"Çocukken bir ağaçtım; günahların üstüne dikildim.
Sonra bir lahzada unutuldum; öldürüldüğüm gece yeniden ekildim."
*
3.BÖLÜM: BEKLENEN MİSAFİR
Küçüklüğüme dair hatırladığım anılar, kusurları olsa bile en azından sıkı sıkıya kenetlenmiş bir ailede büyüdüğümü gösteriyordu. Fakat üstünden çok zaman geçmiş, çok sular akmıştı, hiçbir şey eski yerinde değildi artık. Kendi kurallarıyla süslediği dünyasında sessizce yaşayan bir çocuktum küçükken. İyiyle kötünün tam anlamıyla ayırdına varamaz, siyah ve beyaz dışında bir gri olduğunu idrak edemezdim. Kötülüğün, iyiliğin yoksunluğunda belirdiğini zannederek büyümüştüm. Abimin ölümünden sonra basık bir hastane odasında uyandığım an bazı şeylerin ayrımını artık yapabildiğim bir zamandı. İyiliğin de kötülüğün de birbiriyle var olduğunu, birbirinden beslendiğini anlamıştım. İnsanlara kötülük yapabilmek için bunu bir iyilik gibi göstermeniz gerekiyordu, yapılan iyiliğin yanındaysa her daim güdülen bir çıkar oluyordu. Grinin oluşabilmesi için siyahla beyazın harmanlanması gerekiyordu. Hastane yatağında geçirdiğim o günlerde zihnimi meşgul eden düşünceler bundan ibaretti.
Birbirine kenetli aileden bir bireyin eksilmesi, zincirden kopan halka misali herkesi dağıtmış, bütünlüğü bozmuştu. Bu gerçeği kavramak epey kısa sürmüştü. Hiçbir şeyin aynı kalamadığı bir hayata uyanmıştım, ne yatağımın ucunda oturan annem aynıydı ne beni bir kere bile ziyaret etmemiş olan babam ne de büyük bir eksikliğin içine uyanan ben aynıydım. İçimdeki yokuşlarda yuvarlanıp duruyordum.
Bu değişime önayak olan ve sonucunda küçük yıkıntılarla bezenmiş babamın, hâlâ süren ızdırabını rahatça görebilmek mümkündü. Olanlardan sonra herkesin kendi köşesine çekilerek acısını yaşaması senelerdir sindiremediğim tek şeydi. Aramızdaki bağı zedeleyen en büyük etken de buydu. Sırf bu yüzden annem ve babama karşı dinmeyen, sitemkâr bir öfke yatıyordu içimde.
Elinde tuttuğu şişenin dibinde kalanını sallayarak ağzına dökmeye çalışıyordu. Dudağının kenarından kayarak çenesine doğru yol alan ve beyaz sakallarının arasında kaybolan zehri, sessiz bir yargılayışla izledim. Morali bozulmuş bir şekilde baygın bakışlarını yavaşça bana kaydırdı. Elinin tersiyle ağzını sildi ve kaplan hırlamasına benzer bir sesle, huysuzca “Dik dik bakma bana.” dedi. Akşamın yeni yeni büyülü karanlığını etrafa saçtığı dakikalarda, insanların babamın bağırışlarıyla pencerelere çıkıp bizi seyretmelerini istemediğim için uzanıp kapıyı kapattım. Komşular tarafından pek sevilip sayılmazdık, yine kınayışlara maruz kalmak istememiştim. Sessizce odama gitmek için döndüm. Avuç içlerim terlemişti. Kalbim dörtnala koşuyordu. Köşeyi dönemeden babam kolumdan tuttu ve geri çekti.
“Kuyruğuna basılmış fare gibi odana kaçma hemen.” Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum, bu hareketimden hoşlanmadığını biliyordum. Sırtımı soğuk duvara yaslarken suratım iyice asılmıştı. “Bu saatte dışarıda ne işin var senin? Namussuz mu olacaksın başımıza?"
Şaşkınca suratına bakarken her zamankinden daha asabi olduğunu fark ettim. Akşamları eve geç gelmem dışında benimle tartışmazdı ancak şu anda farklıydı. Başkasına olan öfkesini benden çıkarıyor gibiydi.
“Saat daha yedi baba.” dedim pervasızca.
“Saati sormadım sana.” Elindeki boş şişeyi yere koyarken lafları ağzında çiğnemeye devam etti. Günlerdir üzerinde olan rengi soluk kazağın kenarları sökülmeye başlamıştı. “Ne işler çeviriyorsun, kim bilir kimlerle sürtüyorsun dışarılarda… İyice ipin ucunu kaçırdın sen. İkinci Mert mi olacaksın başımıza? Abin bitti, şimdi de sen mi başlayacaksın?”
Aramızda en büyük değişime uğrayanın babam olduğunu fark ettiğimde henüz çok küçüktüm. Önceden de pek ilgili bir baba değildi ancak hiçbir zaman alkolik olmamış veya saldırgan tavırlar göstermemişti. Son yedi yıldır geçirdiği değişimi izlemek, bir nevi eziyet gibiydi. Ancak farkındaydım, hâlâ içinde tüten o evlat acısını ancak bu şekilde bastırabiliyordu.
“Ne dediğinin farkında değilsin sen, sarhoşsun.” Bulunduğu ithamdan dolayı buram buram soluduğum hayal kırıklığı sesime de yansımıştı. Sırtımı verdiğim duvardan uzaklaştım ve tam karşısına, gözlerinin içine bakarak dikildim. “Bir kere de nerede olduğumu değil, nasıl olduğumu sor.” Bunu söyler söylemez gururumun incindiğini hissettim. Kendi körüklediğim ateşten dolayı yanıyordum. “Durmadan beni suçlamayı bırak. Ne hâlde olduğumuzun farkında değil misin? Bu gidişle Doruk’un okul masraflarını bile karşılayamayacağız. Bütün parayı içkiye, kumara yatırmaktan başka bir şey yapmıyorsun. İpin ucunu kaçıran ben değilim, sensin!”
Tıkanır gibi sustum. Babam donakalmış bir hâlde karşımda dikiliyor, irileşmiş gözlerle suratıma bakıyordu. Bilinçsizce yükselen sesim içerilere kadar taşınmış olacak ki bir anda kapı aralandı ve Doruk, afallamış bir hâlde odadan çıktı. Uzakta durarak, şaşkın gözlerini üzerimizde gezdirdi. Dağılmış saçları, uykusundan yeni uyandığını belli ediyordu. Dudaklarımı zar zor kımıldatarak bir sorun olmadığını anlatmaya çalışır gibi gülümsedim. Dikkatim dağıldığı için babamın iki büyük adımla yaklaştığını fark edememiştim.
“Terbiyesiz!”
Doruk’un çığlığıyla karışan tok bir ses, gözlerime perde devrilmesine sebep oldu. Sendeleyerek duvara tutundum. Yaşadığım şok ve hayal kırıklığı, somutlaşarak nefesimi tıkamıştı adeta. Yanağımda nükseden sıcaklıkla eş değer biçimde, baştan aşağı yangına bulandım. Her yerim cayır cayır yanmasına rağmen suratımdaki yangın çok daha farklıydı. Parmaklarımı sızlayan tenime sürttüm. Ansızın zihnimin koridorlarına doğru çekildim, derinlere iniyordum. Karanlık gecenin içinde, soğuk betonda yüzüstü uzanıyordum. Hiçbir yerimde yara yoktu fakat canım çok yanıyordu. Dışarıda şimşekler çakıyor, yeri dövercesine yağan yağmurun ezgisi terk edilmiş binanın her yanını dolduruyordu. İçimde olduğu gibi suratımda da aynı sıcaklık, aynı ateş vardı. Birisi durmadan bağırıyor, hakaretler savuruyordu bana. Elimi, az önce yediğim tokadın sızısına dokundurdum. Parmaklarıma bir ıslaklık geldi. Evimizin çiğ ışıkla aydınlanan havasız koridorunda dikiliyordum tekrar. Elim, ıslak yanağımın üzerindeydi. Hızlıca açılıp kapanan bir kapı gibi gözümün önüne düşen görüntü, tüylerimi diken diken etmişti. Babamla göz göze gelince duygularımın önüne duvar örmekte epey zorlandım. Üzerimdeki etkisini, beni kolayca incitebileceğini bu kadar açık bir şekilde ona göstermek istememiştim. Fakat engel olamıyordum.
Geri çıkışa yürürken gözlerimi babamın üzerinden çekemeyerek “Doruk, yatağına geri dön.” demeyi başarabildim sadece. Hiddetle bakan babama sırtımı döndüm ve kendimi evden dışarı attım. Sert ayaz suratıma çarparak karşıladı beni. Her zaman soğuğu sevmiştim fakat şu anda ona ihtiyaç duyuyordum. Boğazımda biriken, söyleyemediğim binlerce kelimenin acısını dindirebilmesi için soğuğa ihtiyacım vardı. İçimdeki yangın başka türlü nasıl sönecekti?
Ağlamamak için kendimi sıkarak dakikalar önce terk ettiğim bisiklete doğru yürüdüm ve hiç düşünmeden yola koyuldum. Karanlık sokaklardan, kaldırımlardan ve caddelerden geçerken kör gözlerle sürüyordum bisikleti. Gidebileceğim tek yere, spor salonuna doğru pedal çevirirken yorgunluğumun içimde pompalanan adrenalinin etkisiyle buharlaştığını fark ettim. Hiçbir şey hissetmiyordum, tadına vardığım hayal kırıklığı da gitmişti artık. Hissettiğim tek olgu, içimde ağlama isteği kabartan devasa bir şişkinlikti. Dolmuştum ama taşamıyordum.
Dakikalar sonra Yeraltı’na geldim ve bisikleti bir kenara bırakıp hâlâ açık duran kapıdan içeri girdim. Boş salonda yankılanan adımlarımdan dolayı hademeyle birlikte etraftaki yayıntıları toplayan Raşit amca, duraksayıp bana baktı. Bir süre ifadesiz kalan suratını çatılan kaşları izledi ve elindeki eldivenleri yavaşça boş bulduğu bir yere bırakıp bana doğru yürümeye başladı.
Bir açıklama yapmam gerektiğini biliyordum fakat kelimeler boğazımda üst üste biniyor, birleşerek kocaman bir yumru oluşturuyordu. Kaygısızca yanıma yaklaşıp önümde dikilirken çehresine dağılmış soru işaretleriyle ağır ağır süzdü beni.
“Bir şey mi oldu?" dedi sonunda aramızda örülen sessizlik ağını tek seferde bozarken. Bir an ne diyeceğimi şaşırarak durakladım. Buraya gelene kadar, nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilemez bir hâldeydim. Beni boğan bu yere tekrar gelmiştim çünkü başka gidecek bir yerim olmadığını fark etmiştim.
Bir süre daha susup sesimin düzgün çıkmasını bekledim ve sonunda boğuk bir şekilde, "Bir süreliğine burada kalabilir miyim?" diye sordum. Gergin bir sessizlik oldu ve reddedileceğimi anlayarak panikledim. Daha önce hiç böyle bir talepte bulunmamıştım, Raşit amcanın üzerime diktiği bakışlarıysa kendimi bir yük gibi hissetmeme neden olmuştu. Her ne kadar istemesem de son çare olarak Sarelere gitmeye karar verdim.
“Burada mı kalacaksın?” Biraz şaşkın biraz da afallamış bir şekilde sormuştu bunu. Kırışıklıklarla dolu suratı gevşemiş, sorgular bir ifadeye bürünmüştü. Sorusuna yalnızca başımı sallayarak yanıt verdim. “Hakan bunu nasıl karşılar bilmiyorum. Böyle bir şeyi tasvip etmez. Başka kalacak yerin yok mu?” Kuru bir sesle, “Seni de zor bir duruma sokmak istemem ama şu anda gidecek başka bir yerim yok. Peki yalnızca bu gecelik kalsam olur mu?” diye sordum. Pek bir yakınlığımız olmasa da Raşit amcayı senelerdir tanıyordum. Abim sık sık buraya gelir, maçlara çıkardı. Uzunca bir dönem ona antrenörlük yaptığı ve iyi anlaştıkları, bilinen bir gerçekti. Sırf bu yüzden kendimde bu soruyu sorma cesaretini bulabilmiştim.
“Tamam, sadece bir gece olsun.” Onay beklercesine suratıma bakınca başımı salladım. Ne kadar gururum incinse de yolu gösterir gibi yürümeye başladığında sessizce onu takip ettim. “Bu işletme sadece bana ait değil, bu yüzden hassas davranmam gerekiyor.” Her zaman durduğu, dört tarafı camla çevrili ofisin önüne geldiğimizde ceplerini kurcalamaya başladı. Bir yandan da başkalarının duymasından çekinir gibi kısık bir sesle açıklamaya devam ediyordu. “Herkesin isteklerini kabul edersem altından kalkamam. Sadece bu gecelik ve kimseye bahsetmek yok.” Sonunda bulduğu anahtarla hızlıca kapıyı açtı.
Sessizce arkasında beklerken “Kimseye söylemem.” tarzı bir şeyler geveleyip ışıkları sönük ofise girdim. Salonda kimse kalmamıştı, işlerini halleden çalışanlar da yavaş yavaş gidiyordu. Odaya girip köşedeki çift kişilik koltuğa otururken Raşit amca da çıkmak için hazırlanmaktaydı. Ellerimi kucağımda birleştirerek beklemeye başladım. Odadaki ağır sessizlikle baş başa kaldığım birkaç dakikanın sonunda, Raşit amcanın yaklaşıp masanın üzerine küçük bir anahtar bıraktığını gördüm. Bir zamanlar bende olan anahtara epey benziyordu bu.
"Ofisin anahtarı.” Arkasından vuran ışıkla suratının bir kısmı aydınlanırken bana kısa bir bakış attı. “Ben dış kapıyı kilitleyeceğim zaten, bu sende kalsın. Sabah erkenden gelirim.”
Sessizce teşekkür ettim ve odadan ayrılırken onu seyrettim. Gitmeden önce tek tek salonun ışıklarını söndürdü, yalnızca koridordan salona uzanan cılız bir aydınlık kalmıştı. Aniden hınzırca sarılan karanlığa bir müddet alışmaya çalıştım. Dış kapının kapanma sesi bana kadar ulaşınca sırt çantamı yastık yerine kullanarak cenin pozisyonunu aldım. Ne kadar süre boş gözlerle etrafa bakındım bilmiyordum fakat sonunda gözlerimi yumarak yabancıladığım bu ortama kendimi ısındırabildim. Bedenim yavaşça külçeleşiyordu.
Uzaklardan gelen sürtme sesiyle sıçrayarak uyandım. Ne ara uyuduğumu dahi hatırlamıyordum. En son hatırladığım an, Raşit amcanın masanın üzerine anahtarı koyuşuydu. Başımdaki zonklamayı ovuşturarak hafifletmeye çalıştım. Kımıldadıkça yaylarından acı yakarışlar yükselen koltuktan yavaşça kalkıp masanın üzerindeki anahtarı aldım ve cebime sıkıştırdım. Saat kaç olmuştu? Ne zamandır uyuyordum burada? Duvarda göz gezdirip saat aradım fakat bulamadım. Yeni ayılmanın verdiği bulanık görüşümü düzeltmek için gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Masaya yaklaşıp üzerinde göz gezdirirken aradığımın aksine çok daha farklı bir şey buldum. Bir an hareket etmeden dikildim. Hâlâ biraz uyku sarhoşu ve dengesizdim ancak zihnim olabildiğince dinçti. Saniyeler içinde zihnimden akıp giden düşünce seline şaşırırken yavaşça masaya yaklaştım. Kasılan bacaklarım, usulca sandalyeye oturmamla bir miktar rahatladı. Hâlâ ağrılarım dinmiş değildi. Uyku bulutlarından tamamen kurtulduğumda mavi kapaklı dosyalara uzanarak kendi tarafıma çektim ve göz gezdirmeye başladım. Aradığım belgeler olmadığını fark edince yerine koydum. Ayaklanıp koltuğun yanındaki şifonyere sokuldum. Çekmeceleri teker teker açıp bakarken üst üste duran belgeler gözüme ilişti. Hepsi gruplar hâlinde, itinayla alfabetik sıraya göre dizilmişti. Koca binada yalnız olduğumu bilmeme rağmen yakalanacakmış korkusuyla parmaklarım titremeye, içimi garip bir telaş sarmaya başlamıştı. Seri bir şekilde amacıma ulaşmanın verdiği rahatsız edici bir heyecanla, doğru harfe gelene kadar hepsini kurcaladım. Sonunda aradığım dosyayı bulunca hızla çekip çıkardım ve tekrar masaya döndüm. Karşıma çıkan ilk kayıt, Kadir isimli birine aitti. Birkaç saniye bakınıp es geçerek üzerinde Kuzey yazanı bulmaya çalıştım. Aynı isimden iki tane bulana kadar sayfaları çevirmeyi sürdürdüm. Farkına varmadan coşkulu bir hâlde dudağımı kemirmeye başlamıştım. Her şey sorunsuzdu ama ben Kuzey'in soyadını bilmiyordum. Aynı isimde başka kayıt olmadığını anladıktan sonra iki belgeyi de çıkararak önüme koydum. Üzerine eğilip incelemeye başladım. Kuzey Akçay ve Kuzey Kıran. Nerede ikamet ettiğine dair en ufak bir fikrim yoktu fakat on dokuz yaşında olmadığına emindim. Bu yüzden Kuzey Akçay’ın kayıt belgesini dosyaya geri koydum ve tekrar Kuzey Kıran yazan kâğıda döndüm. Yirmi yedi yaşındaydı ve daha önce duyduğum fakat hiç gitmediğim bir semtte yaşıyordu. Adresi ve ismi dışında özel hayatına dair başka hiçbir bilgi yer almıyordu. Bir süre daha adresine bakarak nasıl gidebileceğimi düşündüm. Ardından hızlıca masanın üzerinde bulduğum bir kâğıt parçasına adresi geçirdim. Kâğıdı katlayıp cebime soktuğum esnada uzaklardan gelen bir ses, kalbim yerinden sökülüp aşağıya devrilmiş gibi hissettirdi bana. Cama yaklaşıp salonda göz gezdirdim. Hissettiğim yoğun korku, karanlıkta asılsız şekiller görmeme neden oluyordu. Bir müddet kulak kesildim ancak nereden geldiği meçhul ses dışında hiçbir anormallik fark edemedim. Az önceki kadar rahat olamasam da sakinleşmiştim. Kendimi güvende hissedebilmek için ofisin kapısını kilitledim. Anahtarı kapının üzerinde bırakıp ayaklarımı yere sürterek koltuğa geri döndüm. İsyan eden yayların inadına, yattığım yere iyice kuruldum. Hiç rahat değildim ancak idare etmek zorundaydım. Çantada canımı acıtmayacak bir yüzey bulup başımı üzerine koydum.
Zihnim yorgun düşmesine rağmen hâlâ kendisine işkence edercesine yeni düşünceler doğurmayı sürdürüyordu. Neyse ki dakikalar sonunda dalgaları durulan derin bir okyanus gibi sakinleşti ve çarşaf misali düzleşti. Kapattığım gözlerimi, her yanını çok iyi bildiğim o karanlık bodrumda açacağımı bilmeme rağmen uykuya teslim oldum.
Şiddetli bir vurma sesiyle, uyku ile derinliklerinde süzülen ruhum arasındaki bağ amansızca koparıldı; yüzümü buruşturdum. Sanki ses saatlerdir tepemdeymiş gibi bir his içimde başkaldırırken birisinin boğuk boğuk adımı bağırdığını duydum. Gözlerimi yavaşça araladığımda karşılaştığım ilk görüntü karşımda duran sarışın çocuk oldu, suratında anlayamadığım bir sevinçle bana bakıyordu. Tıpkı onun gibi birkaç kişinin daha camın ardından beni izlediğini fark ettim. Ve en sonunda kapıda dikilmiş, sabırsız ve sinirli gözüken Raşit amcayla göz göze geldim. Sıçrayarak ayağa kalktım ve koşar adımlarla odayı aşıp kilidi açtım. Açmamla birlikte Raşit amcanın, "Sonunda be evladım, artık öldüğünü düşünmeye başlamıştık." diye homurdanması bir oldu. Sabrı taşmış bir hâlde ellerini hızla kaldırıp indirmiş, sitemli sitemli bana bakıyordu. Uyku mahmurluğuyla saçımı düzeltmeye çalıştım. Salonun küçük penceresinden içeriye vuran güneş direkt üzerime dökülüyor, gözlerimi kamaştırıyordu.
"Saat kaç ki? Erken değil mi daha?"
Raşit amca içeri girip masasının başına geçti. Kırmızı renkli bir defter çıkarmış, gergin bir şekilde not almaya başlamıştı, bana bakmıyordu bile. Tamamen işine odaklanmıştı, gecikmiş gibi acele bir tavrı vardı.
"Erken mi?" diye homurdandı, alayla. "Saat neredeyse on.”
“On mu?” Gözlerim fal taşı gibi açılırken, kendime gelmem biraz zaman aldı. Uykum dağılıp saçılsa da üzerimde bıraktığı sarhoşlukla yalpalayarak, çantamı kaptığım gibi koşmaya başladım. “Çok geç kaldım!”
Rüzgâr gibi eserek dışarıya çıktım ve soğuktan buz tutmuş bisiklete atlayıp, okulun yolunu tuttum. Sersem bir şekilde kampüse girerken, yarım saat geçmiş olmasına rağmen ne kadar hızlı geldiğimi düşünerek şaşırmıştım. Aceleyle sınıfa yürürken, saçımı düzeltip, gözlerimdeki çapakları ayıklamaya çalışıyordum. Tam köşeyi dönmüştüm ki, sınıfın kapısı sonuna kadar açıldı ve insanlar dışarıya taştı. Bisikleti daha hızlı sürmediğim için kendime kızdım. Gidenlerin peşine takılıp bahçeye çıkarken, dersin notlarını kimden alabileceğimi düşünmekteydim. Tam bu esnada Sare’nin bağırışını duydum. "Eslem!" Bana doğru koşuyordu. “Neredesin sen? İlk dersin sonunda da bekledim ama yoktun." Yanıma gelip durdu ve soluklanmaya çalıştı. Üzerine kalın bir kaban giymişti; elinde büyükçe bir çanta taşıyordu. Geçip giderken uğramış gibi bir edası vardı. "Uyuyakalmışım." dedim, üşüyen ellerimi birbirine sürterken. "Dün babamla tartışırken bana vurdu. Ben de sinirlendim, çekip gittim, bu yüzden geceyi Yeraltı’nda geçirdim.”
Bahçede sakin bir tarafa doğru ilerlerken, Sare söylediklerimi kavrayamamış gibi bir an bomboş suratıma baktı. Dehşet içinde ağzını örterken, bir morluk bulmayı bekliyormuşçasına defalarca kez süzdü beni. Çenemi tutan eliyle yüzümü iki yana çevirip, yanaklarımı inceledi.
"Babama söyleyeyim de yıllar önce yaptığı gibi, iki çift laf etsin o adama.”
Keyifsizce güldüm ve Sare tokadın izini taşıyan, hafif kabarık yanağıma bakarken, ağız dolusu bir alayla, "Baban bunu duysa, bana tokat attığı için gider babama teşekkür eder." diye mırıldandım. Ters bir bakış atıp geriye çekildi ve çantasının askısını omzuna iyice oturturken, "Babam o kadar da acımasız birisi değil." dedi, savunarak. Biraz gücenmiş gibiydi. Tıslar gibi bir ses çıkarıp yürümeye koyulduğumda, "Aslında birbirinize şans verseniz, çok iyi anlaşırsınız.” dediğini duydum fakat bir karşılık vermedim.
Kampüsün bahçesine, insanların gruplar hâlinde çimlere yayıldığı alana doğru ilerledim. Sare’yle konuşmak istediğim bir konu vardı, bu yüzden sakin bir yer arıyordum. Üzerine kuru yaprakların döküldüğü boş bir çardağa oturduk. Çevrede tek tük insan vardı; hepsi de telaşla bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Oturmadan önce elimi cebime sokarak, dün gece koyduğum kâğıt parçasını çıkardım. Avucumun içinde sıkışmıştı, görünemez hâldeydi. Yanına, tamamen ona dönük bir şekilde oturdum ve birazdan alevlenecek olan konuşmaya kendimi hazırladım.
"Dün gece bir şey yaptım." dedim, elimde tuttuğum kâğıdı sıkarken. Biraz merak biraz da şüpheyle suratıma baktı ancak hiçbir şey demeden dinledi. Kaşları hafifçe havalanmıştı. “Sana dün de söylemiştim. O adamla konuşmaya gideceğim.” Ne demek istediğimi anladığında suratı düştü ve aniden ciddileşti. Beklediğimin aksine daha sakindi; ancak yine de sözümü kesmeye yeltendi. “Bir dakika, dinle beni. Biliyorum istemiyorsun, kulağa abes ve tehlikeli geliyor, farkındayım. Ama tamamen duruma göre hareket edeceğim. Adresine gittiğimde bir şeyler içime sinmezse, geri döneceğim. Kendimi tehlikeye atacak bir şey yapmayacağım.”
Nasıl bir tepki vereceğini şaşırmıştı. Bir müddet duraksamanın ardından, çileden çıkmış bir sesle, “Evini nereden bulacaksın adamın ya?” diye sordu. Aklından geçen endişeleri tahmin edebiliyordum. Birtakım endişeler bende de bulunuyordu ancak herhangi bir terslik hissettiğim an geri adım atmaya da hazırdım. “Kimdir, nasıl biridir hiç bilmiyoruz ki. Adamın kapısına mı dayanacaksın öylece? Çok mantıksız bu.”
Elimde tuttuğum kâğıdı ona uzattım. Kaşlarını çatıp buruşmuş kâğıda bakınca, almasını söyledim. Tepkili bir şekilde kâğıdı elimden aldı ve incelemeye başladı. Birkaç saniye sonra, kısılıp kâğıda odaklanmış bakışları irileşti ve dudakları aralık kaldı. “Nereden buldun bunu?” Müthiş bir şekilde buz kesen sesi, sersemlememe neden olmuştu. Hareketsiz duruyor, gözlerini dahi kırpmıyordu. Tuttuğu kâğıt hafif hafif titriyordu.
“Ofisteki dosyalardan buldum. Kaydı olan herkesin bilgileri bu dosyalarda tutuluyor.” Tekrar kâğıda baktığında, hayretle başını sallamaya başlamıştı. Kulağa mantıklı gelebilmesi için, nefes almaksızın konuşuyordum. “Bir anda aklıma geldi. Ben de şansımı denemek istedim. Bulmayı beklemiyordum açıkçası. Senelerdir gidiyor olmalı çünkü adres bilgisi yalnızca reşit olmayanlardan alınıyordu. Her neyse, bu şekilde buldum işte.”
Güçsüz bir nefes alıp, eliyle suratını örttü bir an. Morali öylesine bozulmuştu ki omuzları düşmüştü; her an bir şey söyleyecek gibi dudakları açılıyor ancak suçlayıcı bir şekilde tekrar kapanıyordu. Her kapanışında da sertçe nefesini bırakıyordu. Bir süre kaskatı durup, elindeki kâğıda bakmayı sürdürdü. Konuştuğunda, sesinde korku vardı.
“Ne yapmayı planlıyorsun?”
“Dışarıda konuşmayı teklif edeceğim sanırım.” Düşünceli bir şekilde mırıldanınca, bana baktı. Henüz benim bile ne yapacağımdan emin olmamamdan dolayı, bakışlarına sitem dolmuştu. Dertli dertli kımıldandı ancak sessizliğini korudu.
“Ne zaman gideceğiz peki?” Karşı çıkacağım sırada, beklemediğim kadar keskin bir şekilde sözümü kesti. “Tek başına gitmeyi düşünmüyordun herhalde? Ya birlikte gideriz ya da hiç gitmezsin.”
“Benim yüzümden başının derde girmesini istemiyorum.” Yumuşak bir rüzgâr ikimizin de saçlarını karıştırırken, uzaklarda birilerinin gülüşmeleri duyuldu. Böylelikle aramızdaki gerginliği daha bariz fark edebildim. “O kadar da ciddi bir şey değil, sadece gidip konuşacağım. En fazla on dakika sürer.”
“Ciddi bir şey değilse, benim de gelmem sorun olmaz o hâlde.” Dudaklarım aralandığında, yine aynı keskinlik ve sitemle susturdu beni. “Uzatma lütfen, birlikte gideceğiz.”
Söylediği gibi yapıp, bir müddet sessizliğimi konuşturdum. Soğuk içimize işleyene kadar, oturup farklı konulardan sohbet ettik ve ikimiz de üstü örtülen, tatsız meselenin verdiği gerginliği yok saymaya çalıştık. Birkaç saatin sonunda gitmek için, titreye titreye toparlanıyorduk.
“Yarın dersin kaçta bitiyor?” diye sordum, yürümeye başladığımızda. Kısaca, "Dört." diyerek karşılık verdi. Atkısını boynuna dolarken suratı hâlâ asıktı. “Tamam, o hâlde, yarın o saatlerde senin arabanla gideriz.”
Kollarını önünde birleştirip, büyük bir ciddiyetle suratıma baktı. Sanki her an yine reddedecekmiş gibiydi. Ancak sadece sessizce onaylamakla yetindi beni. Birlikte çıkışa yürürken, yolun yarısında ayrıldık. O otoparka doğru giderken, ben de kenara bıraktığım bisikletime yöneldim. Evin yolunu tutarken bir yandan da yarını düşündükçe artan heyecanımı zapt etmeye çalışıyordum. Elimizde yalnızca adres vardı; neyle veya kimle karşılaşacağımıza dair hiçbir fikrimiz yoktu. Bir nevi üstünkörü gelişecekti her şey; zaten tedirginlik veren de buydu. Sırf bu sebeple Sare’yi böyle bir işe karıştırmak istememiştim ancak öğrendikten sonra beni yalnız bırakmayacağını da biliyordum. En azından, yanımda birisinin olacağı güvencesiyle rahatlayabilirdim.
Evin önüne geldiğimde, bisikleti her zamanki yerine koyup sessizce içeri girdim. Kimsenin olmadığı; boğucu havayla birlikte evin her tarafını sarmış olan sessizlikten anlaşılıyordu. Odam bıraktığım gibiydi; hiçbir değişiklik yoktu. Derin bir nefes alarak, iki gündür üzerime yapışmış olan kıyafetlerden hızlıca kurtuldum. Saçlarımı topladıktan sonra, hâlâ tam ısınamamış vaziyette yatağa girdim. Koltuğun üzerinde geçen rahatsız edici geceden sonra kendimi pamukların arasında gibi hissetmiştim. Duvardaki saatin üçe yaklaştığını görür gibi oldum ancak hemen sonra göz kapaklarım ağırlaştı. Etraf karardı ve bilincim kapandı.
Ertesi gün dersim Sare’den önce bitince kütüphanede ders çalışarak vakit geçirdim. Sık sık gerginlikten odaklanamadığım anlar olduğu için, etrafta dolanıp bir yerlerde çay içerek oyalanıyordum. Kütüphanedeki bilgisayarları kullanarak, evin tam olarak nerede olduğuna bile bakmıştım. Kendimi hazır hissettiğim bir an tekrar kafam karışıyor ve yaşadığım gerginlikten dolayı planladığım konuşmayı da unutuyordum. Sonunda saatin dörde yaklaştığını fark ettiğimde toparlanıp, buluşacağımız yere doğru yola koyuldum. Yaklaştıkça, heyecanım da kabarıyordu. Her zaman arabasını park ettiği yere vardığımda Sare’yi bagaja bir şeyler yerleştirirken buldum. İşini bitirip kapatırken, gözleri beni buldu. Soğuktan ürpererek yanına yürüdüm.
"Nerede kaldın?" diye sordu, yanıma doğru gelirken. Bendeki gerginliğin onda da var olduğunu fark ettim. “Dondum burada.”
Başını huysuz bir şekilde sallayarak arabaya bindi. Bende ön koltuğa kurulurken, cebimdeki buruşmuş kâğıdı çıkarıp, gün içerisinde defalarca bakmış olmama rağmen tekrar kontrol ettim. Daha önce hiç gitmediğim bir yerdi ancak uzak sayılmazdı.
“En fazla yarım saat sürer yol.”
Hiçbir şey söylemedi. Ben de yola odaklanıp, kafamdaki konuşmanın üzerinden birkaç kere daha geçtim. Nasıl bir yere gideceğimiz konusunda hiçbir fikir yürütemiyordum ve her geçen dakika artan pişmanlığımı sezebiliyordum. Mantıklı mıydı yaptığım? Bilinmezliğe doğru gidiyorduk bir nevi.
Yirmi dakikaya yakın bir süre boyunca, ara sokaklardan ve kalabalık caddelerden geçip evin bulunduğu mahalleye girebildik. Sakin ve nezih bir muhitti. Tepeye doğru çıktıkça, sıklaşan ağaçların evleri çevreleyerek mahremiyet içine almış olduğunu gördük. Bahçeleri dahi gözükmeyecek kadar korunaklıydı. Aşağı yukarı nasıl bir evle karşılaşacağımızı anlamıştım; pişmanlığım katlanarak büyüyordu. Sare sessizliğini koruyarak, arabayı boş bulduğu bir kaldırım kenarına çekti. Elimde tuttuğum kâğıda bakıp etrafa göz gezdirirken, benim aksime o telefonuyla ilgileniyordu.
“Geldik mi? Neresi?” diye sordum, öne doğru eğilip. Arabayı durdurup, normalden daha sert bir şekilde el frenini çekti ve bana baktı. Eğreti duran bir sakinlik vardı üzerinde.
“Evet, söylediğin adres burası.” Suratını gölgeleyen kaygı, sesini de kısmışa benziyordu. Sanki birisi duyacak gibi alçak konuşuyordu. “Bu evlerden birisi olması lazım. Gidelim hadi.”
Kimsenin olmadığı sakin sokakta biraz ilerledikten sonra, Sare bir evin kapısına doğru ilerleyip, önünde durdu. Arkasından yaklaşırken çift kanatlı demir kapının üzerine işlenmiş ihtişamlı Kıran Ailesi yazısı gözüme ilişti. Kapının ardı, hiçbir açıdan gözükmüyordu. Yüksek taş duvarlarla çevrili olmasının yanı sıra, limon servilerle ikinci bir duvar daha örülmüştü.
Sare benden önce davranarak zile bastı ve köşedeki kameranın çalışmasıyla birlikte beyaz bir ışık huzmesi suratımıza vurdu. Kollarımı birbirine dolarken tırnağımla parmağımın kenarını yolduğumun farkında değildim. Normal bir apartman olsaydı belki de bu denli gerilmeyecektim fakat bu kadar muhafaza edilmiş, zengin görünümlü bir evin önünde duruyor olmak istemsizce kaygılandırmıştı. Sare, benim aksime daha serinkanlı ve epey atılgandı. “Kimsiniz?” Diyafondan yükselen genç bir kızın sesi, ürkmeme sebep olmuştu. Sare öne çıkıp hızlıca cevapladı.
“Sare Derin ve Eslem Çakır.” Neden ismimizi söyledin, dercesine şaşırarak baktım ona. Ancak bana aldırış etmedi. “Kuzey Kıran için buradayız.”
Karşı taraftan bir karşılık gelmeyince, uzayan sessizliğin verdiği karamsarlığa kapıldım. Muhtemelen şüpheye düşmüştü kadın. Kameranın ışığı henüz sönmemiş olduğu için, sakince olduğum yerde durmaya devam ettim. Bir süre sonra kapı sesi duyuldu. Sare bana kısa, anlamlı bir bakış fırlatıp demir kapıyı itti ve önden içeri girdi. Küçük fakat nizami bir bahçedeydik. Eve doğru uzanan taş patikada ilerlerken, çiçek ve ağaçlarla çevrili bahçenin diğer ucunda, çitlerle sarılı minik bir bostan olduğunu gördüm. Elleri toprağa bulanmış yaşlı bir bahçıvan, sebzeleri sulamaktaydı.
İki katlı taş ev, tamamen kahverengi tonlarla bezeliydi ve çatısını yorgan gibi örten sarmaşık yığını, salkım salkım yere uzanıyordu. Salaş bir görünümün yanı sıra oldukça göz kamaştırıcı bir manzaraydı bu. Bir sürü odanın olduğunu belli eden pencereler, normal boyutlara göre epey büyüktü. Terasa açılan dış kapı, yabancı kabul etmeyen bir edayla sımsıkı kapalıydı; ancak fazla uzun sürmedi bu ketumluk. Bizimle konuşan kişi olduğunu düşündüğüm genç bir kadın, kapıyı sonuna kadar aralamış; seviyeli bir gülümsemeyle bizi bekliyordu. Saçları sıkıca toplanmıştı, üzerinde tek renk, rahat kıyafetler vardı.
“Hoş geldiniz.” dedi, kibar bir şekilde bizi içeriye davet ederken. “Buyurun geçin.”
Sare kadına teşekkür edip hızlıca önden girerken, ben biraz daha tutuktum. Bir anlığına, Sare’yi yanımda getirdiğim için şükrettim. Nefes almakta bile zorlanacak kadar stresliydim. Genç kadın bize yolu gösterip salona geçirirken, evin her köşesinde gözlerimi gezdirdim. Yüksek tavanlı, ferah bir yerdi. En sağda, üst kata tırmanan ahşap bir merdiven bulunuyordu. Kapının iki tarafına da büyük, taş heykeller konulmuş, duvarlara asılan tablolarla bu görkemli görünüm desteklenmişti. Girişin aksine salon çok daha sade ve klasikti. Bir duvar boyu uzanan camın ardından, arka bahçenin renkli çiçekleri gözüküyordu. Görebildiğim kadarıyla, beyaz bir çardak da vardı bahçede. Ancak daha fazla inceleyemeden, Sare ile sırtımızı bahçeye dönerek deri bir koltuğa yerleştik. Yanıbaşımızdaki şöminede çelimsiz bir ateş oynaşıyor; hafif çıtırtıları geniş odayı dolduramasa da bize kadar ulaşıyordu. Nereden geldiğini anlayamadığım fesleğen kokusuyla odunların çıtırtısı harmanlanınca, bir an rahatladığımı ve gevşediğimi sezdim.
“Kuzey Bey şu anda evde değil.” Genç kadın, karşımızdaki koltuğun arkasından bize doğru konuşunca etrafı incelemeyi bırakıp ona döndüm. Sare zaten gözlerini ona dikmişti. Bakışlarında garip bir gülümseme vardı. “Ama yola çıkmıştı, yarım saate gelmiş olur. Beklerken size ne ikram etmemi istersiniz?”
Sare sadece su rica ederken, ben hiçbir şey istemedim. Kadın yanımızdan ayrılınca, yarım kalan incelememe geri döndüm. Sanki baktıkça daha da göz alıcı ayrıntılarla karşılaşıyordum. Her şey birbiriyle öylesine uyum ve nizam içerisindeydi ki, göz atmak hoşuma bile gitmişti.
“Ne söyleyeceksin gelince?” diye sordu, kısık tutmaya çalışmadığı bir sesle. Bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslanmıştı. Az önce kadına attığı bakışlarını, şimdi de bana yöneltmişti. Ona doğru dönerken, altımda ezilen deriden garip bir sürtme sesi yükseldi.
“Bilmiyorum ki.” diye fısıldadım, birisine duyurma korkusuyla. Elimle sesini alçaltmasını işaret etmiştim. Öte yandan, Sare’nin nasıl bu kadar rahat olduğunu anlamaya çalışıyordum. “Fazla uzatmayacağım, direkt soracağım. Sonra hemen gideriz buradan, nedense gerildim ben. Çok kolay içeriye aldılar bizi. Hem sen nasıl bu kadar rahatsın?”
Omuzlarını silkip oturuşunu düzeltti. Az önceki tasasız duruşunu değiştirmişti. “Rahat değilim ki.” dedi, eğreti duran yeni oturuşunu onaylar gibi. Ancak sesi oldukça normaldi. “Evet, ne yapacaksan yap gidelim sonra. İnsanlara rahatsızlık vermeyelim.”
Bir şey söylemeye fırsat bulamadan, genç kadın elinde tuttuğu suyla içeri girdi. Sare’ye bardağı verip geri çekilmeye hazırlanırken “Lavaboyu kullanabilir miyim acaba?” diye sormamla duraksadı. Sare’ye baktıktan sonra bana döndü ve eliyle merdivenleri göstererek “Tabii, yukarıda sağdan ilk kapı.” dedi.
Az önce önünden geçtiğimiz merdivenlere doğru yürürken Sare’nin bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. Bir anda böyle bir hamle yaptığım için, altında yatan bir neden olduğunu düşünmüş olmalıydı. Yukarıya çıkıp, tarif edilen kapıya doğru yürüyene kadar hiçbir maksadım yoktu nitekim. Koridorda karşılaştığım, iki hizmetli kadının yanından geçip gittim. Bir an kimin geldiğine baktıktan sonra, tekrar işlerine dönmüşlerdi. Lavaboya girerken, konuşmalarına kulak misafiri oldum.
“Kuzey Bey’in çarşafları değişti mi?”
“Şu anda oraya gidiyorum.” diye karşılık verdi, daha ince sesli olan. Elinde tuttuğu katlı çarşaflarla koridorun sonuna doğru ilerlediği sırada, öteki onu durdurdu.
“Başka şeylere dokunma, yerlerini bozmamaya dikkat et.”
Kapıyı aralık bıraktım ve ellerimi yıkarken, koridordan geçen hizmetliyle bir anlığına göz göze geldim. Bıkkın bir şekilde kaşlarını kaldırmış, diğer kadına “İpek abla izinden dönse de kurtulsak şu odadan.” diye karşılık veriyordu. Benden çekinerek sesini kıstığını ve hızlandığını fark etmiştim. Ellerimi kurulayıp koridora çıktığımda, hizmetli kadını en sondaki odaya girerken gördüm. Tekrar lavaboya girip, kapıyı kilitledim ve beklemeye başladım. On dakika boyunca bir oraya bir buraya yürüyüp durdum. Ne kadar büyük olsa da, bir süre sonra duvarların üzerime üzerime geldiğini hissetmeye başlamıştım. Neyse ki daha fazla beklememe gerek kalmadı ve kadının kısık sesle şarkı söyleyerek kapının önünden geçtiğini duydum. Bir süre daha kulak kesilip bekledikten sonra, dışarı çıktım.
Fazla uzun olmayan, dört odanın bulunduğu geniş bir koridordu burası. Yerde altın renginin tonlarıyla süslenmiş, koridora eşlik eden koyu bir halı vardı. Duvarlarda tıpkı girişteki gibi, çerçeveleri altın varaklı ve işlemeli tablolar asılıydı. Pırlantalarla süslenmiş devasa avizeler, epey yüksekte olmalarına rağmen direkt göze çarpıyordu. Kimsenin olmadığı koridoru sert bir rüzgâr gibi geçip, az önce kadının çıktığı odaya girerek, kapıyı sessizce arkamdan kapattım. Oymalı kapı kolunu tutan elim terliyor, kalbim resmen boğazımda atıyordu. Ne düşünerek böyle bir hadsizlik yaptığımı bilmiyordum ancak burada yakalanırsam başıma gelecekleri az çok tahmin edebiliyordum. Yapmadan önce kendimde bulduğum cesaretin bir gramını bile şu anda hissedememek sinirlerimi bozmaya yetmişti. Bir an geri çıkmayı düşündüm ancak duyduğum ayak sesleri, olduğum yere çiviledi beni. Kapıya yaslanıp dışarıyı dinledim bir süre. Hiçbir ses duyamayınca, sonunda odaya dönebildim.
Dolap, şifonyer ve yataktan başka hiçbir eşya yoktu. Oldukça sade ve sıradan bir odaydı. İçeride, rahatsız etmeyen hafif bir koku vardı. Çarşafların yeni serildiği hemen anlaşılıyordu. Yerlere kadar uzanan siyah perdeler kenarda toplanmış, günün son, göz kamaştıran ışığı odanın içine dolarak beyaz duvarları turuncu tonlarına boyamıştı.
Varla yok arası hafiflikte yürüyerek şifonyere yaklaştım. Her iki saniyede bir dönüp kapıyı kolaçan ediyor ve durup kulak kesilerek dinliyordum. Tek tek çekmeceleri açarak, içindeki hiçbir şeye dokunmadan, yalnızca göz attım. En alt çekmeceye kadar tamamen kıyafet doluydu. Yere çöküp son çekmeceyi açtığımda eski bir kutu, üst üste konulmuş bir yığın albüm ve birkaç tane de yıpranmış defterle karşılaştım. Düzene oturtmaya çalıştığım nefeslerimin gürültüsü, sanki tüm evde yankılanıyormuş kanısına kapılıyordum. Bu odaya girmeye karar verdiğimde aklımdaki tek hedef kolyeydi. Şimdi düşününce, koskoca odada küçücük bir kolyeyi bulabilme ihtimali hiç inandırıcı gelmiyordu. Ancak yine de bu kadar riski göze almışken, hiçbir şey yapmadan çıkmak istemedim ve kutuyu açtım.
İlk fark ettiğim, suratıma çarpan yoğun ancak bir o kadar da hafif tarçın kokusu olmuştu. Kalbim sıkışır gibi olurken karnıma garip bir his doldu. Neden böyle koktuğunu anlayamadan, üst üste yığılmış bir deste mektup dikkatimi dağıttı. Dönüp kapıya tekrar baktım ve hiçbir ses gelmediğine emin olduktan sonra uzanıp mektuplardan birisini aldım. Bazıları zarfsızdı, direkt olarak açık bir şekilde duruyordu. Kendimi günahkâr hissetmenin verdiği pişmanlıkla, mektubu geri yerine koymak istedim. Ancak yırtık zarfın içinden kayan kâğıt, yere süzüldü. Paniklemiş bir şekilde geri koyarken, zarfın üzerinde yazan nota gözüm takıldı.
Sessizce mırıldandım. “11 Mart 2010, Kuzey Kıran, Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza İnfaz Kurumu. Gönderen, Okan Kıran.”
Yanlış okumadığıma emin olmak için defalarca zarfta yazan adresi kontrol ettim. Şaşkına dönmüş, afallamıştım. Aralık kalan dudaklarımdan, yıpranmış mektubun üzerine titrek nefesler dökülüyordu. Buraya girme amacım bu değildi, yaptığım hiç doğru değildi. Yirmi saniye boyunca dizlerimin üzerinde, elimde tuttuğum kâğıtla öylece bekledim. Odadaki havanın ağırlığı omuzlarımda toplanmıştı sanki. Gerçekten yapacak mıydım? Kalbimi sıkıştıran bir sızı eşliğinde, murdar merakıma yenik düştüm. Mektubu açarken ellerimin titrediğini fark etmiyordum bile. İlk satır gözlerime dokunurken, tekrar içimde bir vicdan azabı nüksetti; ama artık çok geçti. Yalnızca beş saniyede ilk paragrafı okumuştum bile.
“Mektubumu okumayacağını biliyorum. Ama ben yine de yazacağım. Hayat bazen hiç adil olmuyor, farkındayım. Orada olduğun için, beni ve babamı suçladığını da biliyorum. Ne yaptıysak seni korumak için yaptık. Senelerce tedavi olmayı reddettin, sonunda böyle ciddi bir kaza olacağı belliydi. Tehlikeli olduğunu sen de fark ettin. Eminim ki büyüdüğün zaman her şeyi daha iyi anlayacaksın, küçük kardeşim. Bu hepimiz için en iyisi. Arada anneme yaz, her gün seni sayıklıyor.”
Daha fazla okuyamayarak, zarfın içine geri koydum. Yaşadığım şaşkınlıktan ötürü dağıldığımın farkındaydım ancak kendime gelememiştim. Kutunun içindeki diğer zarflara da göz gezdirmeye başladım. İlki beyaz, sıradan bir mektuptu ve üzerinde hiçbir isim yazmıyordu. Sadece sağ üst köşeye ince bir şekilde 9 Şubat 2010 tarihi düşülmüştü. Bir sonrakine baktım. Günlerden 18 Nisan 2010’du; gönderense bir doktordu. Diğer zarf koyu renkteydi ve hayli güzel bir yazıyla not iliştirilmişti üzerine. 15 Nisan 2010, Oğlum Kuzey’e, seni çok özlüyoruz. Diğerine baktım. Onda da gönderilen adres aynısıydı. Merakla ilerlerken, tekrar gözüme Okan Kıran isimli kişinin mektubu çarptı ancak bu sefer açıp okumadım. Biraz ilerledikten sonra, gözüme tanıdık bir isim ilişince tekrar duraksadım. Zarfın üzerine, 17 Kasım 2011 tarihi atılmış ve Aksel Koç notu düşülmüştü. Hiç düşünmeden, kendimden beklemediğim bir hızla, mektubu açtım. Gözlerim, kalınca yazılmış cümlelerin üzerinde kayarak ilerlerken, içimde anlayamadığım bir duygu kabardı.
“Kardeşim, doğum günün kutlu olsun. Seni her gün daha çok özlüyoruz. Bu zor günler de geçecek, biz yine aynı, yaramaz mahalle çocukları olacağız. Her gece yarısı yine sokaklara döküleceğiz. Hepimiz senin geri dönmeni bekliyoruz. Berfu, Mert, Begüm, Ulaş, özellikle de Yaren. Geçen mektubunda Yaren’in neden hiç sana yazmadığını sormuşsun. Yazıyor da nasıl göndereceğini bilmiyormuş. Ben ona yardım edeceğim, merak etme. Sen içeri girdiğinden beri her gün ağlıyor kız. Aklında sadece sen varsın. Bu arada sana bir doğum günü hediyesi yollamak istedik. Zarfın içinde iki sene önce, doğum gününde çekildiğimiz bir fotoğraf var. Sen çıkacaksın ve biz yine aynı o günkü gibi eğleneceğiz. Ayrıca mimoza çiçeğinden de çok selam var. Sana verdiği çiçeği suluyor musun, diye soruyor. Öldürmeyecekmişsin onu, sen çıktığın zaman birlikte toprağa ekecekmişsiniz çünkü. Kendine iyi bak. Seni hep seven dostun, Aksel.”
Kâğıdı katlayıp yerine koyarken zarfın içine baktım ancak fotoğrafı göremedim. Aksel’in yıllar önce yazdığı cümleler zihnimde şu anki sesiyle bağdaşırken; bir yandan da Kuzey ile aynı gün doğduğumuz detayını düşünüyordum. Daha fazla devam etmemeliydim buna; her an yakalanabilirdim. Kucağıma koyduğum mektupların hepsini kutuya geri yerleştirecekken, en altta kalmış soluk sarı bir zarf dikkatimi çekti. Diğerlerinin arasından çekip aldım; üzerinde sadece, küçük harflerle Mimoza yazılıydı. Açıp içine baktığımda, kurumuş ve parçalanmış hâlde birkaç sarı çiçeğin olduğunu gördüm. Zarfı kapatıp diğerleriyle birlikte yerine koydum ve hiç ellenmemiş gibi gözükmesi için titizlikle düzelttim. Çekmeceyi kapatıp, gitmek için kalkacaktım ki bir an duraksayıp, en üstte duran defteri elime alarak içine göz gezdirdim. Birçok sayfası koparılmış; içi kara kalem çizimleriyle dolu, yıpranmış bir defterdi. Kapatıp yerine koyacağım sırada, ilk sayfasındaki kısa not gözüme ilişti. Küçük, eğik harflerle yazılmıştı.
Beni çizmezsen bozuşuruz.
Kısa bir anlığına, zihnimden hiçbir düşünce akışı olmadı. Kendimi tuhaf hissetmiştim. Defteri sertçe kapatıp yerine koyarken, içimi sarmalayan duygunun şiddetiyle, midemin kaynadığını sezdim. Bu hissi biliyordum; içten içe paniklemeye başladım. Derin nefesler almaya çalışarak, çekmeceyi farkına varamadığım bir sertlikte ittim. Son bir saattir çok fazla stres ve kaygıya bulandığım için böyle hissettiğime, kendimi inandırmaya uğraşıyordum. Yatağa oturarak, soluklandım. Gözlerim körleşiyordu yine.
“Gitmemem için bir sebep söyle?”
Zihnimde yankılanan, nereden geldiğini ve neden ansızın geldiğini anlayamadığım ses, tüm benliğimde zuhur ediyordu. İçimi tırmanmakta olan panikle kapıya yöneldim. Açmak için kolunu tuttuğumda, koridordan gelen bir takım sesler işittim ve geri çekilmek zorunda kaldım. Odanın duvarları üzerime yürüyordu sanki. Bir an önce çıkmam gerekiyordu buradan. Ellerimle yüzümü örterek, sakinleşmeye çalıştım. Koridordaki gürültü, uzaklaşıyordu.
“Tekrar aranıza girmek bir hataydı. Neden seni dinledim ki?”
Aynı ses yine kenarlarıma çarpa çarpa yükselirken, baştan aşağı titredim. Kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Sakinleşebilmek için yatağa döndüm ve tekrar ucuna oturdum.
“Neden güvendim ben sana, ne yapıyorum bu kalleşlerin arasında? Niye dinledim ki seni? Bir hataydı.”
Ellerimi kulaklarıma bastırıp, sımsıkı yumdum gözlerimi. Yaşadığım hezeyanlar, heyelanlar doğuruyordu derinlerimde. Öyleyse nasıl ayağımı sağlam basacaktım topraklarıma? İçimde, hepsi birbirinden kuvvetli, büyük bir duygu çatışması vardı. Kendini en çok hissettirense korkuydu. Yakalanma korkusuna, dayanaksız bir kaybetme korkusu eşlik ediyordu. Birkaç defa daha aldığım derin soluklardan sonra gözlerimi açabildim ve eğilmiş olduğumu fark ederek, doğruldum. Kimseye konduramadığım, her konuştuğunda beni darmadağın eden o sesi tekrar duymaktan ürkerek, yine kapıya yöneldim. Bu sefer düşünmeden açtım ve nefes nefese bir hâlde koridora taştım. Henüz birkaç adım atmışken, arkamdan başka bir kapı sesi duyuldu. Bozuntuya vermeden ilerlemek istedim. Kalbim neredeyse duracak kadar hızlıydı, ellerim kontrol edemediğim bir kuvvette titriyordu.
“Suratına her baktığımda o şerefsizi hatırlıyorum.”
“Pardon, hanımefendi?” Kadını duymuş olmama rağmen yürümeyi kesmedim. Köşeyi dönüp merdivenlerden indikten sonra hiçbir sorun kalmayacağına inanıyordum; ancak bacaklarım, beni yarı yolda bırakacaklarını düşündürtecek kadar şiddetle zangırdıyordu. “Bakar mısınız? Hanımefendi, durur musunuz? Siz kimsiniz?”
Sık adımlarından neredeyse koşarcasına bana yaklaştığını anladığımda, birden kendimi panikle ileri atılırken buldum. Adeta koşarak koridoru geçtim ve merdivenlere yöneldim. Köşeyi dönüp, hızlı bir şekilde basamakları inerken, arkamdan gelmekte olan kadına baktım. Kuzey’in odasına girip çarşaflarını değiştiren kadının kendisiydi ve suratını kaplamış bariz bir şüpheyle, birkaç adım gerimdeydi. Yine bir şeyler söylediğini duydum ancak aşağıdan gelen seslerden ötürü ne dediğini anlayamadım. Yoksa kafamın içinden mi geliyordu bu sesler? Henüz birkaç basamak inmişken, ayaklarımın birbirine dolanmasıyla zemin altımdan kaydı ve birden kendimi öne doğru düşerken buldum. Bir gümbürtü koptu. Geri kalan basamakları yuvarlanarak indiğimi, başımı duvara çarpıp yere serildiğimde farkına varabildim. Peşimden gelen kadının çığlığı ve nereden yükseldiğini çözemediğim bağrışmalarla inledi ev. Koşuşturmalar ve birkaç gürültü sonrası üzerime eğilen insanlar gördüm. Zihnim kirli bir su gibi bulanıktı ve başım aralıksız zonkluyordu. Korku içinde gözlerimi yumup, soğuk bir asfaltın üzerinde yaralı hâlde yatıyormuş gibi, olduğum yere uzandım.
*
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim, buradan Unutulan'ı paylaşmak benim için büyük bir keyifti.
On beş yaşındayken okulda birtakım zorbalıklara tanık olmuştum. O zamanlar zihnimi çok meşgul ederdi; kötülük nasıl öğrenilirdi? Tıpkı Eslem'in sorgulayışı gibi, iyilik veya kötülük insanın nüvesinde mi bulunurdu, yoksa insan mı insana ekerdi bu tohumları? Büyüdükçe anladım; bu tohumlar zaten herkese ekilmişti, hangisini sulayıp meyvesini yiyeceği de insanın seçimine kalmıştı. Bu kitapta, itinayla içindeki kötülüğü sulayan ve keza şefkatle büyüten; seçimini çoktan yapmış birçok karakter bulunuyor. Tıpkı dışarıdaki onlarca insan gibi.
Unutulan, iki farklı zaman diliminde geçiyor. Çocuk yaşta işledikleri günahların bedellerini ödeyen yetişkinleri konu alıyor. Eslem, zihnini mesken tutmuş sanrılarla senelerdir mücadele veren genç bir kız. Kuzey, hayatı boyunca insanlar tarafından ötekileştirilmiş; sıra dışı bir hastalıktan muzdarip genç bir adam. Bu hikayede işlenen bir cinayet yok fakat içinde katiller dolanıyor. Kimin eli ne kadar kirlenmiş, kimin vicdanı ne kadar ağırlaşmış; bunu sorgulayan psikoloji odaklı bir roman. Sahiplenilmeyi bekleyen günahlar bir bir yüzeye çıktıkça, kendi içinde kaybolan Eslem'e, 'Peki ben hangi tohumu sulamayı seçtim?' sualini sorgulatan bir hikaye.
Peki siz hangi tohumu sulamayı seçtiniz?
Esenlikle kalın,
Feyza Pınar.
Feyza Pınar
2022-12-05T20:52:13+03:00Çok teşekkür ederim yorumunuz için, beğenmenize çok sevindim. 🥺✨
Eren Aslan
2022-12-05T17:38:20+03:00Çok güzeldi, kaleminize sağlık. Devamını dört gözle bekliyorum.
Eren Aslan
2022-12-04T21:58:56+03:00İlk fırsatta serinizi okuyacağım. Söz. Şimdiden emeğinize sağlık. 🍃