Bu dünyada herkes içi doldurulmayı bekleyen boş bir defterdi; isteyen günlük tutardı bu deftere, isteyen şiir yazardı veya bir roman. Evet, evetti. Neden olmasındı evet? Sınırı vardı bu defterin ama parayla değil de zamanla alakalı bir sınırdı bu. Kapağını ve yapraklarını ne kadar temiz tutarlarsa o kadar uzun ömürlü oluyorlardı ama boğucu bir ömürdü bu ve onun sayfalarına hiç kimse, küçücük de olsa, ölçüsüz de olsa, bir şiir dahi yazmamıştı hatta bırakın şiiri falan, günlük tutmak suretiyle kendini rahatlatan dahi yoktu.

Bomboştu sayfalar ve kuşkusuz bunların doldurulması gerektiği hissiyatı günbegün zorluyordu onu en derinden. Her yeni gün onun için yeni bir fırsattı artık, doldurmak için sayfalarını, belki resimlerle. Kimsenin aklına gelmiş midir bu, diye soruyordu kendine, yaşı fazla yoktu belki ama aklı idi yerinde. Kendi gibisini görünce yazacaktı ilk şiirini hemen karşısındakine ve altına konduracaktı koca bir öpücük. Peki nereden çıkmıştı şimdi bu hazırlıklı platonik haller? Plana programa var mıydı gerek? Lakin her türlü ne hissedeceğinin bilincindeyse, şöyle ya da böyle, günü geldiğinde, ha önceden yazmış şiirini ha o an, ne fark ederdi? Hem şiir yazmak zaten belli şeylere hazırlıklı olmak değil miydi? Platonik değil miydi biraz doğasından ötürü, titizlik gerektirmiyor muydu? Şöyleydi ya da böyleydi.

O buydu işte ve yazmıştı bile, ok çıkmıştı yaydan bir kere lakin uzaydı onu korkutan, hedefi bulana kadar giden okun havada hızının azalarak nihayetinde hiçbir noktaya saplanmadan yere düşmesi, hedef şaşırması veya artık hiçbir öneminin kalmaması şiirin veya çiziktirilmişlerin. Hem hedef de neresiydi ki? Güneşe doğrultup biraz eğerek salmıştı okunu, düşen noktada medeniyet kurma niyeti yoktu, olamazdı ya! Kaçıncı yüzyıldaydık hem, yahut kaçıncı oktu acaba bu atılan? Hem 18 milyon ışık yılı uzaklığa gidecek hali yoktu ya kendini paralasın, nihayetinde bir bildiğimiz o oktu işte! Konduğu yerin tek anlamı onun için ilk olması ve nitekim son olacağı manasına gelmemesiydi. Verilmiş bir karar vardı ortada, yani en azından planlı bir karardı. Boşluğa doğru körgöz atılmamıştı ok, kimseye zarar verme gayesi olmadan çaprazlama ve uzağa doğru atıldı ki zarar gelmesin sağa sola, kimse kırılıp dökülüp aklını yitirmesin. Hedefin belirsiz olmasıydı körgöz atılma illüzyonunu yaratan, oysa ne yaptığının bilincindeydi.

Üstelik güneş tam da tepedeydi, okun indiği yerdeki meydanda insanlar havadan bir ok indiğini göremeyecek kadar kör değillerdi ya! Öyle bir topluluk şükür ki daha dünyaya gelmemişti. Yoksa yaşadıkları ve düşündükleri arasındaki uzay tamamen bir yanılsamadan mı ibaretti?