Kıvılcımlı, parlak güneşin saçtığı ışık, uyur hâldekileri uyandırmış, uyanıkları hoş edip sersemletmişti. Görüp bakanlar gözlerini kısmış, dağdan ince, oluk oluk akıp ayaklarına kadar sürünen soğuk suyla yüzlerini yıkamaya, kararmış ense ve toprak kırmızılığına bürünmüş boyunlarını ıslatmaya başlamışlardı.


Bereketli topraklara sahip olanlar bilirlerdi; günün olmazsa olmazı, en kıymetlisi, lezzetin her bir yana saçıldığı kahvaltıdır. Çiçeklerle işlenmiş mindere oturup başlarsın yemeğe. Reçeli yerken gözlerin kısılır. Balı sıcacık tandır ekmeğiyle boğazdan mideye indirirken yalarsın dudaklarını. Biraz zeytin biraz da peynirle doyar kalkarsın şükredip. En zoru da kahvaltıdan sonrasıdır ya, alışmıştı köylü. Gidersin yana yana, su gibi kalıncaya kadar çalışırsın tarlada. Kararmış enseler kızarır, az önce ballı dudağı yalayan diller çöl gibi kurur, kalırdı. En zoru buydu ya, yapacak bir şey yoktu. Ekmek, aş derdiydi. Ağlayacak, yalın ayaklar sızlayacak yine de kavurucu güneşin altında, akşam oluncaya dek dişler sıkılacaktı.


Üzümlü köyünün ahalisi sıcaktan dişlerini sıkadursun, kimselerin köylüye acıdığı yoktu. Boyuna çalışırlardı. Yapılacak şey miydi bu? Hani insan yaratılmışların en mükemmeli olmasa imanı olan köylüler, şuracıkta küfredecekti insan görünümlü iblislere! Sahi, “Ol!” diye buyurduğu an oluveren sonsuz kudrete sahip olan Allah, insanı niçin yaratmıştı? Bereketli, aziz toprakların içinde kendisine değil de hâşâ kendisini Allah gibi gören sefil ademoğluna, kendisine benzeyen bir insana hizmet -bu pamuk gibi hafif kalırdı-  kölelik etsin diye mi yaratmıştı? 


Aynı dertten muzdarip köylüler bile bu soruyu birbirlerinden farklı cevaplardı. 


İnsanoğludur, parmak izi bir tek kendisine aittir. Diyardan diyara dolaş yine aynı ize denk gelmezsin.

İşte! Ademoğlunun duyguları da birer parmak izi gibi aynı ananın oğulları da olsa  farklıdır. Kendisine göre en haklı ve yüreği en çok yaralı olandır. Yanmayan ne bilsin! 


***


Köyün ağası bir başka değişle sahibi denecek adam, Abbas Ağa, dün akşamki şölenin getirdiği yorgunluğu uyanır uyanmaz vücudunun her bir yanında hissetmeye başlamıştı. Süslü perdelerin arasından yüzüne ince çizgiler halinde vuran güneş, baş ağrısını ikiye, üçe katlamış, koca göbeğiyle sağa sola kıvranıp durmaya başlamıştı. Başını tutarak azıcık doğruldu. Zor nefes alıyordu. Kokuyordu ağzı. Kendinden tiksinip, öfkelendi. “Ne vardı bu kadar içecek?” deyip duruyordu. Tekrar yatağa uzandı. Gözleri Gülnaz’ın kara saçlarının örttüğü incecik beline, dolgun, pürüzsüz bacaklarına takıldı. Uykusundaydı. Dün gece de epey zorluydu. “Yorulmuştur,” dedi. Sonra nedendir, dün geceyi düşünüp gülmeye başladı. Yüzbaşı Kenan’ı nasıl da bozmuş, yerin dibine sokmuştu. Diğer ağalar da katıla katıla gülünce genç komutan dayanamayıp, kalkıp gitmişti. Ardından Abbas Ağa, “Yazık oldu gencecik komutana! Bakın yahu! Nasıl da küsüp gitti.” demiş, yardakçı ağalar da çirkin suratlarıyla kahkahalarla karşılık vermişti. Hatta ağalardan biri “Ağam bu yeni yetme komutanlar senin asaletini, soyunun kudretini daha bilmezler. Yavaş yavaş öğrenecekler elbet.  Kenan gibilerini biz çok gördük. Değil mi ama? Geçen sene de Ömer Üsteğmen borusunu öttürmeye çalışmıştıydı da senin bir sözünle düzeni altüst oluvermişti. Bu Yüzbaşı da öğrenecek tabii. Bir daha köylünün hakkından, çok çalıştığından bahsedip bunun üstüne az yevmiye verdiğinden sana hesap sorma cesaretini göstereceğini sanmam tekmil.”


Abbas Ağa bu sözlerin üzerine gururlanmış ve her gururlandığında yaptığı gibi etli, koca elini göbeğinin üzerine serivermişti. “Değil Kenan, değil Ömer kim gelirse gelsin burada benim sözüm geçer. Paşası bile karışamaz evelallah!” diyen Abbas Ağa pis pis sırıtarak “Söyleyin hele kardeşler! Ardımızda bunca mebus varken ve bizim verdiğimiz destekle başa geçen hükümet varken nasıl olur da kıçı kırık, ağzı süt kokan bir Yüzbaşı bana karşı çıkar da söylenir?” demişti. Riyakâr, düzenbaz ağalar da hep birlikte: “Hâşâ!” çekmiş, içkilerini yudumlamaya devam etmişti. 


Abbas Ağa dünkü hadiseden sıyrılınca yanında bir kelebek gibi konmuş olan Gülnaz’ın esmer, toprak rengi bacaklarından öptü. Kız hareketlerince durdu, bir daha öptü. Sonra istemeye istemeye kalkıp kasabadan yeni getirttirdiği kıyafetleri giydi. Seyrek saçını sanki saçı varmış gibi yavaşça taradı. Bıyıklarına, yanağına doğru kavisli bir dalga gibi uzayan bıyıklarına, hususi olarak gâvur memleketten gelen badem yağını özenle sürdü. Bir daha taradı. Aynanın karşısına geçip kendisine alıcı gözüyle bakıp çıktı. Odasından çıktığında sadece kuş sütünün eksik olduğu kahvaltıyı hazır buldu. 


Kâhya Muhsin ayakta, hararetlice el kol hareketleri sergileyerek işlerin halledilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Kapı sesine dönen Kâhya, Ağasını görünce uşakları hızlıca yolladı. Sonra uçkurunun önünde birleşmiş elleriyle masanın az ötesinde bekledi. 


“Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun Ağam. İyi uyuyabildiniz mi? Dün gece epey eğlendiniz, yorulmuşsunuzdur muhakkak.” 


“Yorulduk ya, yorulmaz olur muyuz! Benden çok içer, benden çok konuşurlarmış yamacımızdaki dağın ağaları.” durup gülümsedi. Bıyıkları azıcık daha uzadı. Yorulmuştu da onu yoran ne içki ne de ağalardı. Onu yoran Gülnaz’ın ta kendisiydi. İmansız kız! 


“Söyleyiver Muhsin; neler olup bitiyor. Hiç anlatmıyorsun bana!” Yüzünü sofradan kaldırıp Kahya’ya çevirdi. 


“Şükürler olsun Ağam, ne bir eksik var ne de fazlamız. Her şey yolunda gider şükürler olsun.”


“Konakta eksik bir şey yok ya?”


“Yok Ağam. Uşaklar her daim koşuşturuyor. Olur ki, ansızın misafiriniz ziyarete gelir de mahcup olmayalım diye.”


“İyi, güzel,” dedi. Zeytin çekirdeğini ağzından çıkarınca bir daha sordu:


“Ya tarlalar, bostanlar, bağlar?”


“Maşallah bereket üstüne bereket yağıyor Ağam. Bugün mahsül üç ise, yarın beş oluyor. Toprak bereketli olunca, köylü de iyi çalışınca şükür yüzümüz daha çok gülüyor. Geçen seneden beri hiç zarar etmedik.”


Kâhya durdu. Irgat demişti ya, aklına Irgatbaşı Veysel gelmişti. Veysel’in söylediklerini anlatsa acaba Ağa ne derdi? Uzun zamandır köyde âsilik eden olmamıştı. Eden olduysa da oracıkta tehditlerle kesilivermişti sesleri. Düşündü. Olay büyümeden Ağaya söylemeli ve ne yapılması gerektiği öğrenilmeliydi. 


“Ağam...” dedi Kahya. Sesi ciddileşmişti. 

“Ağam bir hadise var sadece. Onu da söylemek isterim.” 


Abbas Ağa karnını doyurmuş, kahvesini yudumlamaya başlamıştı. Keyfi yerindeydi. 


“Söyle Muhsin Ağa! Söyle bakalım.” deyip bıyıklarıyla oynaştı. Gözleri Kâhyaya dikilmişti. 


“Güzel Ağam, ırgat dediydim de aklıma geldi. Dün ikindi vakti Irgatbaşlarından Veysel geldi. Hani şu incir ağaçlarının etrafındaki tarlalarda çalışan. Seni bekliyormuş ya, beni görünce koşup yamacıma geldi.”


“Yani?” 


“Irgatbaşı bir sorundan bahsetti. Tarlada birileri olay çıkartıp dururmuş. Veysel de gelip bildirdi işte.” Kâhya yutkundu. Ağası ayağa kalkıp üstüne doğru gelmeye başlamıştı. “Nankörlük edenler varmış. Bu âsilerin başını Pehlivan Hamza diye biri çekermiş. İsmini pek bilmezsin ama rahmetli babasını iyi tanırsın. Sadullah Efendi... Yiğit bir adamdı. Güreşlerde sırtı yere geldiği görülmemiştir. Rahmetli işte...” 


Kâhya hâlâ Ağanın kendisine bakıp suskunluğunu sürdürünce devam etti.


“Rahmetli’nin bir oğlu var. Pehlivan Hamza diye boylu boslu biri. Tuttuğunu koparacak cinsten. Veysel dedi ki, âsilerin başı Hamzadır. Köylüyü sana karşı kışkırtır dururmuş. Öyle söyledi Ağam.” 


Abbas Ağa düşünüyordu. En son kim ve nasıl çıkarmıştı isyanı? Babası vefat edince miydi? Evet evet! Boşluktan yararlanıp hemencecik birkaç kendini bilmez köylü “Toprağımı isterim!” demeye başlamışlardı. Ağanın adamlarıyla

kısa sürede sesleri kısılmış ve bir daha konuşamaz hale getirilmişlerdi. Abbas ismiyle işte o zamanlar tanış oldular. Sonra ne bir ses çıkar oldu ne de hakkını arayan. Eyvah! 


Ama şimdi uzun zamandır unutmuş olduğu  endişeyle karışık korkuyu yüreğinin tam ortasında hissetmişti. 


Güçlüydü, onlarca tüfekli, emir bekleyen adamı vardı. Zengindi, uçan kuştan kaçan yılana kadar her şeyi ve herkesi doyurabilirdi. Bir şey eksikti ya, şimdi fark etmişti; korkuyordu. Elindeki her şeyin silinip gitmesinden, köylüye ettiği zulmün başına gelmesinden korkuyordu. Yaşı ilerledikçe, ettiği zulüm arttıkça, içindeki bilinmezlik nokta nokta büyüyordu. 


Kâhya Muhsin, Ağa’nın gözlerine baktı. Büyümüş, kocaman olmuştu. Burun kanatları açılmış, hızlı soluyordu. Kâhya şaştı bu duruma. Ağa kızıyor muydu yoksa korkuyor mu? Bunca yıldır yanındaydı ama yine de bilmiyordu. 


Başını iki üç kere sallayan Ağa, kendisini toparlayınca emrini verdi: “Başı ezilsin âsilik edenin, başı ezilsin de ibret olsun karşıma çıkanın! Cebrail’le Apo’ya haber ver. Sıkıştırsınlar, tehdit etsinler! Sözden anlamazsa...” durdu. Bir cümle daha söylese ölüm fermanını vermiş olacaktı. Duraklaması merhamet ettiğinden değildi. Olur da adamları bu işi beceremez ve karşısına ansızın dikiliverir diye korktuğundandı. “Sözden anlamazsa selâsını duymak isterim. Haydi Muhsin!”


Kâhya kafasının içine yerleşmiş soru işaretleriyle seke seke odadan çıktı. Adamları aradı, buldu. Ağa ne dediyse aynısını, eksiksiz anlattı. Tüfekler omuzlara atılmadan mermiler kontrol edildi. Her şey tamamdı ya, bakalım Pehlivan Hamza da tamam mıydı? Bakalım da Hamza sahiden Pehlivan mıydı? 


Devam edecek...