Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı. Bir kitap ismi ancak bu kadar yoğun olabilirdi, tıpkı kitabın içeriği gibi. Karasu'nun okuduğum ikinci kitabı, ilki "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" isimli deneme kitabıydı. Üç hikayeden oluşuyor ve ikisi birbiriyle bağlantılıyken üçüncüsü diğerlerinden bağımsız. Hikayelerin ortak paydası baskı ortamında yaşanması.

İlk hikaye devlet tarafından inançları değiştirilen Bizanslı keşiş Andronikos'un bir adaya kaçışını anlatıyor. Bu kitabı benim için güzel kılan kısım ise Andronikos'un nasıl kaçtığı değil, bu eylemi gerçekleştirirken düşündükleri. İnandığı yoldan sapmamak, bunun için kimsenin yaşamadığı bir adaya kaçmak, kahramanlık mı yoksa alçaklık mı? Eğer inancı için zindanda çürümeyi göze alamıyorsa inancında, bir keşiş olarak insanlara telkin ettiği davranışlarda samimi miydi? Bu soruları karakter kendisine yöneltip kendi cevaplarını buluyor. Bu kısımda çok hoşuma giden bir cümle kurmuş Karasu: "Anlamaktan sonra gelen bir hal vardı: Kavramak. Anladığının bütün ağırlığını beyninde duymak, ellerinde kollarında damarlarında duymak."

Diğer hikayeye geçtiğimizde ise Andronikos'un yakın arkadaşı, tıpkı Andronikos gibi bir keşiş; İaokim, bir tepeye tırmanıyor. Olayların üstünden elli yıl geçmiş. Nasıl uzun süren bir günün akşamında günün tüm yoğunluğunu üstümüzde hissederek olayları zihnimizde tartarsak İaokim de bir ömrü tartıyor, biz de buna şahitlik ediyoruz. Kendisinden dinleyerek değil, bizzat zihninden geçenleri okuyarak. Karakterin hiçbir şeyi saklama şansı yok. Olaylar, düşünceleri, pişmanlıkları, acımasızlıkları, ön yargı ve endişeleri gözümüzün önünde. İaokim manastır tarafından cezasını çekmek üzere geri dönen arkadaşının başında beklemekle görevlendiriliyor. Andronikos'un cezası ise fazlasıyla ürkütücü: Konuşmak. Susmadan, ara vermeden, dinlenmeden, uyumadan konuşmak. Andronikos dokuz gün boyunca durmadan konuşuyor ve İaokim bu süreçte kulaklarını yumruklayarak sağır olacak raddeye geliyor. Dokuzuncu günün sonunda Andronikos ölüyor. Oysa yaklaşık 15 yıl sonra eski inanca dönülüyor. İoakim düşünüyor: Andronikos boşuna mı öldü? Eski inanca dönülmesi Andronikos ve onun gibiler sayesinde miydi? Tüm bunlar olup bittikten sonra yaşananların bir önemi kalıyor mu?

Kitabın kapağını kapatıp üzerine düşünme ihtiyacı duyduğum iki bölüm vardı. Bunlardan birisi İoakim'in Andronikos kaçtıktan sonra bulup beslediği, herkesten koruduğu ve bir arkadaş olarak gördüğü tilkiciği Andronikos'un ölümünden sonra öldürmesi. Soğukkanlılıkla ve kendince haklı sebeplerle yapıyor bunu. Peki tilkicik İoakim için ne ifade ediyordu? Üzerine düşünüp birçok anlam yaratsam da hiçbirinde karar kılamadığım bir nokta bu. Diğer bölüm ise bir mimarın hikayesi. Bir saray yapmakla görevlendirilen mimara koyulan şart şöyle: Aynı renkli iki taş yalnızca bir kere yan yana gelebilir. Mimar her seferinde taşları yerleştiriyor ancak aynı renkli taşlar yan yana geldiği an hepsini bozuyor. Yıllarca uğraşıyor, ona verilen hakkı bir kez olsun kullanmadan her yan yana gelişte bozuyor tüm duvarı. Bir ömrü hatasız yaşamaya çalışırken heba etmek. Birçoğumuzun farkında olmadan yaptığı gibi.

Üçüncü hikaye ise Mussolini İtalya'sından kısa bir kesit. Açıkçası beni ilk hikayeler kadar içine çekmedi çünkü zaman ve mekan bağdaştırmalarını yapmaya çalışırken hikaye bitiverdi. Bu kısımda ne altını çizdiğim bir cümle ne de üzerine düşündüğüm bir bölüm oldu.

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, tatilde okunacak, çerez niyetinde alelade bir kitap değil benim gözümde. Sakin bir ortamda, yavaş yavaş ve üstünde düşünülerek okunmalı. Kimisine göre ilerlemeyebilir, okumak zor gelebilir zira eksiltili cümleler ve tekrarlar akıcılığı engelliyor. Beni özellikle yazarın yapmağa, düşünmeğe, gitmeğe gibi kelimelerde "ğ" harfini kullanması fazlaca yavaşlattı. Ama bir süre sonra buna alışılabiliyor. Bunlara rağmen benim için çok güzel bir okuma deneyimiydi. Uzun süredir hiçbir kitap bu kadar içine çekmemişti beni. Karasu'nun kalemini kendime çok yakın buldum. İlk fırsatta diğer kitaplarını okumayı planlıyorum. Bu kitabıysa kitaplığımın favorilerinden oldu.