Karanlığın içinden yüzdeki çilleri andıran yıldızlar, rüzgârın hafifçe bacağa üfleyip insanı kendinden geçirdiği akşamlarda birer yakut gibi öyle uzaktan uzağa parıldar durur. Bazen kendinden geçip sarhoş olan kimi yıldızlar kayar, yerinde duramaz. O kayıp dururken hülyalara dalmış âdemoğlu kendinden geçer de şaşırır, öylece ansızın kalakalır. Gözlerini diker, sabitler gökyüzüne. 


Gecenin tenhalığında bir kurt alaca karanlığı yarıp yıldızlara doğru başını kaldırır da uğuldar meydan okurcasına. Ademoğludur; aldırmaz, korkmaz bunca düşmanı varken toprağında. Kurt avını kovalar, yakalar. Avını yer yemez güvenli bir yer beğenir kendisine de uzanıp uyur. Gökyüzüne bakıp hayallere boğulmuş âdemoğlu da içinde yanan bir derdi varsa ne yediği, ne kadar yediği, tadı tuzu pek önemsiz kalır. Uyuyamaz. Kıvranır durur yatağında. 


Yıldızlara, parıldayıp duran cevherlere bakıp hayallere dalmayacak insanoğlu yoktur hiçbir diyarda. Hele yanından, burnunun ucundan mis kokulu nergisler geçiyorsa nasıl olur da umutlanmaz, nasıl olur da yaşamdan umut gebe kalmaz? İnsanın içi bir hoş olur. Kımıldar yüreği, konuşmaya başlar. Yürek bu, dili yoktur amma yeri gelir ağlar, sıkışır. Yeri gelir insanın başını alır, tut serçe parmağından yine de bükemezsin bileğini. Umuttur yaşatan insanoğlunu. 


İşte Pehlivan Hamza’da uzanmış, gözleri esen yelden hafif yaşlı, içine bir mıh gibi çakılmış umudu gökyüzü kadar genişti. İçini kemirip duran, kör gecelerde uyutmayıp çıldırtan, içinde gezip duran şeyi bugün elleriyle sıkıp boğmuştu. Şahitti güneş, kocaman bakıyordu. 


Hamza kara gözünün içinde nokta nokta yansıyan yıldızları seyre dalmıştı. İki büklüm damının az ötesindeki toprağa çökmüş, elleri arkasında dayanmıştı toprağa. Çalışmaktan yıpranmış bacakları uzanmış, lime lime olan pabucu Hamza’nın gözleri gibi gökyüzüne doğru dönmüştü. 


Pehlivan Hamza yarını düşünüyordu, yarından sonrasını, evvelsi günün getireceklerini gökyüzüne bakıp düşünüyordu. Düşlüyordu.


Hamza uzun süredir oturup dinlenmiş, kendine gelmişti. Ellerini bir iki kere silkeledi. Ayağa kalkıp az ötedeki haneye geçmeden tavlaya girdi. Güzel kıratı Bulut’un yanına vardı. Karanlığın içinde nasıl da parıldıyordu, nasıl da belli ediyordu kendini, şaşılırdı. Okşadı, sevdi, bir daha okşadı. İki gündür koşturmuyordu ya, üzgündü Hamza, yorgundu. Yelesini güzelcene taradı. Af dilercesine iki gözün arasından öpüp çıktı tavdan. Biliyordu, yarın bir başka doğacaktı güneş. Yıldızlar yarının habercisiydi. Bunun huzuruyla yatacak, kıratını çekip dört nala koşturacaktı. 


*


Irgatbaşı Veysel gün içinde yaşananları, Pehlivan Hamza’nın düzeni bozduğunu bunun üstüne emirlerini dinlemediğini yakınmaya Ağa’nın huzuruna çıkmak için bekliyordu. Değil salona içeri bile alınmamıştı Veysel. İlk girdiğindeki öfkesi sönmüş, düşünür hâle gelmişti. Ne etmişti de adamı itip kakmıştı. Kart bir adamcağızdı zâti. Keşke vurmasaydı da Pehlivan Hamza karşısına dikelmeseydi. “Nasıl da rezil oldum, nasıl...” diyip duruyordu oturduğu yerden. Gözünün önüne Hamza’nın sert bakışıyla kendisini ezecek gibi koştuğunu ne zaman hatırlasa elindeki kırbacı şaplatıp duruyordu. Ağa’nın adamları da bakıp bakıp gülüyordu. Yalandan gelip “Vay be Veysel Ağa! Demek seni ezip geçti ha! Seni ha!” diyerek onun sönmüş öfkesini küçümseyerek yalazlıyordu. Kıs kıs gülen Ağa’nın adamalarına bakan Veysel, bu yeni yetme gençlerin büyüklerine saygısızlığını anlamış değildi. Elinin tersiyle “Hadi be! Siz de!” der gibi işaret yaptı. “Ulan deyyuslar, dili delikler, siz ne ara büyüklerinize saygısızlık edersiniz? Daha dün ağzınızın kenarında ananızdan emdiğiniz sütün izleri vardı. Ne ara adam oldunuz?” 


Irgatbaşı Veysel’in karşısındaki tüfekli, köylü gençler daha dün, otun yetişmediği büyük düzlükte top oynar, koşuştururlardı. Az büyüyüp tarlaya gönderilen kolları sümük izleriyle dolu çocuklar, büyüdükçe Ağa’nın servetine hayran kalır olmuşlardı. Bundan dolayı Ağa’nın tarlalardaki ilk adamı Veysel’e sırnaşmış, Abbas Ağa’nın yanına, krallar gibi yaşadığı konağına, geçmenin fırsatını geceli gündüzlü kovalamışlardı. Şu an ağanın konağında besleniyorlarsa Veysel’in sayesindeydi ya, unutmuşlardı! Biri yakasından çekip söylese nankör müsün diye, hiç oralı bile olmaz, “Ne nankörlüğü? Hayatta kalmak için her şey mübahtır.” der edeptir, hayadır unutulur giderdi. 


Veysel, Ağa’sını beklerken gittikçe sabırsızlanıyor, sağa sola bakınıp duruyordu. Sivri burnuyla hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Ayağa kalkıyor, olmuyor; oturuyor, yine olmuyordu.“

Acaba Ağa’m ne diyecek bu işe? Çalışmayan çelimsiz adama kızdığım için benden yana mı olacak, yoksa Hamza gibi o da köpürüp bana mı bağıracak?”

Veysel değil tüm köylü biliyordu ki Ağa’nın kimseye acıdığı, merhamet ettiği yoktu. Bayramdan bayrama el öpen çocuklara, babalarının tarlada döktüğü teriyle kazandığı paraları harçlık niyetine verirdi. Onun merhameti bu kadarcıktı işte! 


Ağa’nın has adamlarından Veysel beklemekten sıkılmış, etrafı seyreder olmuştu. Konakta garip bir coşku vardı. Kimi hizmetçiler elinde koca tepsilerle yemekler götürüyor kimisi de çabucak adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışır gibi koşuşturuyordu. Veysel anladı ki Ağa’nın misafiri vardı. Yoksa bunca telaş niyeydi? Önünden irice kesilmiş, parlak etlerle doldurulmuş tepsilere baktı. Dilini kurumuş dudaklarına gezdirip süzdü. Dudakları o dakikada yine kurudu.

  “Vay anasının gözü vay! Ne de güzel kokuyor, mis gibi Allah’ıma!” diyip durdu Veysel. Merak ediyordu. En çokta misafiri, bunca hizmetin asıl sahibini olan zatı muhteremi merak ediyordu. Veysel bu sırada konaktan ağır adımlarla çıkan Kahya’yı gördü. Yerinden fırlayıp hızlıca yanına vardı. “Muhsin Efendi! Hey! Duymuyor musun beni? Muhsin Efendi!”


İnce beli, kurumuş yüzüyle çorak toprakları andıran Kahya Muhsin, Ağaya verdiği fikirlerle en az Ağa kadar namı yürür olmuştu. Yaşlı kurt derler ya, tam da o misal. Abbas Ağa’nın babasından bu yana yanında çalışan Muhsin Efendi, Ağa gibi toprağını genişletmiş, rahata kavuşmuştu. Yanına koşarak gelen Irgatbaşı Veysel’i tanıdı. İstemsizce yeni yaptırdığı dişlerle güldü. “Ne o Veysel, hayrola!” Irgatbaşı durdu, azıcık nefeslendi. Koşuşturmaktan dağılan giysilerini düzenledi. “Yav Muhsin Efendi, nedir konaktaki bu telaş, çok meraklandım.” dedi Veysel. Kahyadan cevap alamayınca devam etti. “Mebus mu geldi acep? Ya da vali mi? Yoksa karşı dağın yamacındaki köylerin ağaları mı? He Muhsin Efendi? N’oldu?”


Kahya bir iki düşündü. Söyleyip söylememekte ikirciklendi. Bunu sormak için gelmemiştir diye atıldı. “Sen boş ver şimdi onu. Ağa işte! Keyfine diyecek mi var? Bugün eğlenir, yarın söylenir. Bugün acıkır, yarın gözü doymaz; yer durur.” Kahya, Veysel’in yüzüne baktığında bir şeyler daha söyleyeceğini anladı. Yüzünü dert dinleyen doktor gibi ciddileştirdi. Ellerini arkasında birleştirdi.


“De bakalım bana Veysel, ne için geldin sen buraya? Bilirim, sen kolay kolay Ağa’nı rahatsız etmezsin.”


Irgatbaşı konak içindeki hengameden dolayı Pehlivan Hamza’yı unutuvermişti ki birden canlandı. Ağa’dan önce Muhsin Efendi’ye söylemek gerekirdi. Öyle birden çıkılmazdı ki Ağa’nın karşısına. Yakışık almazdı hem. 


“Muhsin Efendi, sen Hamza’yı tanır mısın?”

“Hangi Hamza, hem ne olmuş ona?”


Veysel durdu. Azıcık daha yaklaştı. 


“Pehlivan Hamza’yı duydun mu? Hani şu aşağı köyden. Böyle kocaman (Elini yukarıya doğru kaldırdı.) boyu posu var.”


“Eee Veysel! Ne olmuş, ne yapayım? Tanımıyorum zorla mı?”


Veysel baktı ki sinirlendi Muhsin Efendi, söyleyeceği yetersiz diye hemen anlatacaklarına yeni bir yalan uydurdu. Düşündü, taşındı, başladı anlatmaya.


“Bu Pehlivan Hamza her gün köylüylen toplaşır, canım Ağa’ma karşı isyan çıkartmak için bir şeyler anlatıp durur. Köylüyü boş bırakmaya gelmez, hemencecik bir vaka başlatır. Bilirsin sen de. Bugün yine birine bir şey anlatıyordu, dikildim hemen şöyle karşısına “Ayağını denk al, nankörlük etme! Ağa’m seni şuracıkta ezer Allah’ıma’’ dedim. Ama demez olaydım. Hemen köpürüverdi. İtip kaktı beni. Ayağım boşluğa düştü de ben de öylece yuvarlandım. Tam vuracaktım ki kırbacı, ahali toplandı, yalvarmaya başladı yapma, etme diye! Yoksa...”


Kahya işte şimdi Hamza’yı tanır olmuştu. Olayı da çoktan anlamıştı. Bu Irgatbaşı yine bir şeyleri eksik anlatıyordu ama neyi, tam bilmiyordu.


“Peki Veysel, sen işine dön. Ben icabına bakarım. Derdi neymiş, öğreniriz. Ayağına sağlık senin.” 


Kamburumsu sırtını dönüp giden Kahya’nın arkasından bakakalan Veysel, ellerini azıcık ovuşturdu. İsabet olmuştu Kahya’yı görmesi. Ağa geçiştirir, giderdi de bu kart adam asla unutmaz, peşini bırakmazdı olayın. İyi olmuştu, çok iyi hem de.


Dönüp gidiyorken yine önünden geçen kuzulu, kebaplı yemekleri görür görmez her şeyi unutuverdi Veysel. İçini çekti. Kurumuş dudağı artık dayanamayıp çatladı. Yemek kokularını arkasında bırakarak sağa sola bakmadan, bir şey demeden öylece çıkıp gitti. 


Sözde Ağa’nın has adamıydı Veysel. Sahi olsaydı bu, saatlerdir beklediğini görenler bir parça et, berrak derelerden gelen şifalı, buz gibi soğuk suyu uzatıverirdi. Kimsecikler ağası için çabalayıp duran Irgatbaşı Veysel’i görmemişti. Veysel de sürüp giden bu çarkın bir parçasıydı sonuçta. Bu parça eksilince de bütününden bir şey kaybedeceği şüpheliydi.


Sesini bu yozlaşmış çarka çıkarmayan Veysel gibi kim varsa, kendini unutup başka bir ele hizmet etmişse aç kalmış, yel gibi yitip gitmiştir. Yaşadığı hiçbir diyarda duyulmamış, aciz bedeninden bir iz, çocuklarına avuç kadarda olsa miras bıraktığı görülmemiştir. Dönüp duran çarkın bir parçası olmak dışında...





Devam edecek.