• Vincent Van Gogh’un Güney Fransa’da bulunan Arles şehrinde yaşadığı son günlerine odaklanan film 111 dakika uzunluğunda ve acı dolu bir yaşama sahip Hollandalı ressamın hikayesinin anlatılmasından dolayı dram türünde.

• Vincent’i Willem Dafoe canlandırırken, onun hayatında önemli bir yere sahip olan bir diğer ressam Paul Gauguin ise Oscar Isaac tarafından hayat buluyor.

• Filmde Hollandalı ressamın çevresi tarafından sevilmediği, resimlerinin beğenilmediği ve çevreye uyum sağlamakta sorun yaşanıldığına değiniliyor.

• Şizofreni, bipolar bozukluk, borderline… Tüm bu psikolojik rahatsızlıklar kısacık ömrüne çokça eser sığdıran ressamın yaşadığı sağlık sorunlarıyla ilgili sonradan ortaya konan tanılardan yalnızca birkaçı.

• Böyle bir durumda kesin olarak bildiğimiz tek şey ise ne yaptığını hatırlayamayacak hale gelen ve günlük yaşantısının bu denli etkilendiğine şahit olduğumuz ressamın en büyük desteğinin hiç kuşkusuz kardeşi Theo Van Gogh olduğu. Kendisini İngiliz oyuncu Rupert Friend canlandırıyor.

• Ressamın yaşadığı sorunların kendisi gibi ressam olan arkadaşı Paul Gauguin’in tanınır olmaya başladığı için Paris’e gitmek adına Arles’i terk etmesinden sonra arttığına şahit oluyoruz.

• Vincent’ın hayatında Gauguin’in yeri öyle değerli ki, onun yanında kalması için Theo’nun Gauguin’e para göndermesi karşılığında aynı şehirde bulunduklarını anlıyoruz. Ama bu olay onun bir nevi ünlü olması ve zaten hali hazırda Arles’i hiç sevmediği için gitmesiyle sonuçlanıyor.

• Kendisinin sanatından çok kestiği kulağıyla tanınmasına sebep olan bu olay da arkadaşı Gauguin’in gidişinden sonra yaşanıyor. Vincent’ın Paul’e olan düşkünlüğü, kendisini ondan ve Theo’dan başka kimsenin anlamadığına inanmasıyla ilgili.

• Her ne kadar Gauguin’in, arkadaşının eserlerine yönelttiği ”resimden çok heykele” benzeyecek kadar fazla boya kullanması şeklinde eleştirileri olsa da birbirlerinden etkilendikleri bir gerçek.

• 37 yaşında hayatını kaybeden ressamın, korkutucu düşüncelerinden kaçmak için sığındığı sanat, ilk etapta bize ölümünden önceki 80 günde 75 adet resim yapacak kadar verimli zaman geçirdiğini düşündürtse de gerçek anlamıyla tam bir kaçışı betimliyor.

• Değeri öldükten sonra anlaşılan sanatçılarda belki de ilk sıralarda yer alabilecek olan sanatçının hayatı boyunca yalnızca tek eserinin satılmış olması adeta trajik kelimesinin tanımına dönüşüyor.

• Arles’te Kırmızı Bağ isimli tablonun ressamın hayattayken satabildiği tek tablosu olduğu düşünülüyor.

• Tabloları ile bütünleşen bir renk olan sarı ve sarı ev ise ismi anıldığında akla gelecek bir başka unsurdan yalnızca biri. Gökyüzünü ve ağaçlarla örtülü ormanı resmederken kendisini doğaya teslim eden ressama daha çok içerde çalışması gerektiğini söyleyen arkadaşı Gauguin’e çıkışı ise yeterince içerde olduğunu ifade etmesiyle olacaktır. Derin bir yalnızlık çekerken ihtiyacı olan şey içerde değil, dışarda olmasıdır ama sanrıları ve sebep olduğu huzursuz ruh hali onun dışarda da huzurlu olmasına engel olacaktır.

• Dalgalı bir ruh haline sahip ressamın neredeyse sefalet içerisinde geçen günlerinin bir bölümü de akıl hastanesinde geçiyor.

• Yaşadığı çağın etkisiyle durumuna tam olarak çare bulunamayan ressamın fiziksel görünüşü başına gelenlerden dolayı otuzlu yaşların çok ilerisinde görünmesine sebep oluyor.

• Arles’in gri gökyüzünün dışında başka yerleri ve renkleri görmeyi arzu eden Gogh’un hayal dünyasının canlılığı, bize onun nerede olduğunun bir önemi olmadığına inandırsa da, yaşadığı şehirde mutlu olmadığını görüyoruz.

• Neredeyse her tablosundan fark edebileceğimiz şey ise görme yetisindeki bozukluktan dolayı nesneleri bulanık gördüğü ve onunla özdeşleşen sarı rengin yoğunluğu. Filmde bazı anlarda çevreyi ressamın gözünden görüyoruz. Bu anlar bulanıklaşan ve görüntünün net olmadığı buğulu bir görünümden ibaret. Dünyayı bu şekilde görme halinin insanın ruh dünyasına etkisinin olumlu olmayacağı ise su götürmez bir gerçek.

• Sanatını da etkileyen bu durumu en çok “Yıldızlı Gece” isimli tablosunda görebiliyoruz.

• Film boyunca gördüğümüz ressamın yaşamından sonra değer kazanan tablolarından birkaçını sıralamak gerekirse bunlar;


*Onbeş Ayçiçekli Vazo,

*Ağaç Kökleri,

*Arles’teki Yatak Odası,

*Ayçiçekleri,

*Père Tanguy’un Portresi,

*Arles’te Kırmızı Bağ.


• Filmde yansıtılan dünyadan sonra insan ister istemez Vincent‘ın yaşadığı çağın yanlış bir çağ olduğunu düşünüyor. Kim bilir belki de 1853 yerine günümüze daha yakın bir zamanda dünyaya gelseydi hastalığının ölümüne sebep olacak kadar büyük olmasına engel olunabilirdi. En azından bu kadar genç yaşta ölmeyebilir hatta bunca yan etkinin dozu azaltılabilirdi. Değerinin anlaşılıp anlaşılmaması bir yana keşke daha sağlıklı bir yaşama sahip olabilseydi...


Bu hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olsa da sarının baskın olduğu büyülü tabloları bizlere her zaman sahibi gibi hüzünlü, kırılgan ama zararsız bir dünyayı yansıtmaya devam edecek.


• “Bu çiçekler de tüm çiçekler gibi kuruyup solacak ama benimkiler dayanacak. En azından şansları olacak.”

- Vincent Van Gogh


Fotoğraf için kaynak: https://www.baskasinema.com/filmler/at-eternitys-gate/