Toprağı yararakrüzgârla yarışan atlar köyün içine dalmış, işsiz, sapsız tüm köylülerin toplandığı Boşnak Latif’in kahvehanesinin önüne gelmişti. Atlar yorgunluktan terlemiş ve nefes nefese kalmıştı. Abbas Ağa’nın adamları da aynı altındaki atlar gibi biraz korkudan, biraz da yorgunluktan nefes nefeseydi. Cebrail eli tüfeğinde beklerken Apo atın üstünde köylüye dönerek:


“Allah’ın selamı üzerinize olsun ağalar! Keyfiniz bol olsun!”


Şaşkın şaşkın bakan köylüler ilk başlarda bu yeni yetme, taze bıyıklı gençlerin ellerindeki tüfeklerle neden geldiğini çözmeye ve düşünmeye çalıştıysalar da pek ses etmemiş, verilen selam alınmıştı. Hep birlikte eller göğüslere gitmiş, “Aleykümselam” denmişti. 


Boşnak Latif güneşten kızarmış, sıcaktan ter içinde kalmış yüzüyle atlı adamların karşısına dikildi. 


“Hayrola! Ellerinizde tüfekler görüyorum. Atlar da epey yorulmuş. Bir yere yetişmeye mi çalışıyorsunuz yoksa birini yakalamaya mı? Söyleyin hele!”


Çatık kaşlı Apo sorulan suale hemen cevap verdi:


“Evet, acelemiz vardır. Ağamın emriyle geldik. Burada, bu köyde Abbas Ağa'ya isyan eden başıbozuk birileri varmış. Onların başını çeken Pehlivan Hamza diye biriymiş,” dedi Apo ve yarım kalmış bardaklarıyla kendisine endişeyle bakan köylüye bir daha ama bu kez daha gür biçimde konuşmaya başladı.


“Bize hemen Hamza’nın şimdi, nerede olduğunu, hangi bağda çalıştığını söyleyin!”


Ayakta olan Boşnak Latif’in yanına ihtiyarın biri yaklaştı. Dişsiz ağzıyla, “Ağamızın buyruğu başımızın üstüne. Ona saygısızlık biz acizlerin haddi değil amma büyük yanlış edersiniz! Hamza iyi çocuktur. Çocukluğundan beridir tanırım. Saftır, bir su gibi tertemizdir yüreği. Bilirim, tanırım Hamza’yı da o yüzden söyleşirim sizinle. Yanlışlık vardır bu işte,” dedi. 


Bu sözlerin üzerine atından atlayan Cebrail, suskunluğunu yaşlı adamı görünce bozmuştu. 


“Bakın Ağalar! Her kim Hamza denen âsiyi korur, saklarsa ailesine en çok da kendisine yazık eder. Tarladan, bağdan çıkartılır; işsiz güçsüz kalır. Sonra açlıktan kıvranır durur. Ağamın emri güneşin doğuşu gibi kesindir! Onu bulup ya aklını başına ya da verilen kesin emri yerine getireceğiz!” 


Cebrail susup ağzını kapadığında atların nefesi ve yelin alıp götürdüğü yapraklar dışında bir ses duyulmuyordu. Bir karga belayı çağırırcasına ötüp bağırırken yüzler de birbirine bakıyordu. Söylenen netti. Emir uygulanacaktı. “Yazık olacak Hamza’ya,” diye düşünüyordu köylü. Başka biri ayağa kalkıp elleriyle Hamza’nın, kendileri için mücadele eden Pehlivan Hamza’nın çalıştığı bağı anlatarak, tane tane, hiç çekinmeden tarif etti. Tüfekli gençler atlarına atlayıp doludizgin kahvehanenin önünden esip geçerken Hamza’nın saflığından bahseden yaşlı adam, tarlayı tarif eden adama yüzünü ekşiterek, iğrenerek bakıyordu. 


Kısa süren yolculuktan sonra tarif edilen yere gelen tüfekli adamlar, dikkatleri üstüne çekmişti. Çalışan köylüler ellerindeki alet edevatı bırakmış, yüzler atın üstündekilere çevrilmişti. Atlıları, özellikle de elleri tüfekli adamları gören Irgatbaşı Veysel koşarak geldi. Şöyle bir süzdü, gözünü baştan aşağıya gezdirdi. Bu konaktaki gençlerdi. Ağa’nın adamlarıydı. Atın üstünde etrafa alıcı gözlerle bakan adamaların gelişlerini anlamak için az daha yaklaştı. Az buçuk tahmin ediyordu ama meraktandı; soracaktı.


“Hoş geldiniz bakalım! Hayrola, ne oldu?”


Apo atını az ileri sürdü. Öne çıktı.


“Veysel Ağa sen Muhsin Efendi'ye bir şeylerden yakınıp durmuşsun. Kâhya da bu sabah Ağa’nın emriyle buraya gönderdi,” deyip yüzünü ucu gözükmeyen tarlaya çevirdi. “Söyle hele! Hangisi Hamzadır. Onu hemen buraya çağır. Konuşacaklarımız vardır.”


Veysel hemen yanındaki ırgata seslendi. Hamza’yı çağırmasını söyledi. Adam koşarak gitti. Vardı Hamza’nın yanına. Hamza önce koşarak gelen adama, sonra da az ilerideki şık eyerli iki atlıya baktı. Sol elini terden sırılsıklam olmuş alnına götürüp baktıysa da anlayamadı. Yamacına gelen köylü de Veysel’in çağırdığını haber etti. Çekip gitti. Hamza yerinden kımıldamadan hâlâ atlılara bakmaktaydı. Özellikle dikkat edince ellerinde tüfek olduğunu anladı. İkirciklendi. Neden sonra, hiçbir şey yokmuş gibi elindeki kazmayla toprağı deşmeye kaldığı yerden devam etti. İçinden sayıp sövüyordu Veysel’e.


“Kahpe dölü... Hemencecik şikâyet ettin öyle mi? İnsanlık ettim diye öyle mi? Vay köpekoğlu vay! Ağan da batsın adamlığın da...”


Az uzaktan bakan Apo ve Cebrail, Hamza denen iri yapılı adamın kımıldamadan işine devam ettiğini görünce şaşırdı. Veysel de şaşırmıştı ya, gözleri cin gibiydi; bir Hamza’ya bir de atın üstündeki yeni yetme gençlere bakıyordu. İçten içe Hamza’nın çağırılıp gelmemesine seviniyordu. İstese ancak bu kadar olurdu. Ancak bu kadar...


Apo da gözlerini siper edip baktığında adamın kıpırdamadığını gördü. Veysel’e döndü.


“Bu ırgatlar senin sözünü dinlemezler mi? Neden gelmiyor? Söylesene!”


Aklı zehir gibiydi Veysel’in. Az deliydi kendisi ama şu an günahları sevaba çevirecek güçte ve herkesi buna ikna edebilecek durumdaydı. Kırbacını eline doladı. Apo’ya baktı.


“Ben demedim miydi âsilik eder diye! Görün Allah aşkına! Zavallı Veysel sürekli bu yezidlerle uğraşıyor. Bakmayın böyle çalışır gibi durduklarına; istediği zaman bırakırlar işi. Söz ederim, konuşurum güzelcene yine de dinletemem kendimi. İyilik edelim dedik bunlar da suyunu çıkardı, şımardı, söz dinlemez oldular. Şeytan bunlar şeytan!”


Apo çita gibi atıldı. Atını ileri sürdü. Öfkeliydi; damarları meydana çıkmış, kaşları çatılmıştı. Toprağı kazıyan Hamza’nın önünde durdu. Hamza sanki o yokmuş gibi gücüne devam ediyordu. Nehirlerin bile  doyurmakta zorlanacağı bu uçsuz topraklarda sanki tek başına, kimsecikler yokmuş gibi ne sağına bakıyordu ne de soluna.


Cebrail de gelince Apo, iri yapılı Pehlivan Hamza’ya sertçe söylendi,


“Hamza dedikleri sen misin? He!”


Hamza başını hiç kaldırmadan cevabını verdi.


“Benim!”


“Neden çağrıldığında gelmiyorsun? Hem söyle bakalım, köylüyü galeyana getirip ağama kışkırtıp isyan ettirmeye çalıştığın doğru mudur?”


Hamza bu sözlerin ardından doğruldu. Elindeki kazmayı bıraktı. Yumru yumruydu elleri. Atlıya bir adım attı ki, değil Apo doru at bile korkudan geri adım attı. Apo’nun parmakları tüfeği daha sağlam kavramıştı şimdi. Hamza da yaklaştı, atın kayışını tuttu. Gözleri Apo’nun gözlerinin içindeydi. Delecek gibiydi. 


“İsyan he,” dedi Hamza. Köylüye bakıp güldü. Sonra atlıya döndü. 


“Bre! Siz hak nedir, emek nedir bilmeden; helal lokma için gencecik yaşlarda elleri nasırlanıp kuruyanları, şu (gökyüzünü gösterdi) cehennemin altında çalışa çalışa susuzluktan ölenleri görmeden, görmeyi geçtim adını bile duymadan buraya gelmiş, yaşlıca adamı ezmeye çalışan şu köpekoğlu Veysel’e karşı çıktığım için mi beni sorguya çekip isyan ettiğimi mi söylersiniz? Hâl böyleyken isyan etmiş isem varsın bunun adı isyan olsun!” dedi Hamza. Köylü de iyicene toplanmıştı; olacaklara önceden müdehale etmek yerine heyecanla izliyorlardı. Köylü Hamza’nın gözlerindeki kıvılcımı görüyorken tüfekli adamların da nasıl tedirgin oldukları fark ediliyordu.


Apo da Cebrail de şaşırmıştı. Boyu posu pehlivan gibiydi ya, yüreği de en az boyu, namı kadar vardı. 


Cebrail altta kalmak istemedi. Tüfeği elleriyle tutarak:


“Haddini bil de konuş! Sen ne dediğini bilmezsin! Hele senin gibi rezil bir ırgatın ağama asla bir şey demeye hakkı yoktur.”


“Rezil olan, alın teriyle çalışan benim de, bu köylünün alın terinin içinde yüzen Ağan daha mı az alçaktır!” 


Apo bu sözlerin ardından delirdi, birden çıldırdı. Ağasına nasıl bağlı olduğu yüzünden hemen anlaşılıyordu. Öyle ki, sinirden tüfeğini kaldırmış, hemen aşağısında olan Hamza’ya doğrultmuştu. Hamza o daha tetiğe basmadan adımını atmış, tüfeğe sarılmıştı. Kısa süre içinde karşılıklı çekişip durdular. Hamza gücüyle onu hemen attan düşürdü, yere devirdi. Köylünün elleri yaşananlardan dolayı açık olan ağızındaydı. Apo da yerde kıvranıyordu. Güneşin alıp götürdüğü sessizlik bir anda, derin, patlak bir gürültüyle bozulmuş, ses ulaşılamayacak kadar ırak diyarlaran duyulmuştu. 


Bileği kadar sağlam yüreğe sahip olan Pehlivan Hamza... Babası gibi bir kez olsun herhangi Ademoğlu onun sırtını yere getirebilmiş değildi. Ama artık bir daha yerden kalkmamak üzere, kaynarcasına yanan güneşi görüp yanmadan, kıratını; her şeyden çok sevdiği Bulut’u dolu dizgin ve dört nala koşturmamak üzere toprak dolu avuçlarıyla yerde ölüyorken bile köylüyü uyarır gibi uzanıyordu. Onun yüreğindeki kıvılcım tüm köyü yakmalıydı ya, yalnız başına kalınca o kıvılcım kendisinden başkasını tutuşturamamıştı. Yanmış, palazlanmış ve en sonunda küle dönüşmüştü. Ve bir gün savrulan külün düştüğü her yer, herkes yeniden alevlenecek ve bu çökmüş, küf kokan düzeni sözde efendilerin, ağa görünümlü iblislerin başına yıkacaktı. 


Kan akmıştı artık, durdurulmazdı. Toprak kirlenmişti artık, meyve vermezdi. Bereket yerini artık kuraklığına bırakmıştı. Yeşermezdi.



Son...