Kıyıya yaklaşacak geminin yaşlanmış iskelesi; bugünkü yoğun tempoyu az önce bitirmiş, dinlenme haline yani sessizliğe bürünmüştü. Boyası dökülmüş iskele çeliğinin pasları birer göz yaşını andırmakta, yıpranmış kalın halat ise ilerlemiş yaşını göstermekteydi. Özetle geleni geçeni sırtlamış, yaşlı, bitkin bir iskele... 


Kavga eder gibi birbirlerini itip duran dalgaların karşısına geçen Kamuran, beklemekte olduğu İstanbul’un en eski vapurlarından Paşabahçe’yi gözlemekteydi. Uzun, siyah paltosunun yakalarını soğumakta olan İstanbul akşamından dolayı kaldırıp dikleştirmiş, iskelenin saat direğine yaslanmıştı. Köşesi karanlık olan direk sayesinde gelenler onu göremiyorken kendisi her geçenin yüzüne bakıp günlerinin nasıl geçtiğini tahmin etmeye çalışıyor, bir eğlence arıyordu.


İşinden dönenler yorgun, eğlenceden dönenler ise keyifliydi. Aşikardı bu. Kamuran gelenlerin yüzlerinden, yüz hatlarının ince çizgilerinden; kıyafetlerinden, kıyafetlerinin renklerinden gün içinde neler olup bittiğini az çok tahmin edebilirdi. Kurduğu oyunun kurallarını kendisi oluşturmuşu sonuçta. 


İlk günlerde pek gülünç gelen “Vapurda İnsan Manzarası” oyun olmaktan artık çıkmış, alışkanlık haline gelmişti. Zevk aldığı kesindi. Kendisini geliştirdiğini ve çoğunlukla isabetli yorumlar yaptığını düşünürdü Kamuran. Bu oyunu geminin vasatında, havaların güzel olduğu günler güvertede oynamaktan asla sıkılmazdı. 


Gözlerini gelenlere dikti. Günlük gezilerini bitirmiş, kol kola girmiş sevdalı çiftlerin yüzlerine baktı ilk önce. Pek yakışmışlardı birbirlerine. Günlerinin güzel geçtiğini, sevdalı bakışlarla birbirlerini seyreden çiftlerin, gün içinde öpüştüklerini tahmin edebilmişti. İnce bıyığının altından, düşündüklerinden dolayı dudaklarını istemsizce açmış, başarılı tahmininden dolayı gülümsemişti.


Kıyıya yanaşan ve tam saatinde gelen gemiye bindiğinde, yolcuları bıyık inceliğindeki kaşlarını kısıp incelemeye başlamıştı. Geminin kıç üstündeki iki üç çift dışındaki herkes cam kenarına geçmiş, karanlığa bürünmüş denizin derinliğini izleyerek sahile doğru parlayan ışıklarla hayallere dalmıştı. Kamuran içinden on yedi kişi saydı. Bunlardan çok azı değerlendirmeye tabi tutulacaktı. Mesela, elindeki “Esir Şehrin İnsanları” kitabına gömülmüş gence baktı. Kafasını kitabın arasına sokacak gibiydi. Belli ki kendisini kaptırmış, romanın içindeki bir karaktere dönüşmüştü. Sakalsız, saçları da pek kısaydı. Çantasına, içinde kalınca duran kitaplara baktı. Bir lise öğrencisi olduğunu ve sınavlarda başarılı neticeler alabileceğini ama arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde dersleri kadar başarılı olamadığını tahmin etti. Olabilecek bir şeydi. Gençliğinde kafasını kitaplardan kaldırmadığı uzun zamanlar olmuştu. Geleceği kazanmanın tek yolunun, gençliğini kaybetmeyi göze almaktan geçtiği söylenmişti. Ona göre hareket etmiş; günler, haftalar, aylarca ders çalışmak zorunda kalmıştı. Gençliğini hatırlayıp sıkılınca, kitap okuyan gencin arkasındaki kasıntı tipe baktı. Uzun süre spor yaptığı anlaşılan atletik vücutlu bir adamdı. Göz hesabıyla adamın pazularını kafasına eş değer buldu. “Yuh be! Birini etkilemek için bu kadar da çalışılmaz!” diye söylendi. Saçlarına, giyimine baktı. Bolca kremler sürülmüş, saçlar parlatılmıştı. Renkli, dar kıyafetleriyle birazdan vücut geliştirme yarışmasına katılacak gibi bir hali vardı. Adamın yüzüne bakınca bakışlarındaki kibri sezdi. Belli ki pazularından küçük görüyordu dünyayı. Kamuran’ın gözü hiç tutmadı kasıntı adamı. Tiksindi. Dışarıda olsa yere tükürürdü. Ama niye? Neden bu kadar sinirlendi? İçine bir kurt düşmüştü birden.


“Kıskandım mı lan yoksa? Sana da yuh be Kamuran! Ne hallere düştün.” 

“Yok yok... Olamaz böyle bir şey. Neden kıskanacakmışım ki..."

“Baksana adamın haline! Vücudu var, ruhu yok! Burnuyla bakıyor etrafına. Pis herif!” 


Kamuran’ın yine canı sıkıldı. Halbuki eğlence olsun diye oynuyordu bu oyunu. Bugünün insanları ne sıkıcıydı! Paltosunun bir düğmesini açıp sol bacağını sertçe sağ bacağının üstüne attı. O sırada daha fazla soğuğa dayanamayan öpüştüklerini düşündüğü çift, yüzlerindeki tebessümle birlikte içeri girdi. Soğuğa rağmen iyi dayanmış, gençliğin getirmiş olduğu ateşin hakkını fazlasıyla vermişlerdi. 


Kamuran yüzünü cama doğru çevirip sinsice yine güldü. 


Pek uzak sayılmayacak şekilde Kamuran’ın çaprazındaki yerlerden birine oturdular. Erkeğin kolları kızın omuzlarında duruyordu. Bu gördüğünüz güzel hatunun sahibiyim, der gibi. Kız ise masumca başını, gemide yanan sarı ampulün daha da sarılaştırdığı saçlarını adamın göğsüne sarkıtmıştı. Ara ara adamın saçlarıyla oynamasına izin veriyor, kızın bakışlarından bu okşamanın hoşuna gittiği anlaşılıyordu. Ellerini cama doğru yapıştıran adam cankurtaran taraflarını gösterip bir şeyler söylüyordu. Kamuran, analizinin doğru çıkmasından ya da daha doğrusu merakına yenik düştüğünden kulaklarını kabarttı. “Üniversiteden...” diyordu çocuk. Biraz daha yanaşmaya çalıştı. Mırıltılar duydu. Anlaşılmıyordu. Sonra nedendir bilinmez kendi haline bakıp esefle gülmeye başlamıştı. 


“Yazık sana be! Düştüğün hale bak! Az önce kasıntı tipi kıskandın, şimdi de gencecik çocukları dinlemeye çalışıyorsun. Vallahi hiç yakıştıramadım Kamuran. Ayıp!” 


Kamuran kendine kızadursun, başını kaldırıp etrafa göz ucuyla -ama dikkatlice- baktığında, köşedeki kızıl saçlı kadının kendisine bakarak güldüğünü gördü. Emin olamadı. Şaşırdı. Arkasına, boynunun dönebileceği kadar, bir kuş gibi dönmeye çalıştı. Koca gözlüğüyle önüne bakan, elleri buruşuk amcadan başka birini göremeyince bir daha ama bu sefer kadının gözlerinin içine bakacak şekilde dikkat etmeye çalıştı. Hayır! Yanılmıyordu. Kadın, Kamuran’ın alnında komik bir şey yazıyormuş gibi gülüyordu. Cama dönen Kamuran, boğaz manzarasını izlermiş gibi yapıp camın yansımasından kızıl kadının hala kendisine bakıp bakmadığını anlamaya çalıştı. Gülüyordu. Düşündü, o zaman anladı Kamuran. Bu kadın kendisi gibi oyun oynuyordu. Evet evet... Şüphesiz öyleydi. “Demek ki,” dedi, durdu. İşaret parmağını çirkin olan -kendisi yakıştığını düşünüyordu- ince bıyığına götürdü. Cinayeti çözen bir dedektif, varoluş sebebi arayan bir filozof kadar hava yaratmak istediyse de hemen vazgeçti. Boğazın karanlık suyuna gömülmüş gözlerini kıstı. “Demek ki analize gerek duyulan bir adammışız.” Bu sefer acayip bir halle kendisine güldü. “İzleniyoruz be Kamuran! Güzel bir kadın tarafından hem de.” Bunları söylerken karanlığın üstünde parıldayan kente bakarak söylemişti. Tüm şehrin duymasını ister gibi. Mutlulukla... İzlenmenin yarattığı heyecanla birkaç kere saatine baktı, üstünde pislik arar gibi birkaç kez silkeledi. Gözünü bir daha kaldırdığında kadını yerinde bulamadı. Nedense rahatladı. Derin bir nefes aldı. Etrafına bakınca geminin iskeleye yaklaştığını o zaman anladı. 


Herkes yavaş yavaş aşağıya doğru inerken kendisi de ayaklanmıştı. Kendisi en sondu. Pek acele etmediğinden öyle zannediyordu. Son kez arkasına baktığında, gençlik ateşinin hakkını veren genç çiftler, sakinlikten yararlanıp öpüşmeye başlamışlardı. Tutkuyla birleşmiş dudaklar... Kamuran yine istemsizce güldü. İçini çekti. Yakasını düzeltip eldivenlerini giydi. “Ne güzel İstanbul be!” dedi ve ellerini ceplerine koyup az önce söylediklerini tekrarlayarak herkes gibi kalabalığın arasına karıştı.