Hislerimi kaybettiğim günden beri kanlı bir mendil açarım avuçlarımda. Vakti kısık anı tortuları birikir yavaş yavaş. Üryan kesilmiş bileklerim erir küçücük bir notanın kıymet bilinmeyen son girdabında. Çağıracak kadar nefesi toplayamam ciğerlerimde ama... Aması yok vedanın işte.


Kafamı kartpostalların arkasında yazılı tek kurşunluk satırlara sertçe çarpıyorum uyanmayı unuttuğumu fark ettiğim zamanlar. Bir daha hiç kalkamayacakmış gibi, yanımda duran yastığın koruyuculuğuna sığınarak çiçeklerini nefretle biçmiş bir bahçıvanın makasıyla kavga ediyorum. Nedendir bilmem, anlamı olmalı bunca sene kaybedilen vedaların. Yoksa nasıl açıklayabilirim öz benliğime huzurun önce nefsimi sonra dünyayı terk ettiğini? Robot değilim elbette; bir şeyleri anlamlandırabiliyor yahut bir şeyler üzerine gülümseyecek minik tatlı yalanları tenime değdiği zaman hissedebiliyorum. Fakat hislerim, aküsü bitmiş bir arabanın kontağını çevirip kendini çalıştırmak için debelenmesinden farksız. Demek insan uçsuz bucaksız vadilere adımını attığında değil yol haritası çıkarmadan çıktığı bu yolculukta, adımların karanlığa parça parça simaları yedirdiğini gördüğü an ilerleme korkusuyla yüzleşiyormuş. 


Hayal meyal hatırladığım bazı cenazelerin, hiç yaşanmamış sokaklardan uzun koridorlara çıkartılarak türlü morglarda sergilendiği kocaman bir müzeye davet kartı almışım sanki. Ve sanki hiç yaşanmamış ifadelerle yüzümde insanlığın bütün endişesini taşıyan şöhretli bir gülümseme. Koyu kahve düşüncelerin çarpıcı sert tonu sırt çantamda yuva yapmış (söylesem inanmazlar) ve gerçeklik, yavru bir ceylanın göğsüne bu düşünceleri hapsedip gitmiş. İşte o an bağırmak, sözlerimi kainatın en sert kayalıklarına çarpmak istemiştim. İstemiştim, çünkü duyulmamıştım bir kez olsun. Alnımdan akan ter damlaları yalanların şafağını kapladığında ise inandığım insan müsveddelerinin gönül kalemin en yüksek burçlarından intiharlarını izledim birkaç yüzyıl. Arkalarından rüzgara düğümler atarak döktüm avuçlarımdaki anı tortularını. Vedalara bile veda ettim.


Zehir zemberek kesmiş bu asrın kalabalığında tatsız bir kır bahçesinin tam ortasında kalabalığa karışmadan üstüme çöken hüznümle hayatı kucaklıyorum. Yılmadan usanmadan cebime koyduğum gökyüzü şiirlerinin bir gün kozasından çıkıp kelebek olacağı günlere inancım beni ayakta tutuyor. Kelebeğin ömrü kısa olur derler sahi, şiirlerin ömrü de bir kelebek kadar mı? Yoksa şairlerin yaşam ve ölüm arasındaki o ince ipin üzerinde dengesini her seferinde kaybetmesinden bu yoksuzluk? Emin değilim, gece vakti bastıran satır aralarının şairi açıkça tehdit etmesi de hüzünleri bu kadar süslüyor olabilir. Belki de yaşam en çok bir dizenin yankısıyla parçalanan kalplerde güzeldir. 


Kimine bomboş gelebilir düşüncelerim, kimi yazdıklarımı okurken benimle dalga geçer. “Cayır cayır yanıyor, büyük bir yangın var!” dediğimde ise kimseyi inandıramam belki. Belki sözümü beş metre uzaktaki birine bile dinletemem. Hatta kimisi de neyin yandığını, niye yandığını sormaz. Ama şerefim üzerine yemin ederim: “İnsanların insanlara güveni cayır cayır yanıyor.” Vedaların hepsi bundandır. Bu yüzden hepiniz benim gibi hislerinizi kaybedebilirsiniz. Kiminiz çoktan kaybetti bile. Bu yüzden durun ve bir düşünün... 


Anladım, yine inanmayacaksınız. Peki, yangın sizin kalbinize de uğrayana kadar hepinize keyifli izlemeler.