Damlaya damlaya göl olan bir unutuştu.


Uzun zamandır aradığı şeyi bulamamıştı kitaplarda. Sonuna kadar ısrarla bekliyordu. Son satırlar okunup da arka kapak kapandığında yaşadığı hayal kırıklığı umudunu ve inadını söndürmek yerine daha da körüklüyordu. Bir sonrakine geçiyordu iştahla, hep bir sonrakine. Dur durak bilmiyordu. 


Aradığı şeyin ne olduğunu sorsalar “şudur” diyebileceği bir şey yoktu. Bulduğunda “İşte bu!” diyeceği şeydi o. Bilecekti. Anlayacaktı. Başkasının anlamasına imkan yoktu. Gerek yoktu.


Çok okuyordu. Buna karşın dibi geçirgen bir hafızası vardı. Kitaplardaki önemli ayrıntıları kısa zaman içinde unutabiliyordu. Bazı şeyleri hatırlaması için tekrar etmesi gerekiyordu. Bazı şeyleri hatırlaması için tekrar etmesi gerekiyordu.


Bulmak için çalışıp didinen, ömrünü buna adayan, bu yolda kendisini yavaşlatacağını düşündüğü ne varsa hayatından çıkaran birisi için ne büyük bir lanetti bu unutmak. Oysa okuduğu her şeyi harfi harfine kaydedip depolamak istiyordu zihninde. Aradığı şey bir yol döşemekti belki de. Yolun sonunda bulacaktı aradığını. Buna inanıyordu. Buna inanmak iyi geliyordu. Bu kadar yürekten inandığı bir şey gerçek olmalıydı.


Elinden gelse unutma denen laneti bozar, yüzlerce yıl yaşar ve gelmiş geçmiş tüm kitapları okurdu. Hepsini… Hepsini zihnine nakşederdi. Hepsini istiyordu. Yolun sonunu, sonundakini. Ancak o zaman tamamlanabileceğine inanıyordu, o zaman rahat rahat ölebileceğine. “Kendisini tamamlayan kişi ölümünü umar.” demişti Nietzsche.


Okurken önemli gördüğü ya da beğendiği satırların altını çizmeye başladı bir zaman sonra. Unutmaya çözüm arıyordu. “kitabın özü” dediği cümlelerin altını turuncu kalemle çiziyordu. Kitap bittiğinde geri dönüp altı çizili satırları tekrar okuyordu. 


Belki de aradığı, bu altı çizili satırların birleşimiyle oluşacak bir şeydi. Tek bir kitaba bel bağlamak doğru değildi. Biriktirecekti. Her bir kitabın özü yapbozun bir parçasıydı. Hepsini birleştirecek, resmi tamamlayacaktı. Büyük resmi görecekti. Buna inanıyordu. Buna inanmak iyi geliyordu. Bu kadar yürekten inandığı bir şey gerçek olmalıydı.


Her şey ne zaman ve nasıl başlamıştı? Bu arayış? Kendini delicesine kaptırış? Çılgınca bir bağlılık, bağımlılık? Aradıkça kayboluşa sürüklenmek. Öylesine bir tezat, öylesine bir inatlaşma. Ve asla sönmeyen umut. Ne zaman ve nasıl?


Bunu iyi anımsıyordu. Bir sabah uyandığında içinde anlam veremediği bir boşluk duyumsamıştı. İçine doğru çöken, çöktükçe ağırlaşan, ağırlaştıkça yoğunlaşan bir boşluk. Sabahın erken saatleriydi. Bu saatlerden nefret ederdi. Alarmı kurmamıştı. Günlerden pazardı. Niçin bu saatte uyanmıştı? Bir şey dürtüklemişti sanki onu. Gözlerini tavana dikmişti. Donmuş gibi hareketsiz. Kıpırdamaktan korkuyormuş gibi. Kıpırdarsa boşluk genişleyerek tüm varlığını yutacakmış gibi. Boşluk… Her şeyi yutan bir kara delik miydi?


Tavanın rahatsız edici beyazlığındaki tek bir noktaya uzun süre bakmaktan duman oyunlarına benzeyen yanılsamalı görüntüler canlanmıştı uykulu gözlerinde. Bedeni yorgun ve uyuşuktu. İçindeki boşluk ise dipdiri.


Neden sonra cesaret bulup doğrulmuş, sıcacık yorganı üzerinden atmış, ayılmak için kendisini soğuğa teslim etmiş, halıdaki karmaşık desenlere bakarak hipnotize olmuşçasına öylece oturmuştu. Boşluk bir kalp ritmi gibi atıyordu. Boş, boş, boş, boş, boş…


“Bekle! Sakın üzerine gitme! Derin derin soluk alıp ver, sakinleş. Hepsi birazdan geçecek.” 


Cık! Geçmemişti. Göğsü ile karnı arasında bir yerlere çöreklenen boşluk gitmemişti. Kasılmıştı. Sancımıştı. Korkmaya başlamıştı iyice. Elleri ve ayakları buz kesmişti. Yüzü ateş içindeydi. Dili damağına yapışmıştı. Çöl kumu yalamıştı sanki. Zar zor yutkundu. Derin bir soluk alıp bıraktı. Boşluk daha da sancıdı. Korku beynini uyuşturmuştu. Yüreği küt küt yalvarıyordu.


Hızla ayağa kalkıp ilerledi, banyoya geçti. Aynanın karşısında durdu. Çeşmeyi açtı. Lavaboya eğilip sert sert, hızlı hızlı yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yorgun yüzünde yol yol akan su damlalarını izledi ölgün bakışlarla. Çeşmenin başını çevirdi ağır ağır, suyun akışı kesildi. Sol eli lavabonun kenarını, diğeri çeşme başını tutarken bedeninin belden yukarısı hafifçe öne eğildi. Solgun yüzünde yol bulup akan su damlaları çenesinden lavaboya atlıyordu.


“Ne… Ne istiyorsun?”


Sonraki günlerde de her uyanışta aynı boşluğu duyumsadı. Bazen bir saat, bazen yarım saat, bazen on dakika sonra kendiliğinden kayboluyordu. Geceleri kafa yoruyordu bu konuya. Ömrü boyunca her uyandığında yaşayacak mıydı bunu? Bekleyince geçiyordu ama her uyanışta tekrarlanıyordu sonuçta. Tamamen kurtulmak istiyordu.


Sonra bir anlam aradı. Uzun uzun düşünüşler… İrdeleme, tartıp biçme… Sonunda bir düşünceye vardı: Bu boşluk doldurulmalıydı. Doldurulmak istiyordu. Onun için oluşmuştu. Her uyandığında anımsatıyordu kendisini ama tüm gününü esir almıyordu. Anımsatmayla yetiniyordu. Doldurulana kadar da böyle sürüp gidecekti. Buna inanmıştı. Buna inanmak iyi gelmişti. O halde gerçek bu olmalıydı.


Belki başkaları da yaşamıştı bunu. Kendilerince çözüm üretmişlerdi belki de. Nerede aramalıydı peki? Kime, neye güvenmeliydi? Kitaplar… İnsanlığın deneyimlerini biriktiren kitaplar vardı ya! Evet, kitaplara başvurmalıydı. Okumalıydı türlü türlü yaşamları, bir ipucu bulana kadar. Boşluğu dolduracak şeyi anlayana kadar.


Böyle başlamıştı kendisini okumaya adayışı, kaptırışı. Hemen hemen her gün okuyor, altını çizdiği satırları kitapta bırakmıyor, bir deftere kaydediyordu. Not almak bilgileri hafızasında tutma süresini arttırıyordu.


Yapbozun parçaları birikiyordu. Kendi yaşamı da bir parçaydı, onun da yazılması gerekiyordu. O parçanın da tabloda yeri olacaktı. Böylece ayrı bir deftere kendi yazılarını yazmaya başladı; yaşadıklarının tüm yükünü, bazen de yalnızca tortusunu. Okudukça okumaya, yazdıkça yazmaya tutkulanıyordu.


***


Her zamanki gibi bir güne uyanmıştı. Boşluğun görevini tamamlamasını beklemişti. Kabul ve susuş ne büyük bir güçtü. Ret ve savaş kendi ayağına sıkılan kurşun. 


Mutfakta bir şeyler yedi, çayını alıp çalışma odasına geçti. Gün boyunca yazdı durdu. Arada evin içinde dolandı. Sonra yine masaya oturup yine yazdı. 


Akşam yemeğini yedi, kahvesini alıp tekrar odaya geçti. Kitaplığın karşısına dikildi. Yeni bir kitaba başlayacaktı o gün. Kitap seçimi genellikle içgüdüsel denebilecek bir hareketle olurdu. Eli birine uzanırdı ansızın. O, kitabı değil; kitap onu seçerdi sanki.


Kitabı eline aldı. Evirdi çevirdi. Yüzüne yaklaştırdı. Sayfaları hızla çevirirken çıkan hafif rüzgarı yüzünde hissetti. Keyiflendi. Bir yandan da gözlerini kapayıp sayfaların kokusunu içine çekti derin derin. 


Koltuğuna kuruldu, kahvesinden bir yudum aldı, kitabın kapağını açtı. Bir ayin teslimiyetiyle okumaya başladı. Artık kitabın dünyasındaydı.


Sayfalar ilerledikçe kitabın içine daha çok gömülüyor, merakı ve heyecanı artıyor, bundan müthiş bir keyif alıyordu. Onca kitap okuduktan sonra bile bu hoşnutlukta bir azalma olmamıştı. O coşkunun eşi benzeri yoktu.


Sayfalar çevrildi durmaksızın. Çevrildi, çevrildi, çevrildi… Ve bir sayfa daha… Derken… Birden duraladı. Hı! Şaşkınlıktan donakaldı. Coşkusu ve sevinci bir anda buz kesti, çatırdadı, kırılıp döküldü, tuz buz oldu. Keyfinin üzerine çığ düştü. Her şey gömüldü. 


Gökyüzünün sınırsız özgürlüğünde vurulan bir kuştu. Denizin en mavisinde zıpkın yiyen bir yunus. Gökkuşağı kaydırağından kayarken düşüp dizlerini kanatan bir çocuk. Zafere koşarken kalbine mızrak saplanan savaşçı kral. Gürül gürül akarken donan çağlayan. Rüyanın en güzel yerinde iğrenç bir alarm sesiyle uyanmaktı sanki. Ih! Kaskatı kesilmişti.


sayfada… turuncu… satır… çizgi… var… orada… işte… ortada… Son çevirdiği sayfanın ortalarında bir yerde turuncuyla çizilmiş bir satır vardı.


Algı kapısı birkaç saniyeliğine kapandı. Sanki kontrol edebilme yetisi varmış da ani tepki vermiyormuş gibi, hareketsiz, donmuş gözlerle bakıyordu satırlara. O birkaç saniye ne kadar da uzun gelmişti. O süre içerisinde bir dünya yıkılıp yenisi kurulabilirdi.


Zorladı. Direndi. Silkelendi. Odaklanmaya çalıştı. Altı çizili yeri okudu, anlamadı, bir daha okudu, yine anlamadı. Yeni başladığı bir kitapta bu turuncu çizgi ne arıyordu? Anlayamadığı asıl buydu.


İşte orada duruyordu, hem de turuncu! Yazıların tam altına değecek biçimde özenle çizilmiş, gayet düzgün turuncu bir çizgi! İnanamıyordu. O çizginin orada olmaması için neler vermezdi. Her şeyin bir göz yanılmasından ibaret olması için neler neler…


“Bu kitap… Yeni… Yeni başladım ben buna. Nasıl olur bu? Ama nasıl? Nasıl?”


Sayfaları hızla çevirdi. Yüzüne değen rüzgar bu kez onu üşütüyordu. Sayfaların kokusu ciğerlerini tıkıyordu. Soluğu kesilmek üzeriydi. Sayfalar gözünün önünden hızla akarken bir an görünüp kaybolan turunculukları fark etti. Durdu. Geri döndü. Yavaşça çevirmeye başladı bu kez, turuncuları gördüğü yerlerde durdu. O satırları da okudu ama anlamadı yine. Dehşet içindeydi.


Şaşkınca emindi. Bu çizgiler, bu kitabı okuduğunun kanıtıydı. Her zamanki gibi, önemli görülen satırların altı çizilmişti fakat kitabı okuduğunu kesinlikle hatırlamıyordu. Çıldırışın kıvılcımları çakıyordu zihninde. Tutuşmaya ve patlamaya hazırlık vardı. Ateşe çağrı. Kafası, yanardağ olmaya soyunuyordu. 


Pat! Güm! Öfkeyle kalktı yerinden, kitabı sertçe sehpaya bıraktı. Bardaktaki kahve gitti geldi. Kitaplığı aceleyle gözden geçirmeye başladı. Soldan sağa, sağdan sola tarıyordu. Bir yerde durdu. Rastgele bir kitabı çekti çıkardı dizili olduğu yerden. Bu kez kitap onu değil; o, kitabı seçmişti. Baktı. Okumadıklarımdan biri, dedi. Kitabın sayfalarını hızla çevirdi. Hafif rüzgardan eser yoktu artık. Lodos esiyordu sayfalardan. Burnu yanıyordu, koku alamaz olmuştu. Dönen sayfalar içinde bir görünüp bir kaybolan turuncu lekeler…


A! Afalladı. Başı dönüyordu. Kollarındaki gücün boşaldığını hissetti. Görmemiş olmayı dilerdi o çizgileri. Görmemiş olmak için neleri kurban edebilirdi. Neler neler…


Sonra bir kitap daha aldı, bir tane daha, bir tane daha… Bir sürü kitabı elden geçirdi. Okumadığını sandığı tüm kitapları okumuştu ve hiçbirini hatırlamıyordu. Hiçbir şey anlamıyordu. İnanamıyordu. Aklından şüphe edecek noktaya gelmişti fakat turuncu mühürler şüpheye yer bırakmıyordu.


Son incelediği kitap güçsüzleşen ellerinden kaydı, yere çakıldı. Çıkan ses çok acıklıydı. Geri geri yürüyerek uzaklaştı kitaplıktan. El emeği göz nuruyla kurduğu bir dünya acele etmeksizin yıkılıyordu. Gözlerine çöken görkemli hüzün, ateş gibi yanan yanaklarından süzülüp akıyordu.


Geri geri yürürken çalışma masasına çarptı. Kalemlik yere düştü, kalemler etrafa saçıldı. Düşenlerin çıkardığı ses kulak zarını yırtacaktı. Döndü, baktı. Masada biri lacivert, diğeri kara kapaklı iki defter vardı. Lacivert olanın üzerinde “Alıntılar Defteri” yazıyordu.


Defteri açtı, sayfaları karıştırdı. Amaçsızca okudu. Yazılanların kitaplardan seçilmiş cümleler olduğunu anladı. Az önce kitaplıktan seçip gözden geçirdiği kitapların adlarını aradı. O kitaplardan bir alıntı olup olmadığına baktı. Olmaması için neler vermezdi. Olmaması için yalvarıyordu.


Birincisi, ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi… Hepsi de kayıtlıydı. Defterdeki alıntıları görünce son umudu da tükenmişti. Soluk aldıkça çaresizlik doluyordu içine. Ruhu bulanıyordu. Ruhu tüm çaresizliğini kusmak istiyordu.


Nasıl bir hastalıktı bu? Çıldırıyor muydu? Tek tek cümleleri unutabilirdi insan ama bir kitabı okuyup okumadığını da unutabilir miydi? Sadece bir tane mi? Onlarcasını! Daha neleri hatırlamıyordu peki? Hatırlamıyorken nasıl bilebilirdi? Bu işkenceye ne kadar dayanabilirdi? 


Kötüydü, çaresizdi. Soluk alması iyice zorlaştı. Hava değil, ağır bir sıvı soluyordu sanki. Bunaltısı arttı. Dayanamadı. Balkon kapısına koştu. Perdeyi yırtarcasına çekti, kapıyı açtı, dışarıya çıkıp balkon demirine yapıştı. Öylesine güçlü sıkıyordu ki avuç içleri acıyla dolmuştu. Az önce güçsüzlükten kırılıp dökülen elleri şimdi betona saplı demiri yerinden söküp atacak güçteydi sanki. 


Aşağıya, bahçeye dikti gözlerini. Ateş gibi yanan gözleri döndükçe dönüyor, yarı aydınlık bahçenin zemini yükseliyordu. Kafası kaynıyordu, patladı patlayacak. Karşıdaki apartman genişleyip daralıyordu. Yırtılmasına az kalmıştı. Ağaçlar dallarını delicesine bir sağa bir sola savuruyor, dehşet anına eşlik ediyordu. 


Derin derin soluk alıp verdi. Çok zor bir şeyi yapmaya hazırlanırmışçasına kasılmıştı bedeni. Ağzı tahta gibiydi. Avuç içleri imdat diliyordu. Göğsüne ateşli oklar saplanıyordu. Caddenin tüm uğultusu kulaklarına doluyordu. Bilinci bir gidip bir geliyordu. Bedeni bir öne gidiyor, bir geri geliyordu. Zemin bir yükseliyor, bir alçalıyor… İradesi bir var, bir yok…


Karşı apartmanda yanan bir ışık imdadına yetişti. Perdeler çekili olmadığından içerisi görülebiliyordu. Yarı aygın yarı baygın halde, yarı açık gözkapaklarının arasından karşıyı izliyordu. Gördüklerine tutunuyordu sıkıca. Işığın içine bir kadın girdi, orta büyüklükte kutuya benzer bir şeyin başına geçti, ellerinden ateş saçtı. Kadın ocağı yakmıştı. Tencerelerin kapağını açtı. Karıştırmaya başladı. Birkaç saniye sonra, biri kız biri erkek, iki çocuk koşarak mutfağa girdi, masanın başına oturdu. Gülerek konuşuyorlardı. Kadın arkası dönük dinliyordu. Çocuklar sustu. Kadın başını çevirip çocuklara gülümsedi. Çocuklar ellerini çırptı.


İzlemek onu ağır bunaltısından birazcık olsun uzaklaştırmıştı. Kafasını dağıtmak için içerisi görünen tüm evleri gözlemlemeye başladı sırayla. Gözleri umutla karşıki pencerelere koşuyordu. Başka bir evde yaşlıca bir kadın koltukta oturmuş örgü örüyordu. Otomatikleşmiş el hareketleri… Ne örüyordu? Kime örüyordu? 


Başka bir evde kalabalık bir masada akşam yemeği yeniyordu. Konuşmalar, gülüşmeler… Elden ele ulaştırılan tabaklar, salataya kaşık sallamalar, bardakları suyla doldurmalar… Üstteki balkonda bir kadın kuruyan giysileri topluyordu. Onun yanındaki odada bilgisayar oyunu oynanıyordu.


Bakışlarını daha üst katlara yöneltti. En üstteki balkonlardan birinde uzun boylu, iri yapılı bir adam sigara içiyordu. Havanın serin ve rüzgarlı olmasına karşın üzerinde tişört vardı. Adam, garip görünen bir şeylerin sırrını çözmeye çalışır gibi onu süzüyordu. Adamın bir şeyleri anlamış olmasından çekinerek bakışlarını yere indirdi. 


Az önce yaşadığı çılgınlık değil de üstteki adamın sorgulayıcı bakışları dert olmuştu o an. Balkon demirlerini sakince bıraktı. Avuçlarına kan hücum etti. Elleri ısındı, için için yandı. Parmak uçlarına yıldırımlar düştü. Gözünün önünde bir sahne yanıp söndü. Ne olduğunu çıkaramadı. Dişlerini sıktı, ellerindeki acıyı belli etmemeye çalıştı. Sadece hava almak için balkona çıkmış izlenimi vermek istercesine ellerini cebine soktu, amaçsızca sağa sola bakınarak rol kesti. İçeri girerken göz ucuyla yukarı baktı. Adam hâlâ onu izliyordu. 


İçeri girdi, kapıyı kapatıp kilitledi, kalın perdeyi yavaşça çekti. Odanın ortasında dikildi. Yaşadığı olay ne kadar normal değilse bu sakinlemiş hali de o kadar anormaldi. Kendisini mi kandırıyordu? Bilinçaltına “Olur böyle şeyler. Herkesin başına gelebilir. Her şey kontrolüm altında. Bekle, geçecek.” gibisinden sakileştirici bir mesaj mı gönderiyordu?  Bilemiyordu.


Tekinsiz bir ferahlama hissediyordu. Yaşadıklarıyla fena halde tezat oluşturacak bir durgunluk. Buna “teslimiyet” demek daha doğruydu. Yenilgi sonrası gelen o sert ve soğuk kabul.


Bu durumun geçici olduğunu düşünmeden edemedi. Başka ne düşünebilirdi? Ertesi güne hiçbir olumsuzluğun kalmayacağına inanmak istiyordu. Bu olayı yok saymak istiyordu. 


Zihninden bunları geçirirken gözü, kara kapaklı deftere gitti bu kez. Defteri eline aldı, sayfalarını karıştırmaya başladı. Yeni bir yangının yükselmekte olduğunu duyumsadı içinde. Bastırmaya çalıştı. Yüzleşeceği şeye kendisini hazırladı. Bekledi, bekledi, bekledi… Hazır olduğunda okumaya başladı. Okudu, okudu, okudu... Kendi yazılarını bir yabancıymış gibi okudu. Son sayfaya geldi. Başlıksız bir yazı vardı. Henüz tamamlanmamışa benziyordu. Okudu.


Kendisini kendisine yazarak anlatan insanların son yazılarının ne olacağını merak etmişimdir hep. Yazmak onlar için yaşamak gibidir çünkü. Dışarıya söyleyecek sözü kalmamış olanlar, daha çok yolcu almak için delicesine hızlanan bir otobüsün dur düğmesine basanlar, dışarıdaki çılgın dünyayla alışverişi bitenler, yazmak (ve de okumak) dışında anlamlı bir eylemin kalmadığına inananlar yazılardan bir dünya kurarlar kendilerine. Anlatan da dinleyen de kendileridir. Bir zaman sonra da yazdıkları dışında bir gerçeklikleri kalmaz. Dahası, yazdıklarından başka bir gerçek kalmaz.


Kafamı kurcalayan şu: Bu duruşa sahip insanlar bir gün yazmayı da bırakırlar mı? Defteri kapatırlar mı? Böyle bir durumda son yazıları ne olacaktır peki? Nasıl olacaktır? Ağır bir sağlık sorunu ya da ölüm gibi nedenlerle biten bir yazma uğraşından söz etmiyorum. Yani zorunluluk yokken kendi özgür iradeleriyle yazmaya son verirler mi bir gün? Böyle bir karar alacaklarsa son yazılarının nasıl olmasını isterler? Nasıl bir son çıkar, yazmaya böylesi bir tutkuyla bağlanmış insanlardan? Bu bağın son düğümü nasıl atılır? O son yazıyı kaleme alırken neler hissederler? Bu deneyim bile yeni bir yazıya ilham kaynağı olabilecekken son noktayı nasıl koyarlar?


Bilmiyorum. Yazmaya böylesine tutkunken ve yazmak soluk almak gibiyken bir gün son verecek miyim bu sevdaya? Nelerden geçmiş olacağım? Nasıl bir noktaya varmış olacağım ki böyle radikal bir karar alacağım? Alacak mıyım?


Diyelim ki karar verdim buna. Son yazım ne anlatacak, nasıl olacak? Gerek unutmamak gerek de üzerinde yeniden düşünmek için kendi yazılarımı bile tekrar tekrar okuyan ben, ne olacak da son bir yazıyla veda edeceğim sözcüklerden kurulu imparatorluğuma? Tahtımdan nasıl ineceğim? Son yazımı da tekrar okuyacak mıyım peki?


Kara kapaklı defteri kapadı. Masaya bıraktı. Son cümlede yer alan bir ayrıntı tüm parlaklığıyla yanıp sönüyordu zihninde. Tekrar… Tekrarlamak… Döndü, yığınla kitaba ev sahipliği yapan kitaplığına baktı yorgun gözlerle. “Vay canına,” dedi, “okunacak ne çok kitap var!”