düşmüş, orman yanmış, yağmur yağmış, gece olmuş, rüzgâr usul usul ninni olmuş, unutmuştu…
vedat aydoğan
2021-11-11T12:46:50+03:00Çok teşekkür ederim Mısra, @deduivelwand
Mısra Ergök
2021-11-11T09:24:38+03:00Severek okudum ve ilgiyle. Hep yazın, daha iyi olacağına eminim. :)
vedat aydoğan
2021-11-11T01:06:34+03:00çok teşekkür ederim Hilmi Bey @bed
Hilmi Bedrioğlu
2021-11-11T00:18:48+03:00Ben de üslubunuzu başarılı buluyorum. Bu öyküyü de genel itibarıyla sevdim. Takipteyim.
vedat aydoğan
2021-11-11T00:04:17+03:00değerli yorumunuz için teşekkür ederim @freak
Server Fethi
2021-11-10T23:58:04+03:00İlgi çekici bir üslubunuz var. Peşinden sürüklüyor insanı. Yer yer bazı kopmalar, aksaklıklar yaşansa da -bence- sevdiğim bir öykü oldu. Ellerinize sağlık.
vedat aydoğan
2021-11-10T22:57:04+03:00çok teşekkür ederim :) @kirpicayi