İnsan varoluşunun gizemleri üzerine düşünmeye başladığımız günden beri bu varoluşun sebebi üzerinde kafa yormaya da mesai harcıyoruz muhtemelen. Bunun bizi bir çıkmaza, acı verici duygulara ve fikirlere gark etmesi kim bilir ne kadar sonra oldu...


Yaşadığımızı ya da daha basit haliyle var olduğumuzu hissettiğimiz -fikirsel düzeyde sağlamasını Descartes gibi yapmış olmasak bile- zamanlar, bu varlığın nereden geldiği, nereye doğru gittiği, amacının ne olduğu soruları bu kafa yormalarda neredeyse hazır bir paket olarak çıkıyor ortaya.


Ölümün insan hayatında ne kadar büyük etki oluşturduğu muhakkak. Evet, ironik bir biçimde hayatın sona erme olayı hayatın kendisinde büyük bir yönlendirici güç olabiliyor zaman zaman. Bazen de elimizi oynatmaktan dahi vazgeçirebilecek hale getiriyor bizi bir sonun olduğu bilinci...


Öleceğini bilen bir canlı olarak insanın tarihi, geçmişi merak edip oralardan feyz alarak hayatını ve geleceğini tasarlamakla uğraştığını savunan tarihçilerden, kimisi için takıntı boyutuna ulaşan ölüm teması vurgunu şairlere, ölüm varken hayatın bir anlamı olup olmadığını sorgulayan, bununla neredeyse bütün bir hayatı geçiren, hayatının kendisini adeta buna kanalize eden düşünürlere kadar birçok zihinsel faaliyete şahit oldu gezegenimiz, ki onun varoluşunun yanında türümüzün bireylerinin varoluşu mekansal olarak da zamansal olarak da mikroskobik, şairin dediği gibi...


Yaşam, edebi anlatılarda ölümün karşısında konuşlanır ya, gerçekten karşısında mı acaba? Yoksa ikisini ayrık düzlemlerde olgular şeklinde mi ele almalıyız? Ya da burada tercihi yapmak için işe yararlık mı giriyor devreye? Peki bir insanın kendini öldürmesi?.. Bu tamamen yaşamla, yaşamın eksik, yetersiz, belki gereksiz, belki acı verici gelmesinden doğmuyor mu? Evet, "bir ölüm/öldürme çeşidinin bir yerlerden 'doğması' "... Her neyse, bunu belki başka bir yazıda deşeriz.


Hayatın belli bir amacı, bir gereği, öleceğini bilerek yaşayan bir canlı olarak insanin bir ereği "Var mı?" derken, bu kimi zaman bitmek bilmeyen bir arayışa, yaşamın kendisinin bir düsturuna, bazen bir tarzına dönüşürken... İşte böyle üç noktayla bırakmak meseleyi... Belki de kriz dedikleri tam bu üç noktalarda dibi görüyor.

O krizden çıkmaksa, çıkanlar ya da hiç girmeyenlerin tecrübe ettiği yaşamın kendisinden bile daha zor belki de...