Malzemesi bol Arjantin topraklarından çıkasım gelmediği için ikinci yazıma yine Arjantin’in bağrından kopup gelen bir dansla devam ediyorum... Tango. Yasak aşkın başkenti kabul edilen Aşk-ı Memnu dizisinin meşhur sahnesini hepimiz ağzımız açık izlemiş ve hayal dünyalarımızda kendimizi sevgili beylerimizin kollarına bırakmışızdır.


Aşk, tutku, ihtiras kokan ve elit salonların vazgeçilmezi olan bu erkek egemen dans bilin bakalım nereden çıkmış: Daha romantik bir cevabı hak ederdi belki bu ama cevabımız; “genelev”. Evet yanlış duymadınız, Latince dokunmak anlamına gelen “tangere” kelimesinden türeyen tango; Feriha’dan daha hızlı sınıf atlamış ve genelevlerden salonlara taşınmıştır. Smokinli ağabeylerimizin ve kuş yuvası topuzlu ablalarımızın şarap veya şampanyalarını yudumlarken büyük tutkuyla ve coşkuyla seyrettiği bu ateşli dans aslında acının, hüznün, hayal kırıklığının dansıdır.


1800’lü yıllarda çoğunluğunu işçi sınıfının oluşturduğu göçmenler, “yakarsa dünyayı garipler yakar” kafasındaki büyük hayallerle zengin bir liman kenti olan Buenos Aires’e göç ederler. Ama işler bekledikleri gibi gitmez ve her yabancının makus talihini yaşayarak dışlanırlar. Devam eden yoksulluk, kadınları bedenleri üzerinden para kazanmaya sevk ederken erkekler ise “at kendini diskolara” ilkesiyle kendilerini alkole ve kadınlara verirler. Göçün en doğal getirisi olarak insanlar gittikleri yerlere kültürlerini de götürürler. Ve tabii ki de müzik ve dans da bu kültürün bir parçası olduğu için dans çerçevesinde farklı kültürler kaynaşmıştır. Avrupa’dan gelen müzik ve dans kültürü Güney Amerika, Afrika kültürleriyle karışıp farklı ritim ve hareketlerin birleşimiyle yeni bir uyuma yelken açmıştır. Artık Arjantin’in varoşlarında, sokaklarında ve genelevlerinde tango rüzgarları esmeye başlamıştır.


Bu ilk tangoların ana teması maço erkeklerle, o dönemki tabirle hafif kadınların çekişmeli aşk hikayesidir. Maçoluğun everesti olan bu dansta erkek devamlı olarak ısrar ederken kadın direnir ve bu dans dışarıya adeta erkekle kadının savaşı olarak yansır. (Savaşmayın sevişincilerin gözü yaşlı.) Üst sınıflar için son derece ucuzluk kokan bu dans asla bir salon dansı değildir. Ancak tüm bu ön yargılara rağmen tango hızla yayılmaya başlar. 20. yüzyılın başlarıyla varoş mahallelerden sıyrılmaya başlayan tango, Paris’te sergilenince elitler bu dansa ilgi duymaya başlar. (Reklamın gücü diye buna derim ben.)


Ah bu yüksek sosyete... Elitlerin ilgi odağı olunca dans evrilmeye başlar. Hırsı simgeleyen hızlı ritimlerin yerini yavaş ve romantik adımlar alır. Sokak ağzının hakim olduğu sözler ise yerini daha nahif ve şiirsel sözlere bırakır. First Lady Eva Peron ile eşi Juan Peron’un da bu dansa olan yoğun ilgisiyle tango adeta aşkın çağlarını yaşadı. 1980’lerle birlikte en yetenekli Arjantinli dansçıların yaptığı gösteriler ilk haline göre fazlasıyla evrilmiş tangoyu adeta arşa çıkardı ve günümüze kadar bu dans popülaritesini hiç kaybetmedi.


Her ne kadar hırs, hüzün, öfke ve acıyla harmanlansa da günümüzde tutku ve romantizmi arşa çıkarıp çiftleri adeta alev topuna döndüren bu dans, kadın ve erkeğin savaşının en izlenesi haliyle dışarıya yansır. Bu yazımızdan yola çıkarak halay ve çiftetellinin hakkını fazlasıyla veren beyaz çoraplı prenslerimizi romantik bir jön ve tutkulu bir kavalyeye dönüştürmek için milli savaş boyamız olan kırmızı rujumuzu sürüyor, some anacığım-babacığım problemsleri bir kenara bırakarak derin yırtmaçlı elbisemizle kısa süreliğine de olsa içimizdeki Bihter Ziyagil’e hoş geldin diyoruz ve müziğe kendimizi bırakıyoruz… (Itzhak Perlman, Tango.)