Baksana Şahduman, nasıl da kızarıyorsun hiç olmadık bir şarkı yüzünden. Çiçekler açıyor yanaklarında hiç sevmediğin. Çiçekler dökülüyor yanaklarından, toprağına da bahar kokusuna da asla tahammül edemediğin. Baksana Şahduman, nasıl da kabuslar görüyorsun hiç olmadık bir şarkı yüzünden. Yastık kılıfına usul usul saklanan insanlar -evrenin küçük, dünyanın büyük insanları- başkasının görmediği, senin ise esirgemediğin gözlerinden gün yüzüne çıkıyor bilincinden. Baksana Şahduman, nasıl da korkutuyorlar seni bir şarkının kaba saba ellerinden, sinsi sinsi giriyorlar içeri. Gece, bir o yana bir bu yana dönerek üstüne üstüne uyuduğun düşlerinin kabuslara açılan dar geçitlerinden, uyanıp uyanıp bir türlü hareket edemediğin, konuşmayı bırak yutkunmak nedir bilemediğin üçü on beş geçelerinden. Vurduğunda gece lambasının rengarenk ışığından simsiyah gölgesi duvarlara, yüreğinde sır gibi sakladığın insanları koynuna koynuna serpmişler bu şarkılar alıp da. Baksana Şahduman, nasıl da acıyor şimdi göğsün, hızlanıyor kalbin, boğazında hissediyorsun nabzını, çıkacak gibi yerinden, uçacak gibi tavanı izleye izleye uyuduğun gecelerin alçak kiremitlerinden. Nasıl bakılır ki Şahduman, balkonundan içeri girdi bin bir türlü insan hiç olmadık, hiç olmayacak, hep de kulak zarını acıta acıta bağıracak bir şarkı yüzünden. Yakmalısın aslında Şahduman, yakmalısın tüm şarkıları sen. Yakar gibi çok değerli bir kitabın son sayfasını, yakar gibi son satırların kaderini, nedenini, başlangıcından yeşerip sonundan çürüyen, tahmin edilebilir olasılıkların içinde ağlayıp duran hiçliğini, seçimsizliği, aslında hiç olmayan iradesini kahramanların ciğerlerine hiç dolmayan nefeslerini, küçücük bir kalemle var olan kırgın yenilgilerini, nahoş ve yalnızca sayfaların üstünde yaşayan zaferlerini... Yakmalısın aslında Şahduman, yakmalısın bütün şarkıları dünyadaki yakar gibi kitapları; okuduğunda canını sıkan, öyle adi. Benzinler dökmelisin üstüne, benzinler döküp döküp sarı çakmağını çakmalısın yaktıktan sonra sigaranı tutuşturduğun buz gibi ellerine. Yakmalısın işte geçmiş, gelecek ve şimdiyi kendi boynunda hapseden bu haysiyetsiz yaratığı, bu alçak ezgisini notaların, zamanı ve aklını, aklını ve zamanı birbirine kenetleyip sana hangi tarihte, hangi yılda, hangi hayatın ve hangi sonbaharın dönümünde olduğunu unutturan, insanın beyninde biriktirdiği, dağılıp uçacakken düşmeye meyilli çirkin kargaları, çirkin kargaları şarkıların ve kargalardır şarkıların.


Baksana Şahduman, yüzlerce karga alev alıyor gökyüzünde

Duyunca öldüğün,

Duyunca hüznünü sırtındaki kemiklerden çatır çatır böldüğün.

Baksana Şahduman, yüzlerce kargan alev alıyor yaşadığını sandığın aşkların hiç öpülmemiş, narin bileklerinde.

Öpersen öldüğün,

Öpersen

O çirkin kargaları, o çirkin şarkıları kendi kulaklarından, dudaklarından alıp alıp aç köpeklere sürgüne gönderir gibi sürdüğün...

Baksana Şahduman, yüzlercesi alev alıyor gökyüzünde.

Yüzlercen alev alıyor gökyüzünde.

Dinlersen öldüğün,

Dinlersen

Her sabah balkonundan aynı hizadan uçup giden, tam suratına çarpacakken yolunu, kaderini, çehresini sola çizen

O çirkin kargaya

O yanaklarını kızartıp kızartıp üstünde kızgın çiçekler demleyen şarkılara

Dönüştüğün,

Bölündüğün

Ortadan ikiye, sonra da toprağın en altına gömüldüğün...