Fark ettim ki Unutulan'ın ilk bölümleri epey ketummuş, doğru düzgün pek ipucu yokmuş akışa ve karakterlere dair. Ama yine de bir takım tuhaflıkların ve doğru hissettirmeyen konuşmaların geçtiği aşikâr tabii. Nitekim buzdağının görünen kısmı gibiymiş başları. Bu yüzden kitabın resmini paylaşmak, arka kapağında bulunan yüzeysel özeti buraya da bırakmak istedim. Dilerim keyifle okursunuz.

*


On Sene Önce, 2012


Vakit gece yarısıydı. Çelimsiz şehrin, kambur gövdesinde soğuk yeller esiyordu. Genç adam, hastalanırsa annesinin kızacağını bildiği için ceketinin fermuarını çenesine kadar çekip, buz tutmuş ellerini cebine sıkıştırdı. Hâlbuki istemediği bir durum olursa karşı koymaya hazır olmak için, ellerinin dışarıda olması gerekiyordu.


Neler düşünüyordu böyle? Karşısındaki çok yakın bir arkadaşıydı, kavga edecek halleri yoktu ya. Sakince, düzgün bir şekilde konuşursa gerçekleri anlayabilir; asıl gayesini kavrayabilirdi. İçten içe, tıpkı bir akılsız gibi, hepsinin yanlış anlaşılmadan ibaret olmasını diledi. Bir an sonra ise kızdı kendisine. Hâlâ ona güvendiğine inanamıyordu.


“Ne oldu oğlum, konuşsana? Niye çağırdın beni bu saatte?” diye sordu diğer çocuk. Ellerini birbirine sürtüp sıcak nefesini üzerine üflüyordu. Kaşları hafif çatıktı. Merakla, son bir dakikadır ifadesizce onu seyreden arkadaşına bakıyordu. İkisinden başka kimse yoktu sokakta. “Zaten bizim kız gördü çıkarken, yine tutturdu abi ben de geleceğim diye. Babam duymadan ikna etmesi zor oldu.”


“Aranızdakileri biliyorum.”


Ölüm sessizliği oldu birden. Tek gürültü, yakınlardaki kuşların yumuşak şarkısı ve uzaklardan gelen boğuk korna sesleriydi. İnsanlar hâlâ maçı kutluyor olmalıydı.


“Aramızdakiler mi? Ne saçmalıyorsun?” Hâlâ salağa yattığına inanamıyordu. Suratındaki şaşkınlık hiç inandırıcı değildi. Farkındaydı her şeyin ancak rol yapmaya devam ediyordu.

 

“Anlamamış gibi davranma. Yaren ve senden bahsediyorum, ne haltlar çevirdiğinizi biliyorum,” Aniden sesi yükselmişti, öfkesine engel olamıyordu şimdi. Elini cebinden çıkarmış, suratına doğru sallıyordu. “Sizin hiç utanmanız yok mu? Kardeşim dediğin bir insana nasıl yapabildin bunu? Biz böyle mi arkadaştık? İnanasım gelmiyor. Ne kadar karaktersizmişsin.”


Mert bir an nasıl karşılık vereceğini bilemedi. Afallamıştı fakat pişman veya üzgün değildi. Aksine, suratında değişik bir kibir vardı. Arkadaşının havadaki elini hiç düşünmeden sertçe vurarak indirdi.

 

“Düzgün konuş benimle.” Bir gün zaten duyulacağını biliyordu ancak bu kadar çabuk olmasını beklememişti. Bu yüzden hazırlıksız yakalanmıştı. Bir an bu gerçeği Kuzey’e söyleyip söylemediğini düşündü fakat sonra bunun bir önemi kalmadığını fark etti. “Biz yanlış bir şey yapmadık. Ne bekliyordun? Hastalığını öğrendikten sonra onunla birlikte olmaya devam mı edecekti? Üstelik bir serseri gibi hapse girdi. Yaren akıllı bir kız, doğru olanı yaptı.”


Henüz söyleyecekleri bitmemişti ancak konuşamadı. Aksel hızla ileri atılıp, iki eliyle yakasına asılmıştı. Gözlerinde yaşlar vardı ve alt dudağı titriyordu; ilk kez onu böyle görüyordu Mert.

 

“Ona hastalığını mı söyledin?” Büyük bir hayal kırıklığıyla bakıyordu. Beyni durmuştu sanki, duyduklarına inanamıyordu. “Adam hapse girdi, hapse! Baktın eline fırsat geçti, hastalığını ifşa ederek ondan uzaklaştırmaya mı çalıştın kızı? Çocuk haftalardır sizden mektup bekliyor, yazıyorlar diyorum. Yazıyorlar ama gönderememişler.” Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Alçalıp yükselen sesindeki hüzünle karışık öfke, bariz bir şekilde duyulabiliyordu. “Sen nasıl bir insansın? Kardeş dedik biz birbirimize, beraber düştük beraber kalktık. Nasıl yapabildin böyle bir kalleşliği?” İterek yakasını bıraktı ve kaybedeceğini bildiği bir savaş başlatarak, yumruğunu Mert’in suratına geçirdi. Kendisinden daha güçlü olduğunu biliyordu; çok iyi bir boksör olduğunun da farkındaydı. Ancak şu an cezaevinde yatarken, neler döndüğünden habersiz olan kardeşinin intikamını almak için yumruk atmaktan başka ne yapacağını da bilmiyordu. Hatasının karşılığını saniyeler içerisinde buldu. Mert, dudağına yediği yumrukla ağzına dolan kanı tükürdü ve bağırarak arkadaşının üzerine atladı. Beraber yumuşak toprakta yuvarlandılar; şapkası başından çıkıp öteye uçmuştu. Fakat fark etmedi bile; gözü dönmüştü. Aksel’in üzerine çıkıp, vurmaya başladı. 

Bir yandan da, “Yaptım işte, size ne!” diye bağırıyordu, öfke taşan bir sesle. Defalarca vurdu suratına. Aksel’in güçsüz olduğunu biliyordu; kolay bir lokmaydı onun için. Kendisinin bir suçu yoktu; bunu o istemişti. “Yaren’i hak etmiyor o hasta herif. Kendini bir halt sanan manyağın tekiydi. Murat’ı nasıl sakat bıraktığını hepimiz biliyoruz. Onun yeri hapishane. Kullanıyor seni oğlum, sense köpeği gibi peşinde dolaş. Zaten hep böyleydin sen.”

 

Aksel, ne kadar karşı koymaya, üzerinden atmaya çalışsa da başaramadı. Karanlıkta, arkadaşının gölgeler düşmüş suratına bakarken birçok duyguyu aynı anda yaşıyordu; düş kırıklığı, acı, öfke, üzüntü, çaresizlik, korku. Acımasızca suratına yediği ardı arkası kesilmeyen darbelerin hissettirdiği tek şeyse üzüntüydü. Soğuk koğuşlarda sürünen dostundan defalarca kez sessizce özür diledi, bunların hiçbirini hak etmiyordu o. Suçsuz yere içeri girmiş, haksız yere arkadaşları tarafından dışlanmıştı. Gözüktüğü gibi biri değildi fakat kimse göremiyordu.

Bilinci kapanmış olmasına rağmen Mert durmuyordu. Ne kadar süre geçti bilinmiyordu ancak vurmaktan eli yarılmıştı. Bir müddet durup nefes nefese, altında yatan Aksel’e baktı. Suratı kandan gözükmüyordu ve uzun bir süre önce karşı koymayı bırakan elleri cansız gibi iki tarafa devrilmişti. Başı yana kaymıştı. Sanki bir anlığına durmuş olsaydı bir şey söyleyecekmiş gibi ağzı aralıktı. Daha fazla dayanamayıp üzerinden kalktı ve her yeri zangır zangır titrerken karanlığa doğru koştu.

   *


Boğuk bir çarpma sesiyle bilinçaltım aralandı. Sanki gözlerimi kapatmamla açmam bir olmuştu. Ellerimle suratımı örterken uzuvlarımdan yükselen sızılara odaklanarak ağrıyan yerlerimi tespit etmeye çalıştım. Üstüme tonlarca ağırlık çökmüş gibiydi. Derin bir iç çekip ellerimi indirdim ve dün gece kapatmayı unuttuğum pencereden gökyüzüne baktım. Yavaş yavaş ağarıyordu tan. Birkaç saat daha uyumak için yorganın altında kıvrıldığımda, bir çarpma sesi daha duyuldu. Yavaşça dirseklerimin üzerinde doğruldum ve kulak kesildim. Hafif bir inleme ve bir çarpma sesi daha. Ağır ağır yataktan kalkıp kapıya doğru ilerlerken, ağrıyan omzumu ovuşturuyordum. Dün geceden sonra, vücudumdaki acının tonu değişmiş gibiydi. Hatta sanki hiç dinlenmemişim gibi daha da şiddetlenmişti. Uykusuzluktan yanan gözlerimi kısıp odamdan çıktım ve kısa koridoru arşınlayarak salona yöneldim. Köşeyi döndüğüm anda, mutfak kapısının yanında yere çökmüş annemi görünce uykum buharlaşır gibi yok oldu. Gri uzun saçları önüne dökülmüştü, başını belirli aralıklarla duvara vuruyordu. İki büyük adımda yanına varıp başını tuttum ve tekrar vurmasını engelledim. Bedenini soğuk duvara yaslamış, gözleri kapalı bir şekilde öylece oturuyordu. Ağlamıyordu fakat çok yoğun bir acı dolaşıyordu çehresinde.

“Anne,” dedim kolundan tutup kaldırmaya çalışırken. “Kalk hadi, seni yatağına götüreyim.” 

Hiçbir tepki vermedi fakat kurumuş dudaklarını aralayıp bir şeyler fısıldamaya başladı. Ara sıra uyurken evin içinde gezdiğini ve anlamsız şeyler konuştuğunu bildiğimden sözlerine kulak asmadım. Kollarından tutup tekrar kaldırmaya çalıştım fakat ne bedenimin bir yükü taşıyacak gücü vardı ne de annemin kalkmaya niyeti. Gözümü ovuşturup ne yapacağımı düşünürken, fısıltıları yükseldi ve duyulur hale geldi. 

“Ben ölmeliydim,” diyordu, daha önce kimsede duymadığım yoğun bir pişmanlıkla. “Onun yerine ben ölmeliydim. Benim suçum. Hepsi benim suçum. Katil değil benim oğlum.”

 

Boğazıma bir yumru otururken kendisine gelebilmesi için hafifçe sarstım. Bundan yedi sene önce kendimi soğuk bir hastane odasında yatar hâlde bulmuştum. Abimin trafik kazasında öldüğü haberini aldıktan kısa bir süre sonrasıydı. Zihnim adeta tarumar edilmişti; noksandı. Ne kadar zorlasam da kendimi, yakın geçmişe ait belirgin bir an hatırlamayı başaramıyordum. Doktorun, bir yakınını kaybetmenin verdiği şiddetli üzüntü ve şokla bir çeşit travma yaşadığımı açıklayışını bile zar zor anımsıyordum. Gözlerimi o basık odada araladığım an, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Farklı birisiydim sanki, ruhsal sancılarla doluydum. Mide bulantısı ve nedensiz kusmalara sebep olan içimdeki o boşluk, gün geçtikçe daha da büyüyordu. Annem ve babamın, oğullarının kaybını rahatça yaşama fırsatını onlara vermediğim için beni bulan suçlayıcı bakışları bile adeta bir sancı saplıyordu mideme. Bazı geceler beraberinde titreyişler getiren krizler yaşıyor, kendimi bir illette boğulur buluyordum. Sanki kendi vücuduma yeniydim, birkaç beden büyük geliyordu ve ben içinde kaybolmuş gibiydim. Her şey o kadar yabancı ve farklıydı ki abimi kaybetmenin şaşkınlığını yaşayamamıştım bile. Aynı şaşkınlığın bastırılmış bir şekilde hâlâ içimde yaşayabilmesi, gerektiği zamanda dışa vuramamış oluşumdandı. Dışa vuramadıkça da içimde tümörleşen, abimi ölmüş olmasına rağmen karşımda görebilmemi sağlayan bir kabullenemeyişti.

  

Acıyla mırıldandı. “Hepsi benim suçum.”

 

Zihnime eski anıların dolmasına izin vermeden hızlıca ket vurdum ve annemin sayıklamalarını duymazdan gelerek daha şiddetli bir şekilde sarstım. Aniden açtığı dalgın gözlerini, benimkilere kenetledi. Suratındaki acı tuzla buz oldu ve ifadesizliğe büründü. İri, kahve gözlerini çevreleyen kıvrak ve uzun kirpikleri, içimde kendime bakıyormuş izlenimi uyandırmıştı.


“Haydi, kalk anne,” dedim anlayışlı, yumuşak bir sesle. “Seni yatağına götüreyim.”

 

Hiçbir tepki vermeden, yavaşça ayağa kalkarken kolundan tutarak yardım ettim ve yatağına yatana kadar da bırakmadım. Yanında kıvrılmış, uyuyan Doruk’u görünce gülümsememe engel olamadım. Annemi yavaşça yatırıp, üzerini örttüm ve Doruk’u yavaşça öptükten sonra çıktım. Hızlıca duş aldıktan sonra hazırlanmaya başladım. Saat yedi buçuğa geliyordu ve acele etmezsem dersten önce Yeraltı’na uğrayamayacaktım. Elime gelen ilk kıyafetleri üzerime geçirdim ve saçlarımı sıkıca topladım. Hâlâ nemli olmasından dolayı başıma bere taktım ve ceketimi de üzerime geçirip çantamı hazırladım. Dünden kalma eşyaları ve boks eldivenlerini çıkararak, dolabımın içine gizledim. Çantaya birkaç ders notu ve defter koyup çıkışa yürüdüm. Salonun önünden geçerken gözüme yıpranmış kanepe ilişti. Haftalardır orada duran pike ve yastığın aksine, babam yoktu. Nerede olduğunu merak etsem de omuz silkerek evden çıktım.

 

Saat sekize uzanmaktaydı. Duvara yaslı duran boyası akmış bisiklete binip sakin sokaklara daldım. Yıpranmış tekerleklerde yılların izleri vardı ve abimden geriye kalan eşyalardan yalnızca birisiydi. Gezip dolaştığı her yerden tek tek anılar toplamış da ağırlıkları altında yaşlanmış gibiydi. Normalde bile zor dönen pedalları bu güçsüzlükle çevirmek oldukça zordu. Yavaşlıktan kaynaklanan sürtme sesine de katlanmak zorunda kalıyordum üstelik. Beş dakikalık yol on beş dakikamı almıştı. Binanın kapısı davetkâr bir biçimde açıktı ve antrenman için geldiği anlaşılan birkaç kişi, girişe doğru yürüyordu. Onlardan önce davranarak içeri girdim ve koridoru hızlıca geçtim. Etrafta küçük çocuklarla birlikte birkaç genç de vardı; hepsi idman yapıyordu. Çarpma, sürtme ve farklı konuşmaların sebep olduğu uğultu, tüm salonda yankılanıyordu.


Dün gece Kuzey ile konuştuğumuz yere gidip kolyeyi fırlattığı tarafta göz gezdirdim ancak hiçbir iz bulamadım. Bir süre daha insanların garip bakışlarına maruz kalarak etrafta dolaştım. Sonunda biraz gergin, biraz da sinirli bir şekilde ter kokusunun içinden geçerek köşedeki ofise yürüdüm. Etrafı tamamen camla kaplı odadan dışarısı rahatça görülüp kontrol edilebiliyordu. Yaklaşınca Raşit amcanın masasında oturduğunu gördüm. Kapıyı çalarak usulca içeri girdim. Başını kaldırmadan yarım ay gözlüklerinin üstünden bana baktı. Önündeki kâğıda bir şeyler yazmakta olan eli duraksamış, kalemi havada kalmıştı. 

“Evet?” Beni gördüğüne şaşırmıştı.

“Günaydın,” İçerideki cızırtılı radyo sesini ve dışarıdan yükselen ses furyasını bastırmaya çalıştım. Ağır bir koku vardı odada. “Dün burada kolyemi düşürmüşüm. Etrafta gördünüz mü hiç? Ucunda kırmızı boks eldivenleri vardı.”

Yavaşça gözlüğünü çıkarıp bana baktı. Her zamanki gibi kaşları çatıktı ve gözleri büyük bir ciddiyetle dokunuyordu etrafa. Çenesini hafifçe sağa sola oynatarak, kısa müddet düşündü. Bir yandan da bıyık buruyordu. 

“Burada olsaydı, sabahları etrafı temizleyen hademenin eline geçmiş olurdu,” dedi, düşünceli ancak biraz da başından savmak ister gibi bir acelelikle. “Eğer bulunursa haber veririz.” 

Teşekkür ederek, kapıyı kapattım ve binadan çıktım. Hayal kırıklığının ağırlaştırdığı hareketlerle bisiklete binerken, boynumda kolyenin yokluğundan kaynaklı sızıyı daha belirgin hissettim. O kadar uzun zamandır benimleydi ki yokluğu, kendimi az hissetmeme neden oluyordu. Orada olmadığını bilmeme rağmen elimi boynuma götürdüm. Abimin bana hediye ettiği an zihnimde canlanmıştı, gözlerimi kapatarak bertaraf etmeye çalıştım. Ona dair sadece birkaç anı kalmıştı ancak ne zaman bu anları düşünecek olsam göğsüm daralıyor, kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Üzerinden yedi sene geçmiş olmasına rağmen, tesirinin hâlâ sürüyor oluşu kendimi güçsüz hissettiriyordu. Öfkelendiriyordu beni.

 

Kendi kendime anlamsız bir takım şeyler mırıldanarak, hızlı sürmenin verdiği kasılmalara aldırmadan yol boyunca aralıksız pedal çevirdim. Şansa pek inanmazdım; fakat o kolyenin hep yanımda oluşu, bana adlandıramadığım bir hafiflik ve güven hissettirirdi. Kolyenin abime ait oluşu ya da ölmeden bir gün önce, doğum günümde, bana hediye etmiş olması bile bu güveni zedeleyemiyordu. Bu yüzden yol boyunca kendimi, kaybolan kolyeyi bulmaya ikna etmiş ve Kuzey’de olduğuna inandırmıştım. Ancak henüz dün tanıştığım bu adam hakkında hiçbir bilgim veya fikrim yoktu. Nasıl öğreneceğimi de bilmiyordum.


Sırf onunla karşılaşabilmek için neredeyse her okul çıkışı Yeraltı’na gitmeye başladım fakat iki hafta geçmesine rağmen hiçbir yerde göremedim onu. Her seferinde omuzlarım düşük bir şekilde eve dönüşüm, içimdeki öfkeyi ve inadı körüklüyordu. Günler geçtikçe yapılan haksızlığın daha çok farkına varıyordum. 

   

Güneşin, bulutların arkasına utangaç bir çocuk gibi saklandığı soğuk bir öğleden sonra, derse yetişmeye çalışıyordum. Ara sokaklardan sıyrılıp, İstanbul’un sabah trafiğinin çoktan uyanmış olduğu caddeye çıkarak, küçük bir karınca gibi arabaların arasından geçmeye koyuldum. Her gün aynı yolu gidip gelerek ezberlemiştim; tıpkı bugünkü gibi zihnim beni farklı yerlere sürüklese bile, ayaklarım şaşmadan doğru yöne gidebiliyordu.

  

Kampüse tahmin ettiğimden de kısa bir sürede vararak içeri girdim. Üniversitede ikinci senem olmasına karşın hâlâ derslere uyum sağlayamamıştım. Ne istediğim bir bölümü okuyordum ne de okulun ortamından memnundum ancak başka bir şansım da yoktu. Sabahın erken saatlerinde beni buraya getiren tek güç, işe yarar bir şeyler yaptığımı hissedebilme arzusuydu.


Zihnimin üzerindeki bulutları tam olarak kovamadan, bisikletimi bir kenara park ettim. Merdivenleri ikişer ikişer tırmanarak, üzerinde Mühendislik Fakültesi yazan çift kanatlı kapıdan içeriye girdim. Uzunca bir koridoru rüzgâr gibi geçip, köşeyi döndüm ve ilk kapının önüne yürüdüm. Nefeslerimi yatıştırabilmek adına bir müddet soluklandım ve kapıyı iki kere tıklattım. İçeri girdiğimde gördüğüm ilk şey, kürsüde ders anlatan öğretim üyesi olmuştu. Bende sabitlenen bakışlar katman katman üzerime gelmeye başlayınca, çabucak kapıyı örtüp amfinin yukarısına tırmanmaya başladım. Bir yandan da ellerimi cebime sıkıştırıp, yavaş yavaş iyileşmesine rağmen, üzerindeki çürük ve morlukları gizlemeye çalışıyordum. Kimsenin arkamdan konuştuğunu duymamıştım ancak yine de böyle bir detayın fark edilmesini istemiyordum çünkü tamamen farklı yorumlanacağını biliyordum. 

Bir saat boyunca, notlar alarak dersi dinlemeye çalıştım ancak sonlara doğru zihnim iyice bulanıklaştı ve dalgınlaştım. Birden dört bir yanımdan insanların ayaklanmasıyla, sıçrayarak kendime geldim. Hocanın çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Neredeyse sınıfın yarısı boşalmıştı. 


Tahtada yazan son birkaç notu daha kâğıda dökebilmek için uğraşırken önümde bir karartı sezdim. Sare, suratında kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Birkaç gün önce gösterdiği yeni, kırmızı kazağını giymişti üzerine. Soluk sarı saçları tek omzunda toplanmış, dağınık bir şekilde örülmüştü. Birkaç adım ötemde olmasına rağmen tanıdık kokusunu alabiliyordum.


Defterimi kapatıp çantama atarken “Demek not alıyorsun,” diyerek, alaylı ancak neşeli bir sesle konuştu. Omuz silkerek karşılık verdim ve her şeyimi aldığımdan emin olarak ayaklandım. Birlikte merdivenleri inmeye başladığımızda koluma girdi. “Bugün bize gelsene.” Yandan, kısa bir bakış attım. En son yaşananlardan sonra üzerinde konuşmamış, öylece meselenin üzerini örtmüştük. Kırgın veya kızgın değildim fakat hâlâ onlara gitmek için içimde bir istek bulabiliyor da değildim.


“Tatsızlık çıksın istemiyorum,” diye yanıtladım. Sesim yumuşak olsa da bir nevi tepkili çıkmıştı. Ben önüme dönerken, bu sefer de onun bana baktığını fark ettim ancak suratındaki mahcubiyeti görme fırsatım olmadı. “Kendimi öyle bir duruma da sokmak istemiyorum. Başka zaman gelirim.” 

“Haklısın,” dedi bir süre sonra, kısık sesle. Önümüzdeki insan selinden ötürü çıkış tıkanmış ve adımlarımız yavaşlamıştı. Yaşananlardan sonra, ilk defa konuşmanın verdiği o acemilik ve gerginlik oluşmuştu ikimizde de. “Babamın böyle olmasını istemediğimi biliyorsun ama düşüncelerini değiştiremiyorum, lütfen anla beni.”


Sonunda sınıftan çıkabilmiştik ve kalabalığın arkasından ana çıkışa doğru ilerliyorduk. Onlarca insanın bir saattir içinde tuttukları etrafta yankılandığından dolayı, baş ağrıtan bir gürültü doğmuştu. Bu sefer de çıkış kapısında tıkanıklık oluşunca, duraksayıp beklemeye başladık. Arkamızdaki bir grup kız, sınav sorularıyla ilgili konuşuyordu. Hâlâ benden bir yanıt bekleyen Sare’ye döndüm.


“Seni suçlamıyorum,” dedim, sırt çantamın kollarına asılırken. Bu olayın, aramızda bir soğukluk doğurmasına müsaade etmek istemiyordum. “Babanın söyledikleri hafif sözler değildi ama onun yaptıklarından dolayı seni suçlayamam sonuçta. Yani benim açımdan sorun yok.”

 

Dudaklarını birbirine bastırarak anlayışla gülümsedi ve az öncekinden daha sağlam bir şekilde koluma girerken “Biliyorum, farkındayım!” dedi. Sonunda tıkanıklık açıldı ve Sare dersinde yaşanan bir olayı anlatırken dışarı çıktık. Güneş henüz kendisini açığa çıkarıp sergilememişti. Yerinde soğuk yellerin esmesine müsaade ediyordu. Gökyüzü bulutlu ve kapalıydı. Birbirine eş adımlar atarak yürürken, arkamızdan gelen sesle duraksayarak o tarafa döndük.


“Sare,” Uzun boylu, alımlı bir kız bize doğru ilerliyordu. Suratında, gözlerini parlatan samimi bir gülümseme hâkimdi. “Kazağın çok güzel olmuş. Yine çok şıksın.”


Sare, kızın açmış olduğu kollarının arasına girdi ve bana göre samimiyetsiz fakat Sare’ye göre pek nazik olan bu sarılışa karşılık verdi. Çevresi çok geniş olduğu için her iki adımda bir tanıdık birisiyle karşılaşması normal geliyordu artık. Genelde selamlaştığı kişiler yanlarında olsam bile benimle konuşmaz, çoğu zaman suratıma bile bakmazdı. Konuşmak için bana hiç fırsat tanımamalarına rağmen içten içe asıl soğuk ve mesafeli olanın ben olduğumu düşündüklerini bakışlarından anlayabiliyordum. Neden her seferinde Sare ile birlikte olduğumu merak ettiklerini de biliyordum. Aslında şaşırmalarına hak veriyordum; birbirinden çok ayrı dünyaların insanlarıydık fakat nasıl olduysa bu iki uzak dünya arasında bir köprü inşa etmeyi başarmıştık. Aslında benim Sare’ye nasıl güvendiğimden çok onun, onca arkadaşının arasından beni en yakınına çekmiş olması daha şaşırtıcıydı. Etrafında pervane gibi dönen ve kene gibi yapışan onlarca arkadaşı vardı fakat o, benim gibi birisini seçmişti.

 

“Sen de çok şık görünüyorsun,” Sevecen bir şekilde karşılık veren Sare’nin sesiyle, anafor gibi beni içine çeken düşüncelerden sıyrılabildim. “Kolyene bayıldım.”


Adını bilmediğim fakat suratını sıkça gördüğüm kızın kolyesine bakarken buldum kendimi ve gülmemek için zar zor engel oldum kendime. Sare’nin de bu kolyeyi beğenmediğine adım gibi emindim. 

Uzun salık saçını omzundan geriye doğru atarken, “Bizimle oturmaya gelsene,” diye devam etti kız. Kolyesi daha göz önüne çıkmıştı şimdi. İltifat hoşuna gitmiş gibi, suratı hafif pembeleşmişti. “Birlikte bir şeyler içeriz.”

 

Sare’nin gülümseyerek kızın kolunu okşayışını izledim. Ben yanlarında yokmuşum gibi Sare’yi başka bir yere davet etmesi üzerine, yavaşça öteye uzaklaşmıştım. Kuzey’e nasıl ulaşacağımı düşünüyordum yine. Kendi kendime oyalandığım anda Sare’nin hülyalı sesini duydum. 

“Başkasına sözüm var, belki daha sonra.”


Kızın bir şeyler söyleyerek ayrılmasıyla Sare’ye döndüm. Önüne düşen birkaç tutam saçı kulağının arkasına kıstırırken, elinin her hareketiyle kâh yukarı kâh aşağı kayarak ses çıkaran bilezikler eşliğinde konuştu. 

“Babası ile babam yakın arkadaş,” dedi memnuniyetsizlik kokan sesiyle bir yandan da beni yola doğru yönlendiriyordu. “Zorunda olmasam hiç konuşmayacağım.”

 

Hiçbir karşılık vermedim. Çevresindeki birkaç kişiden hazzetmediğinin ve zorla selamlaştığının zaten farkındaydım fakat bu konuda empati yapamadığım için diyecek söz de bulamıyordum.

Sare kolundaki saate bakıp bir süre düşündü ve heyecanla bana dönüp, “Seni çok güzel bir yere götüreceğim,” dedikten sonra, gülümseyerek ekledi. “Tanıdık birisinin yeri, buraya da çok yakın. Biraz oturalım birlikte. Benim bir buçuk saatim var, daha sonra yarınki sunum için sınıftakilerle buluşacağız.”


Sare de ikinci sınıftı ve mimarlık öğrencisiydi. Fakültelerimiz birbirinden farklı yerlerdeydi fakat arasında en fazla on beş dakikalık mesafe bulunuyordu. Bu yüzden fırsat buldukça ders aralarını birlikte geçirmeye özen gösteriyorduk.


“Tamam, gidelim,” dedim gülümseyerek. Birçok öğrenciyle birlikte okulun çıkışına varmak üzereydik. “Ben de daha sonra ders çalışmak için kütüphaneye geçerim.”


Uzun caddenin kenarından ilerlerken yanımızdan geçen arabaların gürültüsü, yol boyunca sıralı ağaçlardaki kuşların ezgilerine karışıyordu. Esen rüzgâra karşı ceketimin önünü sıkıca ilikledim ve beremi kulaklarıma kadar indirdim. “Hâlâ bulamadın değil mi kolyeni?”

Kısaca “Hayır,” dedim umutsuz bir sesle. Sare tekrar koluma girerken, adımlarıma ayak uydurmaya çalıştı. Her esen rüzgârla, tanıdık parfümünün kokusu burnuma geliyordu. 

“O adamı da bulamadım ki,” Yavaş yavaş içimde kabaran tasayı aldırmamaya çalışıyordum; sanki o gece yaşadığım duygular tekrar yeşeriyordu. Aslında, iki haftadır huzursuzdum zaten. “Neden durduk yere kolyemi koparıp alır ki bir insan? Hareketleri de normal değildi zaten, bakışları bile tuhaftı. Nasıl bulacağım ben o adamı? Kim bilir nerede?”

Sare bir an duracak gibi oldu fakat aynı hızda yürümeye devam etti. Şaşkınlıktan ziyade temkinli bir tonda, “Nasıl bakıyordu ki?” diye sordu. Ciddileşen sesinde aynı zamanda büyük bir merakın dumanı da tütüyordu. Yalnızca omuz silkmekle yetindim. “Bilmiyorum, sanki ona bir kötülük yapmışım gibi bakıyordu,” Gideceğimiz yere varıncaya kadar, başka söz söylemedi. Geldiğimizi yavaşlamasından anladım ve etrafa bakındım. Büyük, teraslı bir kafeydi burası; dört bir tarafı ağaçlarla çevrili olmasına rağmen epey ferahtı. Tek tük insan dışında kimse yoktu. Boş bir masaya oturduğumuz anda, genç bir garson hızlıca yanımıza geldi ve adisyona iki çay notu düştükten sonra uzaklaştı. 

“Çok güzel, değil mi?” Yanı başımızdaki büyük ağaca bakarken, bir yandan da çantasını sandalyeye asmaya çalışıyordu. “Ben de ilk defa geliyorum aslında, yeni öğrendim burayı.”

Sırt çantamı çıkarıp yere koyarken gülümseyerek başımı salladım. Hava soğuk olmasına rağmen yanımızdaki ısıtıcı havayı katlanabilir hâle getiriyordu. Uzaklardan sesi gelen akıntının nerede olduğunu anlamaya çalışır gibi bir süre etrafta göz gezdirdim. Garson çayları önümüze koyduğu sırada, okulun itiraf sayfası hakkında konuşup gülüyorduk. Bir süre ikimiz de düşüncelere gömüldük.

Ansızın zihnimden, birbirini tomurcuk gibi doğuran onlarca düşünce geçmeye başladı. Dalgın bir şekilde elim boynuma doğru uzanınca havada asılı kaldı ve boğazıma, soğukluğuyla yakan buz gibi bir eksiklik oturttu. Kolyenin değerini bir kez daha farkına varıyordum sanki. Yedi yıldır ilk kez bu kadar uzun süre takmadığım oluyordu. Dalgın dalgın çayı karıştırırken çıplak boynumu ovuşturdum.

 

“O adamın evini bulacağım sanırım.”


Çayından küçük bir yudum almakta olan Sare, aniden tıksırır gibi oldu ve geriye doğru yaslanıp öksürmeye başladı. Bir yandan da anlayamadığım bir şeyler söyleyerek öksürüğünü şiddetlendiriyordu. Sonunda kendisine geldiğinde kıpkırmızı bir suratla bana baktı. Hâlâ arada küçük küçük öksürüp boğazını temizleme ihtiyacı duyarak “Nasıl yani? Adamın kapısına mı dayanacaksın?” diye sordu. Hayret içindeydi. Sanki birisinin duyması hoş olmazmış gibi, bunu söylerken sesini kısmıştı. Günlerdir oldukça mantıklı bulduğum bu fikri onun ağzından duyunca kulağıma absürt gelmişti fakat başka bir çıkış yolu bulamıyordum. Tıpkı kolye gibi adam da ortalıktan yok olmuştu.


“Adamı bulamıyorum ki kolyeyi isteyeyim. Madem öyle, ben giderim kapısına. Hem hesap bile soramadım.”

 

Sare sertçe nefesini üflerken, yuvasından söküp aldığı peçeteyle, öksürmekten sulanan gözlerini sildi. Rimeli gözünün altına akmış, hafif bir gölgelik oluşturmuştu. Öte yandan beni kendime getirmek istercesine kısık sesle çemkirmeye devam ediyordu.

 

“O mu aldı kolyeyi daha onu bile bilmiyorsun…”


İkimizin de birbirini ikna etmeye çalıştığı yoğun tartışma, Sare’nin telefonunun çalmasıyla keskin bir şekilde yarıda kesildi. Fırsattan istifade ederek gerginliğin verdiği sıkıntıyla lavaboya gitmek için ayaklandım. Bir yandan telefonla konuşurken sessizce tersleyerek nereye gittiğimi sordu. Aynı terslikte lavaboyu işaret edip terastan içeri geçtim. Sıcak bir hava beni karşıladığında ilk defa ne kadar üşüdüğümü fark ettim ve biraz da olsa sinirlerim gevşedi. Kapıldığım düşünce bana da abes gelmeye başlamıştı ancak kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Hiçbir şekilde o adamla karşılaşmayacağımı, derdimi doğru düzgün izah edecek bir ortamın olmayacağını kabullenmeye başlamıştım. 


Karşıma çıkan ilk garsona lavabonun yerini sorduğum sırada, başı eğik bir şekilde yanımdan geçen bir adam gözüme ilişti. Bilinçsizce tekrar önüme döndüm. Sonra birden yerimde sıçradım. “Ah,” Ne diyeceğimi şaşırmış bir şekilde adama yöneldim; fakat beni duymamıştı. Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürümeyi sürdürüyordu. Bir an arkasından bakakaldım; sanki nefesim kesilmişti. Kalbim heyecandan kasılırken aniden ismini hatırlamanın verdiği sevinçle çevredeki tüm garsonların dönüp bakmasına sebep olacak kadar yüksek bir biçimde seslendim.


“Aksel!”  


Genç adam, eli hâlâ kapının kolunda, gönülsüzce duraksadı. Sırtı hâlâ bana bakarken, tuttuğu kapıyı çıkıp gidecekmiş gibi biraz daha araladı bir an; ancak yapmadı. Sonunda bana dönmeye karar verdi. Kahverengi gözleri etrafı taramaya gerek görmeden direkt beni bulurken kaşlarını kaldırarak şaşkın bir ifade takındı. Fakat bu tepkinin benimkinin yanında epey çelimsiz kalışı, onun beni daha önce fark ettiği kuşkusunu doğurmuştu içimde. Fazla düşünemeden, yanıma geldi.

“Affedersin,” Emin ve rahat adımlarla ilerlerken sıcak bir şekilde gülümsüyordu. Şaşkınlığı tamamen gitmiş, benim aksime kendisini çabuk toparlamıştı. “Tanımakta zorlandım. Öyle bağırınca bir şey oluyor sandım.”

 

Utanarak, özür dilercesine gülümseyip, uzattığı elini sıktım. Biraz uzak durduğu için birkaç adım öne çıkarak yapmak zorunda kalmıştım bunu. Fark etmesine rağmen mesafesini korudu fakat duruşunun aksine dudaklarındaki sıcak gülümseme hâlâ varlığını sürdürüyordu.

“Kusura bakma, ben de bir an görünce çıkaramadım. Sonra da ismini hatırlayamadım,” İki hafta önce giydiğine benzer bir palto vardı üzerinde. Ellerini cebine sokmuş, her an gitmeye hazırmış gibi durmadan yerinde kımıldanıyordu. Bir anda kasıldığımı hissettim. Fakat gerginliğimi sesime yansıtmadım. “O gün bize yardım etmiştiniz, yine o arkadaşımla birlikteyiz. Eğer müsaitsen sana bir teşekkür çayı ısmarlamak isterim. Tabii eğer müsaitsen.”


“Aslında bir yere gitmem gerekiyor,” Teklifimi reddettiği için biraz üzgün biraz da mahcup bir ifadeye bürünmüştü. Anlayışla gülümseyip onayladım. “Ama yine de teşekkürler. Değişik bir tesadüf oldu burada karşılaşmamız.”


“Evet,” dedim aklımda beliren soruyla biraz heyecanlanarak. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek ovuşturdum fakat sonrasında tıpkı onun gibi cebime sokmaya karar verdim. Bir şey soracağımı sezmiş gibi beklentiyle bakmaya başlamıştı. “Acaba o gün yanında olan arkadaşına ulaşma imkanım var mı?”


Bir an kaşları çatıldı, “Kuzey’e mi?” diye sorarken sesinde müthiş bir temkin belirmişti. Yanlış anlaşıldığımı düşünerek aceleyle açıklamaya çalıştım.


“Evet. Aslında o gece kendisiyle tekrar karşılaştım. Biraz asabiydi. İşin aslı, aramızda küçük bir tartışma geçti ve anlayamadığım bir şekilde sinirlenip kolyemi kopardı,” Aksel gözlerini bile kırpmadan beni dinlerken, suratında hiçbir ifade yakalayamadım. Anlattıklarımı zaten biliyormuş gibi şaşırmamıştı ancak yine de dikkatle dinliyordu. Bir an kendimi küçülüyormuş gibi hissettim, söylediklerim bana bile anlamsız gelir gibi oldu. Fakat buna rağmen devam ettim. “Benim için değerli bir kolyeydi ve hiçbir yerde bulamıyorum. Bu yüzden kendisiyle konuşmak istiyorum, nasıl ulaşabilirim ona?”


“Anladım,” Biraz sert ve düşünceli bir şekilde söylemişti bunu. Yer yer seyrek olan kaşları hâlâ çatıktı. “Kolyen için üzüldüm. Ama kendisi çok meşgul birisi. Yani ben de ona çoğu zaman ulaşamıyorum. Şu anda nerede olduğunu da bilmiyorum. Kişisel bir bilgi de paylaşamayacağıma göre, yardımcı olamadığım için kusura bakma,” Dik duruşum bozulup, suratımda bozgun bir ifade yer edinirken; verdiği cevaptan memnun kalmadığımı sezdi. Fakat hâlâ sesinde yersiz bir sertlik bulunuyordu. “Ama kendisine iletirim bunu. Yine de öylesine bir kolyeyi durduk yere yanına alacağını pek sanmam.”


Hiçbir şey söylemeyerek, yalnızca başımı salladım. Bana adresini veya telefon numarasını verebileceğine inanarak, ne kadar basit düşündüğümün farkına varıp kendime öfkelenmiştim. Konuşmayı daha fazla uzatmaya gerek olmadığına karar verdim.

 

“Aksel?”


Arkadan yükselen ince bir sesle o tarafa döndüm. Gitgide yaklaşan topuklular, etrafta yankı yapıyordu. Zayıf, beyaz tenli bir kız bize doğru ilerliyordu. Kemikli suratındaki merak, çatık kaşlarıyla biraz da kuşkulu bir ifadeye dönmüştü. Yaklaştıkça belirginleşen mavi gözleri bir bana bir Aksel’e kayıp duruyor, sanki bir sorunu çözmeye çalışıyormuş izlenimi uyandırıyordu. Ancak yanımıza gelip durduğunda, bu izlenim tamamen yok oldu. Fakat duygularını göstermeye çekinmeyen yönü, kaşlarını gevşetmesine müsaade etmiyordu. 

 

“Ne oluyor burada, Allah aşkına?” Aksel’e dönüp sorduğunda suratına dökülen saçlarından ötürü yüzündeki ifadeyi görememiştim. Fakat sesindeki sorgulayışı seçememek mümkün değildi. Aksel’in de bu tavır üzerine kasıldığını fark etmemek zordu, ne var ki kız konuşmasını cesurca sürdürüyordu. “Gerçek mi gördüklerim? Ama ben biliyordum. Bir gün bu tabloyla karşılaşacağımı biliyordum. Rahat rahat sohbet ettiğine inanamıyorum gerçekten.”

“Berfu, hiç sırası değil.” Sıktığı dişlerinin arasından konuşan genç adam, benden tarafa bakmadan kıza yönelmişti. Bir an tutup onu buradan götüreceğini sandım ancak öyle bir şey yapmadı. “Tatsızlık çıkmasın durduk yere.”

 

Aksel yönlendirmek ister gibi elini hafifçe onun sırtına koyarken kız dönüp bana, direkt gözlerimin içine baktı. Kavisli kaşları açık kahveydi; elmacık kemikleri çıkık, dudakları inceydi. Bakışlarında yabancılık ancak bir o kadar da tuhaf bir aşinalık vardı. Gözlerini dahi kırpmadan suratımı inceledi. Bu kısa ama rahatsız edici bakışma, ifade edemediğim bir duygu silsilesinin içimden akıp geçmesine neden olmuştu. Sanki söylemek istediğim bir sürü söz varmış gibi hissettim kendimi fakat değil ne demek istediğimi bilmek, neden ona bir şeyler söyleme gereksinimi duyduğumu bile anlayamadım. Ancak bu fazla uzun sürmedi çünkü kız, ilgisiyle beraber gözlerini de üzerimden çekmişti.

 

“Tatsızlık çıkmasın mı? Şu durum bile yeterince tatsız zaten.”

 

“Berfu,” Aksel’in ikaz dolu sesiyle ortam daha da gerildi. Kız, tıslar gibi nefesini koyarken sesindeki alayın yoğun kokusu garsonların bile dikkatini çekmişti; dönmüş bizi izliyorlardı. “Yeri ve zamanı değil, sen de biliyorsun bunu. Gidelim mi artık?” Sırtındaki elini bastırarak kızı çıkışa yönlendirirken yüzünü çevirdiği için saf öfkesine tanık olamadım. Nitekim sesi yine çoğu şeyi özetliyordu.

“Nasıl hiçbir şey olmamış gibi konuşabiliyorsun? Kafayı yiyeceğim. Ben yüzünü bile görmeye tahammül edemezken, sen neşeli neşeli sohbet ediyorsun.”


Aksel, ne dediği tam anlaşılmayan fakat sinirli bir şekilde söylenmeye devam eden kızla uzaklaşırken eliyle selam vermekle yetinmişti. Hiçbir şey söylemeyerek çıkıp gitti ve beni orada bıraktı. Kızın söyledikleri ve çekinmeyerek attığı bakışlar zihnimi kurcalarken ben de dışarı çıkıp Sare’nin yanına döndüm.

 

Masaya oturduğumda meraklı bir sesle, “Nerede kaldın? Az önce bize yardım eden o çocuğu gördüm,” diye sordu. Sesi biraz titriyordu ve çakmak çakmak bakan gözleri üzerime sabitlenmişti. “İçeriden çıkıyordu. Sanırım birisiyle tartışıyordu hatta.”

“Evet,” dedim dalgın bir sesle. Çoktan buz kesmiş çayımı öteye ittim. “Ben de onunla birlikteydim zaten. İçeride karşılaştık.”

“Konuştunuz yani?” Kaşlarını kaldırıp, yoklarcasına sordu. Omuzlarımı silkerek onayladım onu. Sare’nin tepki vereceğini bildiğim ve hâlâ kendimi biraz mahcup hissettiğim için, aramızda geçen konuşmayı bütünüyle anlatmak istememiştim.

“Pek bir şey konuşmadık, sadece selam verdim ve o gece için tekrar teşekkür ettim. Sonra zaten arkadaşı geldi ve gittiler.”

“Arkadaşı seninle konuştu mu peki?” Arkasına yaslanırken önemsiz bir detaydan bahsediyor gibi sormuştu bunu fakat ilgili bakışları üzerimden kalkmamıştı. Başımı iki yana salladım. Hâlâ biraz dalgındım.

“Kız arkadaşıydı sanırım. Benimle konuşmasına sinirlenmiş gibiydi, pek anlamadım. Neden sordun?”  


Uzun bir süre Sare’den yanıt gelmeyince gözlerimi ona kaydırdım. İfadesiz ve sessiz bir şekilde onun da bana baktığını gördüm. Aklımı kurcalayan soruların etkisiyle kaşlarım yavaşça havaya kalkarken, “Merak ettim sadece,” diyerek,konunun üstüne toprak attı ve kapattı. Omuz silktim ve düşünceli düşünceli önümdeki peçeteyle oynamaya başladım. Suskun bir şekilde rüzgârla dalgalanan çayı seyrederken zihnimde renk bulan bir görüntü, peçeteyi yırttığımı bile fark edemeyecek kadar dalmama sebep oldu. Koyu bir sıvının boylu boyunca uzandığı asfaltın üzerinde bir kolye duruyordu. Ucundaki eldivenlerin kıpkırmızı oluşu dışında; bendeki kolyenin tıpatıp aynısıydı. Ancak bu görüntü o kadar bulanık ve bulutluydu ki zaman ve mekân gibi olguları tam olarak anlayamamıştım. Etrafa dağıttığım küçük peçete parçalarını gören Sare, önünde duran boş çay bardağını bir kenara çekip masanın üzerinden hafifçe bana doğru eğildi. 


“Ne düşünüyorsun?” Aniden irkildim. Gözlerinde az önceki gibi bir merak vardı ancak bu seferki şefkatle harmanlanmıştı. Hızla geriye doğru çekilerek arkama yaslandım. Bu kadar yakınıma gelerek sanki aklımdan geçenleri anlayabilecekmiş gibi anlamsız bir endişeye kapılmıştım. Neredeyse kanattığım dudağımı kemirmeyi bırakırken uzaklaşmam, geri adım atması için yeterli olmadı. “Hâlâ bir şeyler görüyor musun?”


Sorunun verdiği panik; olumsuz yönde defalarca salladığım başımdan biraz da olsa sezilebilecek düzeydeydi. Fark etse de bozuntuya vermedi ve bir müddet daha suratıma baktıktan sonra daha fazla üstelemeyerek o da geri çekildi. Yalan söylemenin verdiği, oturduğum yerde kımıldatan o rahatsız edici duygu, derin birkaç nefes almamla biraz da olsa hafifledi. Fakat tamamen gitmedi.


“Kalkalım mı? Ben gidip biraz kütüphanede ders çalışacağım, çok geri kaldım bu aralar,” dedim sesimdeki keyifsizliğin cümlemi desteklemesini umut ederek. Sare onayladı ve hesabı ödemek için önden giderken ben de yavaşça kalktım. Hiç içilmemiş çayımı öylece geride bırakarak kafeden çıktım.

 

Soğuk havanın en çok kemirmeyi sevdiği ellerimi cebime sıkıştırırken birlikte okula doğru sessizce yürüdük. Kampüse girdikten sonra Sare, proje ödevi hakkında bir şeyler söyleyerek bana sarıldı ve biraz kaygılı gözlerle süzdükten sonra da yanımdan ayrıldı. Yanımda kalmayı teklif etmemesi, onu reddetmek zorunda kalmayacağım için rahatlamama ve bir miktar minnet duymama bile neden olmuştu. Az önce sorduğu soru, hasta zihinli birisi gibi hissettirmişti beni. Kötü bir niyetle sormadığını, hatta bazı zamanlar bu konuyla ilgilenmesinin bana iyi geldiğini de biliyordum fakat gördüğüm görüntülerin etkisinden henüz çıkamamışken böyle bir soruyla karşılaşmak güçsüz ve onulmaz hissettirmişti.

 

Bisikletimi bıraktığım yere kadar kalabalığın arasından sakin adımlarla ilerleyip bu tembel yürüyüşün aksine, yol boyunca pedallara sertçe yüklendim. Kütüphaneye uğramaktan vazgeçmiştim fakat eve de gitmeyecektim. Şu anda tek arzum kendime ket vurmak, zihnimi dinginleştirmekti. Göğsümü sıkıştıran bir ağırlıkla caddeye çıkmak yerine ara sokaklara daldım. Küçük çocukların top oynadığı, birkaç kadının apartman kapısının önüne oturmuş muhabbet ettiği ve aynı zamanda çocuklara göz kulak olduğu sokaklardan tıpkı ayaz gibi eserek geçtim. Birkaç dakikadan kısa bir sürede Yeraltı’na varıp bisikleti yere yatırdım ve kendimden kurtulmak istercesine, hızlı adımlarla içeri girdim. Önce soyunma odasına uğrayıp, bereyle ceketten kurtuldum ve boş bulduğum bir dolaba çantamı tıkıştırdım. Uzun, ıssız koridora tekrar çıkarken saçlarımı tepeden topluyordum. Kuzey’le karşılaştığım geceden sonra, bir daha hiç idman yapmaya gelmemiştim. Artık yapmak için bir sebebim de yoktu fakat zihnimi en iyi dağıtan yer de burasıydı. Salona girmemle çarpma sesleri, bağırışmalar ve Raşit amcanın göremediğim bir yerden verdiği talimatlar rahatsız edici bir şekilde dört bir yanımdan yükselmişti.


Epeyce geniş bir yerdi ve pejmürde havasına rağmen içerisi bir sürü malzemeyle doluydu. Tam ortada büyük bir ring ve çevresinde bir yığın insanı kaldırabilecek genişlikte boş alan bulunuyordu. Üç farklı yerinde küçük, en fazla on beş kişiyi alacak boyutta balkonlar vardı; bir miktar para karşılığında insanlar orada oturarak rahatça maçları izleyebiliyor, aşağıda kendini kaybederek tepinen güruhtan sıyrılabiliyordu. Salonun köşesinde idman için malzemeler ve ekipmanı olmayanlar için de yedek dolap bulunurdu. Şu an herkes tarafından kurcalandığı için dağılmış bir vaziyetteydi ancak yine de eski bir bandaj ve birbirinden farklı da olsa iki eldiven bulmayı başarabilmiştim. Bir yandan etrafa göz gezdirirken bir yandan da sızlamasını önemsemeyerek sıkı bir şekilde sardım ellerimi. Yıpranmış eldivenleri de yanıma alarak boş bir köşeye çekildim. Eldivenleri yere bıraktım ve bir an dalgın bakışlarımı üzerinden çekemedim. Koyu bir sıvının boylu boyunca uzandığı asfaltın üzerinde küçük bir kolye duruyordu, zinciri kopmuştu, üzerine yağmur damlaları düşüyordu. Yakınlardan bir inilti duyuldu. İrkilerek gözlerimi kırptım. İkinci defa zuhur eden bu görüntüyü zihnimden silebilmek için ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Terlediğimi hissedebiliyordum, idman yapan fazla kişi olmamasına rağmen içerisi çok havasız ve gürültülüydü. Isınabilmek için birisinin kullandıktan sonra yere bıraktığı ipi atlamaya koyuldum. Ne kadar süre atladığım hakkında fikrim yoktu fakat sonunda dizlerim uyuşmaya başladığında birisinin, “Geldiğini görmedim,” dediğini duydum. Nefes nefese arkamı dönünce Raşit amcayı gelişigüzel yere atılmış eldivenleri toplarken buldum. Kazağımın koluyla alnımı silerken karşılık olarak sadece gülümsedim. Bir süre sonra yanımdan uzaklaşacakken aniden duraksadı ve omzunun üzerinden bana baktı.


“Bu arada, bahsettiğin şu kolye hademenin eline hiç geçmemiş.”


Hiçbir şey demeyerek yalnızca başımı salladım, zaten o da çoktan dönüp gitmişti. Sinirli bir şekilde terden üzerime yapışan kazağı çekiştirdim. Elimdeki ipi yere atarken gözüm tekrar eldivenlerde takılı kaldı. Kendime kıza kıza, hız topuna doğru yürüdüm.


Abim öldüğünde henüz on dört yaşında olmama rağmen ona dair pek bir detay hatırlayamıyordum, zaman zaman yüzünü unuttuğum anlar dahi oluyordu. Bakışları, kişiliği, gülüşü hepsi yavaş yavaş silikleşiyordu. Hatırlamak istemediğim birçok anımız vardı. Bu sebeple unutulanların yükü arttıkça ben hafifliyordum.


Avuç içlerimin cayır cayır yanmasına sebep olacak kadar uzun bir süre sonra sonunda eldivenleri taktım ve boş bulduğum bir kum torbasına doğru ilerledim. Sırtımdan akan terleri hissedebiliyordum. Eldivenleri iyice oturturken bir anlığına duraksadım. Yine duyuyordum. Zihnimin derinliklerinden yükselen ses, nefesimin boğazımda düğümlenmesine neden olmuştu. Kurtulmak istercesine öksürdüm fakat bu, daha sıkı düğümlenmesine yol açtı. Alnımda birikmiş yorgunluğu kazağımın kenarıyla hızlıca sildim. Hayal et demişti abim seneler önce sallanan kum torbasının arkasından, sevmediğin birisi olarak hayal et bunu. İki eliyle kum torbasını sabitlerken vurmam için bağırdı. Çelimsiz yumruğumu görünce de yoğun bir hayal kırıklığıyla başını salladı. Defalarca tekrar ettirdi aynı hareketi, gücüm tükendikçe sinirleniyor, daha sert vurmam için zorluyordu. Sen kimi hayal ediyorsun peki diye soran meraklı sesim kulağıma çalındı. Tekrar vurmamı söylemeden önce beni hayal eden birisini, demekle yetinmişti. Onunla ilgili anımsadığım en pürüzsüz anılardan birisiydi bu. 


Yerine hep kendimi koyduğum kum torbasını yumruklamaya devam ettim. Her bir vuruşla başka bir yetersizliğimi cezalandırıyordum. Küçükken baş gösteren bu yetememe sancısı, bugünlere değin sürüp benimle birlikte büyümüştü. Senelerce, bu acizliği yenmek için çabalayıp durdum. Çok geç idrak ettiğimden dolayıydı, kendimle verdiğim bir savaşın galibi olamazdım. Kendi şeytanlarımı öldüremezdim.


Birkaç derin nefes aldım. Son zamanlarda yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı. Her şey o uğursuz geceden sonra olmuştu sanki. Belki de o iki yabancıyla hiç karşılaşmamalıydık, yolumuz hiç kesişmemeliydi. Bunun idrakine varabilsem de başıma geleceklerden bihaber oluşumun verdiği bir vurdumduymazlıkla doluydum. Attığım her darbenin bana geri verdiği kuvvetle hafifçe sarsılıyordum, sırayla nefes almak gitgide zorlaşıyordu. Kollarıma tonlarca yük binmişti sanki. Bir süreliğine durup bitkin bir şekilde gözlerimi yumdum. Durulmaya çalıştım. Etraftaki tüm gürültü kesiliverdi birden. Endişeye kapılıp gözlerimi geri açtığımda kendimi karanlık bir odada buldum. Küçük, loş bir ışık yandı ansızın. İleri doğru adım atmak istedim ancak yapamadım, bağırmak istedim ancak sesim çıkmadı. Birisi ışıkları yaksın. Başım dönmeye başlarken henüz yeni fark ettiğim elimdeki güle baktım. Kabul etmeliydim o gülü. Kabul etseydim bana bunu yapmazdı. Sonra birden ışıklar yandı. Eski, rutubet kokulu bir bodrumda, ayaktaydım. Hayır. Küflü duvarlar üzerime üzerime yürüyordu. Artık inmek istemiyordum buraya. Neresi olduğunu bilmiyordum fakat yine de tiksiniyordum bu odadan, her seferinde midemi bulandırıyordu. Adeta öğürme isteğiyle dolup taşıyordum.


“Hayır!” Hızla gözlerimi açtım. Dizlerimin üzerinde, yerdeydim. Göğsüm çılgınca aldığım nefeslerden ötürü alçalıp yükseliyordu. Saçımın açıldığını düşündürtecek kadar büyük bir tutam gözlerimin önüne devrilmişti. Etrafıma bakınca neredeyse herkesin beni izlediğini göremeyecek kadar geride olanlarınsa yavaşça bana sokulduğunu fark ettim. Herkes susmuştu. Şaşkınlık dolu bir sessizlik vardı salonda. Apansız çıkan bu öfke ve korku dolu bağırış beni bile şaşkına çevirmişti, ayağa kalkamayacak kadar sersemlemiştim. Neden yere düşmüştüm? Kendime inanamayarak hâlâ sallanmaya devam eden kum torbasına baktım. Yalpalayarak ayağa kalktığımda arkamda birisinin varlığını hissetmiştim. İrkilerek dönünce Raşit amcanın ciddi ve endişeli suratıyla karşılaştım. 

“Kendini yorma artık,” dedi, kaşları düşüncelerinin etkisiyle yavaşça çatılmıştı. Aslında başka bir şey söyleyecekmiş de sadece bunlar çıkıyormuş gibi, teklercesine konuşuyordu. “Saat yediye geliyor. Birazdan kapatacağız zaten.”

Dönüp gitmeden önce duraksayıp suratıma baktı, bariz bir acıma vardı çehresinde. Başka söz etmeden telaşsızca uzaklaştı. Duvardaki saate bakınca gerçekten de yediye geldiğini gördüm. Zamanın bu kadar çabuk akması inanılır gibi değildi. Eldivenleri çıkarıp ekipman dolabına doğru yürüdüm. Bandajları sökerek elimden ayırdım ve umursamazca bir kenara fırlattım. Hâlâ üzerimde olan bakışların huzursuzluğuyla salondan çıktım. Yine aynı bozgunlukla ayrılıyordum buradan. Yine yanlış hissettiriyordu bazı şeyler. Çantamı alıp dolabın kapağını sesi odada yankılanacak sertlikte ittim. Her köşesinden nefret ediyordum buranın. Soğuk rüzgârların, karanlık sokaklarda serseri gibi dolaştığı gecenin hınzır kollarına attım kendimi. Ayazlar suratıma çarptıkça ayılıyordum. Üşümüş bisiklete binerek evin yolunu tuttum. Sınırlarımda dolaştığımın farkındaydım, sanki her an akli dengem yok olup hiçliğe karışacak ve beni ürkütücü benliğimle yapayalnız bırakacak gibiydi. İçimde bastıramadığım bir korku vardı.


Rüyalarımda o bodruma hep giderdim ancak bu hiç uyanıkken olmamıştı; bilincim açıkken kesik kesik, anlamsız sanrılara maruz kalırdım fakat bazı kesitler yalnızca rüyalarımda olurdu. Belki de bu yüzden bu denli korkmuştum, uyanık bir hâldeyken rüyalar görmeye başlarsam dizginlerin elimden kayıp gideceğinin farkındaydım. Kendimi nasıl anda tutacaktım? Derin derin nefesler aldım ve ayaklarımın altından akan yola odaklamaya çalıştım. Yavaş sürdüğümden dolayı yirmi dakikanın sonunda ancak evin önüne varabilmiştim. Bisikleti üstünkörü duvara yasladım ve içime dolan soğuk havayla ürpererek kapıya yaklaştım. Vurmak için elimi havaya kaldırdığımda kapı ben dokunamadan açıldı. Suratıma yoğun bir içki kokusu çarpınca yüzümü ekşittim. Havada kalan elimi yavaşça indirdim. Günlerdir aynı kıyafetin içinde duran babamın yorgun bakışlarıyla karşı karşıyaydım. Bir elinde dibi gelmiş şişeyi tutarken diğeriyle kapının kolunu sıkıca kavramış, devrilmemek için destek alıyordu. Dağınıklığı toplayabilmek için elimi zihnime daldırdım fakat parmaklarımı kirleten düşüncelerle kalakaldım. Toparlayamıyordum zihnimi. Bedenim şu andayken ruhum seneler öncesine gitmişti. Yine geçmişin bir paresinde takılı kalmıştı.


“Gel bakalım,” dedi babam neredeyse gülercesine. Ama gülmüyordu. “Hoş geldin.”


Ansızın boşluğa adım atıp sendelemiş gibi bir hisle dolup taştım. Seneler önce beni suratında gerçek gülümsemeyle karşılayan babamı düşünürken başım eğik içeri girdim.


*

Tekrar merhaba! Yalnızca bir kişi bile görse kârdır diyerek yüklediğim bölümleri beğenenleri görünce çok mutlu oluyorum. Çok teşekkür ederim. Keza yorumlarınızı da görmek beni çok sevindirir. Üçüncü ve son bölümde görüşmek dileğiyle. Esenlikle kalın.