Seneler evvel biri yaşarmış, yaşlı ve huysuz bir amca. Koca tepenin başında bir kulübesi varmış. Bu kulübe civar köylerin kulübelerinden epey farklıymış, yaşlı amca kadar kendine has. Kubbesi yokmuş mesela, ve çitler evin dibinden başlarmış. Gereksiz bir korunak içinde, yağmurun altında, bahçesiz ve yalnızmış. Tepenin yamacında da komşuları yaşıyor ama amcayla hiç ilişkileri yok. Çünkü bu soğuk ve kaba bir adam. Seneler önce otuz yaşında bir kadın vardı, bu eve en yakın kulübe onunkiydi. Kadının güzel ve tatlı bir evi; küçük, kendine yeten bir bahçesi, çeşit çeşit çiçeği vardı. Bu kadın her hafta amcanın kapısını çalardı ve elinde büyük bir kase dolusu helva olurdu. Sanki ölen birileri olurdu her hafta ve kadın acısını sadece bu adamla paylaşırdı. Amca öfleye püfleye açardı kapısını.  

-Ne var kızım, yine mi helva?  

Diye sorardı. Ve sinirle kaseyi alıp içeri geçer, geçen hafta gelen yıkanmamış, artıklarıyla helva kasesini verirdi. Tüm bu huysuzluğu hiç açık vermiyordu doğrusu, helvaya bayılıyordu adam. Kapısını kapattığı gibi mutfağa koşar kaşık alır, dakikalar içinde helvayı bitirmiş olurdu. Sonra karnını sıvazlayarak koltuğuna otururdu. Yüzünde mayışmış, keyifli bir tebessüm olurdu ve sonra şekerleme vakti. 

Bu kadın şimdi altmışına merdiven dayamıştır, beli bükülmüştür ve belki çocukları sahip çıkmıştır ona. Yıllardır ne helva yapıyor ne kapısını çalıyor adamın. Son gelişinde kaseyi yarım doldurmuştu, ne var kızım diyememişti amca. Çünkü kasenin yarım olması canını sıkmıştı. Sorgular gözlerini kadına dikmişti, ağzını bıçak açmıyordu ve elini de uzatmıyordu kaseyi almak için. Tepkisini bu şekilde gösteriyordu belli ki. Kadın amcayı iterek içeri girdi, kaseyi mutfak tezgahına bıraktı. Ve yığın olmuş bulaşıkların içinden geçen hafta getirdiği kaseyi ayırt ederek eline aldı, yine pisti. Oflayarak döndü arkasını. Amca mutfak kapısına dayanmış onu izliyordu asık suratıyla.  

-Yıkasanız ne olur? Bir yeriniz mi eksilir?  

Diye sordu kadın, hafif sesi yükselmişti. Amca kaşlarını çattı, bu kadını ilk kez sinirli görüyordu. Bu durumu biraz korkutucu buldu ve sesini çıkarmadı. Kadın kafasını sallayarak ve söylenerek koridora çıktı bu sırada amcaya omuz da atmıştı. Çıkış kapısına yönelmek yerine oturma odasına yürüdü, amcanın koltuğuna oturdu, elindeki kaseyi, koltuğun koluna bıraktı. Dışarıda poyraz çıkmıştı, kubbesiz ev dışarıdan daha soğuktu. Kadın göğe baktı, bulutlar çoğalmıştı yağmur gelecekti. 

Amca ürkmüştü, yalnız evini bir yabancı işgal ediyordu, üstelik çok yaşlıydı kendini savunamazdı. Bir kuş gibi sekerek geldi odaya. Kadının karşısındaki nispeten rahatsız edici, eski, her harekette gıcık sesler çıkartan koltuğa oturdu. Ellerini önünde kavuşturdu, bu misafire ne denebileceğini bilmiyordu, dudaklarını kemirmeye, kirli halısını seyretmeye başladı. Kadın belirsizliğe son verdi: 

-Buraya kubbe gerek. 

Diye başladı konuşmasına. Amca hemen kafasını kaldırdı ve inançla onu dinlemeye başladı. Sanki söylediği her sözü emir olarak algılıyor, kaydediyormuş gibi büyük bir ilgiyle dinliyordu.  

-Buraya bir kubbe gerek ve çitleri sökmek lazım. Bahçesiz evleri sevmiyorum. Bu tepede yalnız başınasın, diyerek gözlerini adama dikti. 

-Tüm tepe senin bahçen olabilirdi. Ama sen bunu düşünmedin. Aklına bile gelmedi değil mi? 

Adam huşu içinde başını aşağı yukarı salladı, ‘’evet haklısınız efendim’’ der gibi uysal.  

-Ah, anlamıyorum. Bu ev benim olacaktı. Yamaçları da bahçem yapardım ve kimse evini dikemezdi. Düzlüğe kadar ağaç ve çiçekler ekerdim, yamacın tam bittiği yerleri de çitle çevirirdim. Anlamıyorum, allah kime ne vereceğini bilmiyor! 

 

Yaşlı amca yerinde büzülmüş, içine kapanmıştı. Omuzları titremeye başladı. Acıyla kasılıyordu, bacağını sallamaya başladı, bu sırada ufak inlemeler çıkarıyor, ağlamasını durdurmaya çalışıyordu. ‘’Ağla,’’ diyerek boşalmasına sebep oldu kadın. Koca adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 

-Ağla, suçlu sen değilsin. Suçlu bizi buraya sokan. Senin gibi akılsızı buraya bırakmış, kubbesiz ev yapmışsın. Oysa ben öyle miyim? Bak beni en kötü en çirkin yere bıraktı. Ben orayı saray yaptım. Gördün değil mi? 

Adam hıçkırıklarının arasında kafa sallamayı ihmal etmedi. 

-Evet gördün, tabii göreceksin. O kadar güzel ki bir bakan bir daha bakıyor. Başka tepelerden geliyor insanlar ziyarete, ah diyorlar keşke ben buraya bırakılsaydım. Ya da hiç değilse bu eve yakın olsaydım, bu eve komşu olsaydım, diyorlar. Ben o evi üç günde yaptım. İlk günü kubbesini bitirdim, senin gibi salak değilim, başsız gezilmeyeceğini bilirim. Sonraki gün evi diktim, odalarına ayırdım. Bir oda bir mutfak, bana yetiyor. Kubbeyi üzerine koydum. Üçüncü gün çit getirttim, küçük ama çok güzel bir bahçe ayırdım kendime, etrafını bu çitlerle çevirdim. Dördüncü gün eşyalarım geldi, bir klozet koydurdum odanın bir köşesine. Beşinci gün temizliğini yaptım oturdum.  

Amca kafasını kaldırmış büyümüş gözlerle kadını dinliyordu. Yaşları dinmiş, yerini hayranlığa bırakmıştı. Bir yandan burnunu çekiyor diğer yandan söylediği hiçbir lafı kaçırmamak için kısıtlı hareket ediyordu. Tüm varlığıyla, büyük bir heyecan içinde duyuyordu bu abartı ve kibir yüklü cümleleri. İçi sıcacık olmuştu, huzurlu hissediyordu. Kadın konuşmasına devam etti: 

-İşte böyle babalık... Ama bir gün bu tepenin tepesi var ya, oraya çıkacağım. Her hafta helva kavurmaktan bıktım. Allahın cezası sana helva çıkarmaya da yoruldum. Gencim güzelim diye yetmiyor, yaşlanıyorum. Romatizmalarım var. Yağmur yağacak diye ağrısını da ben çekiyorum. Allah kahretsin hepinizi! Senin gibi moruk otursun helvasını kemirsin, ağrıları da ben çekeyim, tatlıyı da ben yapayım. Yeter yeter bıktım.  

Yaşlı amca öksürmeye başladı, kadın sinirleniyordu. Huzur korkuyla yer değişiyordu. Hava ağır ve kirli bir kokuya dönmüştü. Amca gözlerini yere dikti, ayağıyla halıyı eşelemeye başladı. Kadın susmadı: 

-Kaldır kafanı. Bana bak! Şu gözlerimin haline bak.  

Adam zorla da olsa başını kaldırdı. Kadının gözlerine değer değmez yeniden eğdi kafasını. Şimdi daha çok korkuyordu. Saatler sonra cesedim mi çıkacak acaba diyordu içinden. Üşüyerek kollarına sarıldı. Yağmur gelecekti, gök gürlüyordu ve bazen odanın içini aydınlatıyordu uğursuz bir ışık. Güçlü bir kahkaha attı kadın:  

-Korkuyor musun ihtiyar? Neyden korkuyorsun? Seni öldürmemden mi korkuyorsun? Bıkmış birinden korkarız. Bu yüzden değil mi? Bıktı ve beni de öldürebilir deriz. Çok haklı bir korku ihtiyar. Evet kork benden, seni öldürebilirim. Belki öldürürüm.  

Gülmeye devam ederek konuştu: 

-Öldüreceğim de. Ama şimdi değil. Önce anlatacağım. Öncesinde sadece konuşacağım. Yağmur yağana kadar konuşacağız ihtiyar seninle. İster on gün sonra yağsın, ben susmayacağım. Gözlerime bak! 

Diye bağırdı. Yaşlı adam hızlı bir reflekse başını kaldırdı. Kadının gözlerine kitlendi ve bir daha indirmedi yere. Celladının sakinleşmesini istiyordu. ‘’Tamam bakıyorum, seni dinliyorum. Yalvarırım sakin ol.’’'  

-Gözlerimi gördün. İçine çöktü. Oyuk gibi, yerine çekiliyor. Hiç işini yapmadı, şimdi tepeye benden önce çıkacakmış. Hah! Ben bir dakika bile uyumadım ihtiyar. Gece olunca kahvemi yapıp bahçeye çıkıyorum, yanıma da biraz helva alıyorum. Bu sana koyduğum kadar, bir kase dolusu. Tepeyi gören tarafa bir sandalye çekip oturuyorum. Her şey ortada. Işıklarını kapatmışsın, horlama seslerin geliyor. Ara ara yükselip hırçınlaşan ritmi bozuk sesler. Rüyandakiler bile seni yalnız bırakır. Helvamın içine kaşık koymayı unutmuşum, parmaklarımla yiyorum. Yamaç sessiz, herkes uykuda, sesleri dinliyorum. Tepede yalnızca senin bozuk sesin var. Bir de çiçeklerimin sesleri. Aralarında fısıldaşıyorlar, bazen onların sohbetine kulak kesiliyorum: 

-Gece ne güzel Nergis. 

-Evet papatyam, bu gece de çok güzel. 

-Kesin sesinizi uyuyacağım. 

-Susuz öleceğiz, başım ağrıyor.’’ 

 

-Ölmelerini istiyorum ihtiyar. Herkesin ölmesini istiyorum. Senin horultun beni daha fazla sinirli biri yapıyor. Bu yamaçtan ölümle yuvarlanalım istiyorum. Yaşlanmaktan korkuyorum ihtiyar. Senin gibi asık suratlı, horlayan bir canavar olmaktan korkuyorum. Saçlarım beyazlamaya yüz tuttu, vitaminlerim düşük, uykusuzluk kanımı düşürdü, yerli yersiz üşüyorum. Senin evinde çok soğuk. Bir kubbe gerek ihtiyar. Kubbesiz ev mi olur? 

‘’Olmaz.’’ diyerek onayladı onu yaşlı adam.  

-Olmaz. Artık konuşmalıyız. Cezasını vereceğim beni buraya gönderenin. Eve dönmüyorum.  

Hiddetle hareketlendi kolları. Koltuğun kolundaki kase yere devrildi, içindeki artık helvalar fayansa dağıldı. Kadın farkında değilmiş gibi ayağa kalktı. Yüzündeki gerginlik azalmıştı. Huzurlu da değildi ama sakindi.  

-Böyle olmuyor. Bu evde yaşayamam. Beni cimciklesene, diyerek kolunu önüme uzattı. 

-Evet sen, beni cimciklesene.  

Yaşlı adamın şaşkınlıktan ağzı açılmış, tüyleri diken diken olmuştu. Farkında olmadığı bir üçüncünün varlığı onu ürpertti. Artık kadına değil evin karanlık köşelerine bakıyordu. Kadın kolunu biraz daha uzattı, hadisene diye yineledi. İki adım ileri gelmişti. Amca koltukta geri çekildi, çirkin bir gıcırtı sesi çıktı. Şiddetle gürledi gök, evin içi aydınlandı ve söndü.  

Kadın kolunu indirip amcaya baktı. Gözlerinin oyuğu daha belirgindi artık.  

-Her neyse... 

Kafasını sallayarak arkasını döndü. Kaseyi çiğnedi, az sonra kapının kapanma sesini duyduk, rahat bir nefes verdi ihtiyar. Yerinde doğruldu, gıcık ses yinelendi, ayağa kalktı. Sırtı ter içinde kalmıştı, belinden aşağı bir ürperti indi. Banyoya girsem iyi olur diye düşünecekti ama önce karnını doldurmak istiyordu. Mutfağa yürüdü. Tezgahtaki yarım helvayı aldı ve dışarı çıktı. Evin sıvalı duvarına sırtını verip parmaklarıyla helvayı yemeye başladı. İşte şimdi keyfi yerine geliyordu.