Babama,


Keşke bu satırları yazmak yerine seninle her türlü duygu, düşünceyi konuşuyor olsaydık. Olmadı. Yazdığım bu satırlarımı ne zaman okuyacaksın onu da bilmiyorum. Ama büyük ihtimalle ben öldükten sonra olacak. Hem biliyor musun, bu sana yazdığım ilk mektup değil. Umarım son mektup da olmaz. Yenisini yazınca öncekini yırtıyordum. Bıkmadan, usanmadan yazdım. Ölüm beni hangi aya denk getirirse o zamana kadar sana yazacaktım. Sana yazıp göndermediğim, kendimde sakladığım satırlarla babama olan özlemimle, seninle kucaklaşıyor, bilmediğim ve anca hayal ederek bulmaya çalıştığım baba kokusunu içime çekiyor, rahatlıyordum. Bu da bendeki çıkmaz sokaklarıma bulduğum yoldu.


Baba.


Baba demeyi ne çok isterdim. Baba deyince bana da ses verecek “Kızım, Türkan’ım” sesini o kadar çok bekledim ki. Bunu buraya yazmak bile başlı başına bir hasretliktir. Karanlığın en uzun gecelerinde dolunayın yeryüzüne sunduğu ışık hüzmelerinde sokak başlarında, sokak sonlarında babamın hayalini hep aradım. Karanlığın en derin ve uzun gecelerinde hep senin hayaline sarıldım. Hayal bu ya, fersah fersah hem uzaktın hem de meltem rüzgârıyla ensemde soluğunu hissettiren nefesin kadar yakınımdaydın. Hayalini kurduğum gerçek bedene elimi uzatıyorum, parmak uçlarımdaki yakınlık arş kadar bana uzak kalıyordu.


Eksikliğin yüreğimde sürekli harlayan kor ateşti. Elim böğrümde, boğazımda yutkunduğum

ahlarımla, gözyaşlarımın ıslattığı yastığımla yetiniyordum. Karanlığın en derin, uzun geceleri

renk değiştirerek en uzun günün sabahları olarak doğuyordu. Yüreğimin yanan kor aleviyle

gecemi, gündüzümü aydınlatmaya çalışıyordum.

Eksik duygularımın etrafı duvarlarla örülü bir

yaşamın mahkûmu olmuştum.


Hafızam bana beş yaşımı hatırlatıyor; zayıf bedenim, yüzümde çıkık elma kemiklerim, güneşin yedi haresindeki yeşil gözlerim. Ve siyah, düz, uzun saçlarım. Yıllar geçmesine rağmen hala öyleyim. Sen seviyorsundur diye saçlarımı hep uzun bıraktım. Gözlerimin yeşil olmasını çok seviyordum. Seninkine benziyor diye.


Sen gittin. Senden sonra bir daha hiç çocuk olmadım; göğsüm, salıncağa binmiş çocuk

neşesiyle hiç inip kalkmadı. Senden gelen ilk ve son mektupta annemden ayrılmak istediğini

yazmıştın. Annem, “Beni istemeyeni ben de istemem.” deyip kendi baba ocağına gitti. Seni

hatırlatacak hiçbir şeyi de yanında götürmek istemedi. Kızını, yani beni. Annem hakkında son

hatırladığım, tıpkı sana yaptığım gibi gözyaşlarımla arkasından el salladığımdı. Senin gibi o da, beni ne aradı ne sordu. Annem gittikten bir yıl sonra da ölüm haberini aldık. Yaşıyor olsaydı anneme de sorularım, sorgularım olacaktı. Sen yaşadığın için yazdığım mektuplarım hep sana oldu. Yazdıklarımdan ne bekliyorsam işte, o da benim kendimi sorguladığım durum.


Senden sonra, senin çocukluğunun, gençliğinin geçtiği dedemden kalan toprak ev yıkıldı. Cemal amcamın yardımıyla ninemle bana yetecek yeni evi yaptık. Cemal amcam hem kendi evine hem de bizim tüm işlerimize yetişiyordu. Nineme evlatlık, bana da amcalık görevini hakkıyla yerine getiriyordu. Bırakıp gittiğin günden beri seni amcamdan dinleyebiliyordum. Sen aramasan da Cemal amcam seni arıyormuş. Tek başına yaşamını sürdürüyormuşsun. Ne sen kimsenin hayatına girmişsin ne de kendi hayatına kimseyi almışsın. Yanlışlıkla bile olsa geçmişi sana hatırlatacaklarla görüşmemiş, ortamlarda da bulunmamışsın. Sürgündeki bedenin

uzaklaşarak yok olup yok sayılabildi mi?


Annemin gidişiyle ninemle baş başa kaldık. Hayatı paylaşır olduk. Bana, “Artık senin annen de baban da benim, unutma. Kimseden bir şey bekleme. Ne annenden ne babandan. Sen ve ben varız.”

Ben de bu sözleri hiç aklımdan çıkarmadan her iki kulağıma küpe diye astım.

Yine de olmuyordu. Sana, anneme olan özlemim hiç bitmedi. Başımı koyduğum yastık taş

oluyor, yüreğimden akanlar gözlerime yaş oluyordu. Eksikliğin hiç sönmeyen, sürekli harlayan yüreğimin kor ateşiydi. Akrep ve yelkovanın işlemediği yılın en uzun gecesi ve gündüzü benim her bir anımdı. Ama hiç aksatmadan her bir gün sabah olarak doğuyor, yaşam devam ediyordu.


Ninem, beni köy okuluna yazdırdı. Ben de günlük işlerde hem nineme yardım ediyor hem derslerime çalışıyordum. Başarılı da oluyordum. İlkokul bitince ninem kasabadaki yatılı ortaokula gönderdi. Bitti. Liseye başladım. Hafta sonları köye, nineme geliyordum. Kendime de,

nineme de söz vermiştim, bir başına koymayacak, yaşarken kendi yokluğumla cezalandırmayacaktım. Senin ona yaptığını yapmayacaktım.


Liseyi bitirdiğim gibi üniversiteye hukuk okumaya gittim. Avukat olacaktım. Hem çalıştım hem okudum. Fırsat buldukça nineme gidiyor, onda soluklanıyordum.


Ninem, “Sakın bu kapıyı kapatma. Bu kapı senin baba ocağındır.” derdi. Ben de hep öyle bildim. Evet, baba ocağıydı. Ama yüzünü görmediğim, kokusunu bilmediğim, sesini duymadığım baba ocağıydı. İnsanın genelde bir tarafı eksik olur derler. Öyle değildi işte, benim iki tarafım da eksikti; bir eksiklik sen, diğer eksiklik annem.


Gün geçtikçe ninem de artık yaşlanıyordu. Onun yaşlandığını görmekten kahroluyordum. Çok emek verdi bana. “Gün yüzüyle evlenmeni de görseydim.” demeye başladı.


Hayatımın yanlış kararını almış, aynı sınıfta okulun ilk günü tanıştığım Salih adında arkadaşımla sözlenip evlendik. Bir hafta sonra da ninem öldü. Ninemin evinin kapısını kapatmadım. Fırsat buldukça, hele yaz aylarını hep köyde geçirdim. İki çocuğum oldu. Biri kız, biri erkek. Çocuklar tüm yaşam enerjim olmuşlardı. Çocuklarımla köye gider, baba ocağında soluğu alırdık.


Yaşam devam edip giderken eşim değişir olmuştu. Önemsememiştim. Gelir, geçer

dedim. Düşündüğüm gibi olmadı; eşimin alkolik, kumar masasında sabahlayan babasının

annesine, çocuklar içinde de en çok kendisine uyguladığı şiddet, çocukluk travmaları farklı

şekillerde kendinde göstermeye, benim dışımda herkesle uyum içindeki halleri çift karekterli

yanını da ortaya çıkarmıştı. Psikolojik destek alma konusunda tüm ikna etmelerim sonuçsuz

kalıyor, aramızdaki anlaşmazlıkları daha çok artıyor, gün yüzüne çıkartıyordu.


Hukuk eğitimini almış, mesleğinde hak

savunuculuğunu yapan eşim, babasının annesinde uyguladığı öğretilmiş ve kabullenmiş çaresizlikleri bende uygulamaya başlamıştı. Buna son vermem gerekiyordu. Ayrılma kararını aldım. Ayrıldım.


Tıpkı benim gibi sözde var, özde yok duygusunu yaşamamaları için eşimden tek şartım

çocukları görmeye devam edecekti. Kabul etti. Hafta sonları çocuklar babada kalıyorlardı.


Ben ise hem kendim için hem de çocukların geleceği için kendimi mesleğime adadım: Dava

dosyalarımın kadın ve çocuk hakları konusu olanlarını tercih ediyor, sonuna kadar da peşini

bırakmıyordum. Hala da aynı konu dosyalarına bakıyorum.


Ayrılmış olmama rağmen eşim her fırsatta varlığıyla psikolojik şiddetini devam

ettiriyordu. Bizi bir araya getiren çocukların okul etkinlikleriydi. Ben dikkat ettikçe o akla,

hayale gelmeyecek sözleri sarf ediyordu. Çocuklar için baba, korku duvarına dönüşmüştü. Artık babaya da gitmeyi istemez olmuşlardı.


Hal ve hareketleri tehditlere dönüştü. Ne olacaktı ki, çok çok sonu ölüm olacaktı. Alışkındım ölümlere; yıllar öncesi daha beş yaşlarındayken kendi yokluğunla ruhumu zaten ilk sen öldürmüştün. Dedim ya alışkındım ölümlere. Korktuğumdan değil. Tek aklımda olan kızım ve oğlum. Onların da tıpkı benim gibi hem annesiz hem babasız olmasını istemiyordum. Hele ki anne ve babaları yaşıyorlarsa...


Çocukluğumda annemle olan kavgalarınız kulağımda çınladıkça sustum; boş odanın,

etrafı örtüyle çevrili karanlık tahta sedir altları benim güvenli limanlarım olmuştu. Ninemin,

yokluğumu fark edip beton üzerinde uyuyakaldığım güvenli limanımdan uyandırıp çıkarıncaya kadar, ne sen ne annem varlığımın da yokluğumun da farkında değildiniz. Çocuk aklımla ben anlam veremediğim için, ninem ise zamanında dedemle yaptıkları yanlışın faturasının suskunlarını gözyaşlarıyla benimle yutkunuyordu; dedem ve ninemin sana zorla kabul ettirdikleri, senin de kabullenemediğin evliliğinde, annemle anlaşamadığınız için köyü, memleketi terk edip kilometreleri yol alarak, yok hükmünde gördüğün beni de arkanda bırakarak yurt dışına giderek sürgün hayatı yaşadın. Ben senin için bu kadar mı büyük bir vicdan azabının kaçışıydım?



Biliyor musun, belki tuhaf kaçacak ama şu yaşadıklarımı düşününce çocuklarıma göre

kendimi azıcık da olsa şanslı görüyordum; benim en azından ninem, varlığı olmasa da sadece

hitapta kalan, baba ocağı dediğim bir kapım vardı. Çocuklarımın, tüm duyularımda hissettiğim, ruhumun arklarından sürekli taşan sıvıya rağmen susuzluklarımı yaşamalarını istemedim. Sustum. Hep alttan almaya çalışıyorum ama ne zamana kadar sürer ben de bilmiyorum.


Hep sorguladım. Hem seni hem annemi; birbirinizle inatlaşarak, beni kendinizden mahrum bırakarak, neden eksik duygularla yaşamama sebep oldunuz? Arkanızda bıraktığınız, sebep olduğunuz enkazınıza neden bakmadınız? Ve cevap arayan tonlarca soru. Cevabını bulamadığım soruları

artık bıraktım…


Yaşıyorken varlığımı kabul etmesen de ben senin istemediğin evliliğinden olan günahsız vicdan azabındım.


Gidiş hikâyeleri farklı olsa da özlemleri ortaktır sürgün bedenlerin; bedenleri göç

ederken ruhlarını kendi topraklarında özlemle bırakan insanların hikâyelerinden biliyorum.

Biliyorum, sürgün yemiş bedenin illaki bir gün seni de bırakıp gittiğin yerlere geri getirecek.

Senin geri geleceğin yerlerde o zaman ben de olacak mıyım bilmiyorum?


Ama şundan eminim ki insan nereye giderse gitsin aklında ve yüreğinde saklı olanlarla gider. Gerisi sadece bedene sürgündür. Sürgün bedenlerin, ait oldukları topraklara bir gün ölüsüyle, dirisiyle geri döneceklerine olan inancım hep oldu. Ve geri dönecek olanlardan biri de sensin.


Biliyor musun muhakkak bir gün nefesine eşlik edecek sorgu sırası sana da gelecek.

Ve sorgu bedenini kuşatacak; yüreğinde oturttuğun terazide kendini benden uzaklaştırdıklarının vicdan azabın dillenecek. Sebep olduğun, bana yaşattırdığın eksik duygulara, sürgün yemiş bedeninle sanık sandalyesinde hem sanık hem mağdur olacaksın. Savunma tutanakların kim bilir kaç dosyayı alacak. Ve ruhunun arklarından akan sıvı, hissettiğin vicdan azabının susuzluğuna yetmeyecek. Tıpkı benim sana olan susuzluğum gibi…


Sürgün bedenin, ne senin beni yok hükmüne saydı, ne de benim nüfus cüzdanımda baba

hanesindeki Salih ismini.


                                                       Kızın Türkan




Son gelen telefonda:

― Salih abi ben Cemal. Abi, abi Türkan öldü. Abi Türkan öldürüldü.

Ses yok.

― Abi yaşarken görmedin bari ölümünde gel. Zaten toprağa gömdük. Merak etme artık

Türkan'la yüzleşmeyeceksin. İlk ve son kez bari babalık görevini yerine getir.

Gelme kararını almıştı. Biletini aldı. Pasaportuyla bir iki eşyayı sırt çantasına yerleştirip

havaalanının yolunu tuttu. Kardeşi Cemal’i telefonla arayarak saat kaçta köyde olabileceği

bilgisini verdi. Yol boyu uyudu. El bagajını aldığı gibi kendisini baba ocağına götürecek ticari

taksiye bindi. Taksiciye köyün yolunu tarif edip ön koltuğa oturup arkasına yaslandı. Taksici,

arada konuşmak için konu ortaya attıysa da olabilecek muhabbetin yolunu tavırlarıyla

tıkıyordu.


Salih, yıllar sonra artık baba ocağı dediği köyündeydi. Cemal, abisini köy meydanından

alıp kendi evine götürdü.


Doğup büyüdüğü, gençliğinin geçtiği hatta evlenip damat olduğu baba ocağına yıllar

sonra ak saçları, çukura kaçmış gözleri, omuzlarına yük olmuş yılların yorgunluğuyla tahta sedirlerin yerini almış tekli koltuklardan birine geçip oturdu. Sessizdi. Etrafa bakındı. Yorgun bedeninden:

― Her şey çok değişmiş.

Elindeki plastik şişesinden birkaç yudum su içti. Arkasına yaslandı. Gözleri etrafta birilerini arar gibiydi. Yok. Aradıklarının hiçbirini göremiyordu. Yıllar öncesinde arkasından el sallayanlardan "su gibi" gidip gelsin diye su dökenlerden de kimse yoktu. Bu dünyadan sırayla göç etmişlerdi; önce babası, sonra annesi. Ne babasının ne de annesinin ölümüne gelmişti. Ve arkasından kızı. Ölüm, bu dünyadan genç yaşta kızını almıştı.


― Cemal, çocuklar nerede kalıyorlar?

― Devlet korumasındalar. Abi ne yapmayı düşünüyorsun?

― Önce Türkan'ın mezarına gideceğim, oradan da çocukları görmeye gideceğim. Bir

avukat bulmam gerekiyor. Şimdilik yurtdışına gitmiyorum. Mahkeme kararıyla çocukların

velayetini alacağım. Ya burada kalırım ya da çocukları alıp yurtdışına gideriz. Çocukların

geleceği için hangi durum sağlıklı olursa onu yapacağım. Türkan'ın çocukları bundan sonra

benim sorumluluğumda olacaklar. Bildiğiniz herhangi bir avukat var mı?

― Türkan'ın avukat arkadaşı var.

...

― Cemal, olay nasıl oldu?

― Karne günüydü abi. Çocuklar karnelerini aldıktan sonra babaları:

“Hadi sizi AVM’ye yemeğe götüreyim, sonra ayrılırız” diyor. Türkan da yemekte bulunuyor. Yine aralarında tartışma çıkıyor. Yüksek sesle bağrışma, itiş kakış oluyor. Kocası, masadaki yemek bıçağını Türkan’ın boğazına üst üste saplıyor. Orada bırakıp kaçıyor. Şah damarına isabet ettiğinden hastaneye yetişmeden ambulansta son nefesini veriyor. Kocası günler sonra akrabasının ihbarıyla saklandığı yerde yakalanıyor. İlk ifadesinden sonra tutuklanıp cezaevine gönderiyorlar.

― Çocukların babasını nasıl bir ceza bekliyor, bilgin var mı?

―Tüm her şeyi kalabalık ortamda, alenen yaptığına dair çok şahit ve kamera görüntüleri

var. Bir de daha öncesinden Türkan’ın hastaneden aldığı darp raporları var. Çok büyük ceza alacak diyorlar.

― Kızım Türkan için tüm hukuk yollarını sonuna kadar arayacağım. Adaletin yerini bulması için de son nefesime kadar mücadele edeceğim. Bizim için de artık hukuk konuşacak.

Ve hukuk son noktayı koyacak…

― Abi neden hiç aramadın, sormadın Türkan'ı? Gelebilirdin, onu yanına alabilirdin. Neden?

― Hatam çok, biliyorum. Türkan'a bakacak yüzüm olmadı. Türkan'a karşı hep bir vicdan azabı içinde oldum. 

― Keşke bunca vicdan azabını ne kendine ne de Türkan’a yaşattırsaydın.


Evin içinde uzunca bir sessizlik havada asılı kaldı...


― Cemal, bana anahtarı verin.

― Anahtar burada abi, ben de seninle geleyim.

― Israr etme. Yalnız gideceğim.

― Nasıl istiyorsan. Eşyalara dokunmadık. Evin girişindeki sol kapı Türkan'ın odası. Türkan, “Bir şeye dokunmayın. Geleceğini zannetmiyorum ama olur da gelirse yatağımın baş ucundaki komodinin içinde babama bıraktığım mektup var. Haberiniz olsun.” demişti. Sürekli sana mektup yazdığını bana hep hatırlatırdı.


Salih, baba ocağı dediği evin kapısındaydı. Derin bir ahla ciğerlerini titretecek nefesi içine çekti. Avucunda saklı tuttuğu anahtarın ruhunun derinliklerini acıtan acı hissiyle aldığı nefesi dışarıya verdi. Avuç içindeki anahtara gözlerini sabitlemiş bakıyordu; nasıl olsa unutulur, pamuk ipliği gibi gördüğü, duymazdan, görmezden geldiği, yokluğundaki tüm geçmiş şimdi bir anahtarın ucunda kendisini beklediği hissi ağır basıyordu. Anahtarı çevirip içeri girdi. Evin içinde dolandı. Ses aradı yok. Gözleri babasını aradı yok. Annesini aradı yok. Kızını aradı...


Ayakları Cemal'in tarif ettiği kızına ait olan odaya götürdü. Gözü komodini aradı. Yatağın baş ucundaydı. Çekmeceyi açtı. Ağzı açık bir zarf duruyordu. Zarfı alıp yerdeki kilime oturdu. Sırtını duvara yasladı. Derin bir nefes aldı. "Babama" satırların yazılı olduğu mektubu okumaya

başladı...