Odanın hemen kenarında çuvalla yığıldı irili ufaklı odunlar. Biraz da en ucuzundan kömür. Yandığında dumanıyla garibanları boğalardan. Bir yer yatağı, bir somye ve de bir kilim. Geriye kalan ufak boşlukta çapraz şekilde konmuş olan tüplü bir televizyon ve bir de soba. Tek gözden ve bir de tuvaletten oluşan evimiz. Daha doğrusu anamın evi. Viks, çoğu zaman tüplü televizyonun hemen yanında duruyor ve kutunun kapağı açıldığında kokusu ciğerlerimize doluyor. İnanılmaz derece ağır ve de tıpkı hastane gibi kokuyor. Annem çantasından çıkarıyor ve üfleyerek yaralarımıza ya da şişliklerimize müdahale ediyor. Önce viksi iyice yediriyor sonra da muhtemelen önceden kendi donu olan eski bir parça bezle etrafını sarıyor. Ve ne hikmetse sürdüğü yer iki güne kalmadan iyileşiveriyor. 

Şimdi Niğde'nin kel tepelerinin birinde, Toroslar'ın eteğinde, lapa lapa kar yağıyor. Bu kar diğer memleketlerdeki kara benzemez. Henüz cevizler toprağa yeni düşmüşken başlar ve baharda Kuzular doğana kadar devam eder. Kar izleri örter, zamanı örter, doğum tarihini örter, ölüm tarihini örter, insanlar kışın yeni bastırmaya başladığı vakitlerde ölür ve baharda kuzularla birlikte tekrar doğar. Bu dağlarda ne saat vardır ne de tarih. Zamanı büsbütün yutmuştur toprak. 

Kışın ölüler karlar altında kalır. Buz tutar toprak. Mezarlar yasinlerle ısınmaz. Kabir azabıyla yapayalnız bırakılır merhumlar. Ölü kadınlar ve de erkekler sıra sıra diziler donmuş toprağın altına. Mezarın üstünde ne bir ot biter ne içine bir yılan girer. Yaz gelene kadar üç kulhu bir elhamdan uzak kalır toprak. Merhamet cemre toprağa düşene kadar rabbın yanından ayrılmaz. 

Siz sanıyorsunuz ki hep başkaları ölecek. Megafondan hep başka insanların ismi anons edilecek. Adem oğlu Habil. Bugün cuma namazına müteakiben kargadan öğrenilen gömme işlemiyle toprağa verilecek tüm köy halkına duyurulur. Öyle ya Kabil kardeşini gömmeyi kargadan öğrendi. Peki kardeşinin kafasını ezmeyi? Onu kimden öğrendi? 

Şimdi kar yolları kapatırken yer yatağında karımın bana mirası yatıyor. Ateşler içerisinde yanıyor. Boğazları şiş. Bademcikleri gırtlağını sıkıyor. Ne bir ilaç geçiyor boğazından ne de bir damla su. Anam ona sürekli ekmek yedirmeye çalışıyor. Yutsun da ekmek parçası biraz olsun bademciklerine baskı yapsın diye. Kat kat giydirilmiş yorganlara sarılmış ufak bir kız çocuğu. Saçları terden sırılsıklam olmuş. Maviş gözleri ateşten açılmayacak hale gelmiş.

Bir hastalıktır ki köyü alıp buz tutmuş toprağın altına gömüyor. Kimisine bulaşıyor kimisini de görmezden geliyor. Bu kış yeni bastırmaya başlıyor ve benden biricik mavişimi alıp götürüyor. Karımın bana emaneti gözlerimin önünde eriyor. 

Keşke Şimdi yanımda olsaydı da sobanın yanında hımbıl oynasaydık. Köyün az dışındaki evimizde kucak kucağa sokulmuş, soğuktan büzüşmüş halde uyusak sonra da sabah ter içerisinde uyansaydık. Beş koca yıl geçirdik birlikte. Dile kolay ama yaşayana zor. Çünkü köy yerinde evlenmek zor, yaşamak zor, aşık olmak zor, iyileşmek zor, kendini kurtarmak zor. Evlendikten sonraki baharda bir kız çocuğu bahşetti bana. Masmavi gözlü tıpkı kendisi gibi güzel. Bana hiç benzemiyor ama iyi ki de benzemiyor ben çirkin bir adamım zaten. Kirazlar dallarda yeni yeni seçiliyordu. Bir sabah haneye üçüncü bir kişi doğmuştu. Aynı baharda koyunlarımızın dördü de ikiz doğurdu. Kızım gelirken rızkını da getirdi, tıpkı Kalkankaya'nın ardından doğan dolunay gibi.

Geçen kış çok zor geçmişti. Kömürümüz tamamen bitmiş, odunumuz ise neredeyse hiç kalmamıştı. Karlar yavaş yavaş erimeye başlamış eve odun lazımdı. Yakındaki kel tepelerden birinde kesilmemiş bir iki tane çam kalmıştı. Kızı anama bırakıp çamı kesip getirecek sonra da akşam közde mısır ve patates yapacaktık. Öyle de oldu, öğleyin güneş tepeye geçerken kızı anama bırakıp yola çıktık. Diz boyu karın içinde kol kola tırmandık. Çamların dibine vardık. Uzaktan parmak kadar gözüken ağaçlar şimdi neredeyse bir ev kadardı. Ben ağacı baltayla devirecektim. Sonra o da yavaş yavaş parçalayacaktı. ben de o sırada diğer ağacı devirecektim. Sonra da birlikte kütükleri karın üstünde aşağı kaydıracaktık. Ben ağacın kökünden beş karış yukarıya baltayla vurmaya başladım. Kunduz gibi yavaş yavaş parçaladım yarısını azıcık geçmiştim ki fırtına bastırdı birden. Güneşli gök simsiyah oldu. Hanım gidelim dedi, direttim. Yarısını geçmiştim hem akşam yemek pişirileceği zaman anama ne derdim. Dur dedim iki daha vurayım devrilecek. Birinciyi vurdum ikinciye gerek kalmadan rüzgarın etkisiyle ağaç ince yerinden koptu. Ama normalde düştüğü yerin tersine doğru. Rüzgar ağacı üstümüze attı. Ben kendimi öteki tarafa attım ama o yapamadı. Kendini öte tarafa atamadı kurtaramadı. Bir çığlık ardından bir ses. Tıpkı kabuklu bir böceğin üstüne bastığında çıkan kıtırtı gibi. Ardında da tıpkı ezilen bir böcekten kalan sıvı gibi bolca kan. Karımın kanı. Bembeyaz karlar üstünde bana helal olan tek kan. Kar, kirpiklerime yapışıyor ve soğuk ciğerime işliyor. Hayattaki tek varlığım koca bir kütüğün altında kalıyor. Sanki kütük benim kemiklerimi parçalıyor. Kütüğün yanında karı kazmaya başlıyorum. Kanlı karları ellerimle alıp atıyorum. Ben attıkça tipi tekrar kapatıyor deliği. Kendimi cesedin üzerine siper ediyorum. Karı iyice kazıp cesedi kütüğün altından cekip alıyorum. Kafası yüzüyle iç içe geçmiş. Kaburgaları kalbini paramparça etmiş. Beni hayata bağlayan tek şey mahvedilmiş. Cesedi çıkardıktan sonra halatı belinden bağlayıp yokuş aşağı karımın cesedini çekmeye başlıyorum. Rüzgar her sert estiğinde bayılacak gibi oluyorum. Parmaklarım donuyor. Son vazifemi yapmak için köye kadar götürmek istiyorum. Köye yüz adım kala kafası bedeninden ayrılıyor ve ben durup kafasını alamıyorum bile. Sadece yürüyorum. Köye vardığımda arkadan uluma sesleri geliyor. Dönüp baktığımda kurtların ağzında kırmızı bir şeyler görüyorum. Olduğum yere yığılıyorum. Parmaklarım kanayıp ipe yapışmış. İp ise tamamen parçalanmış karıma bağlı. Bir insan ne kadar çaresiz olabilirse o kadar çaresizim. Kalkamıyorum yerimden soğuk bacaklarımı esir almış. Belden aşağısına hissedemiyorum. Cesedi orada bırakıp en yakın evden yardım istiyorum, merhumu hemen oraya gömüyoruz. Ve ben karlar eriyene kadar onu görmeye gidip bir mezar taşı bile dikemiyorum.

Ben bir katil miyim bilmiyorum. Ben kardeşini kargadan öğüt alarak gömen kabilden farklı mıyım bilmiyorum. Kabil tövbe etse cennete girerdi de ben girebilir miyim bilmiyorum. Kendimi affedemiyorum. Ne olurdu diyorum o gece aç yatsaydık. Keşkeler insanı mahvediyor. 

Hava kararmaya başladı. Kar iyice bastırıyor. Gökten yere bembeyaz tozlar düşüyor ve benimle gökyüzünün arasına giriyor. Karlar evin balkon boyuna geliyor. Benim kızın durumu o ana kadar iyiydi. Sirkeli su ateşi az da olsa düşürmüştü. Ana şimdi tekrar artıyor. İki adım ötemde benden bir parça can çekişiyor bilmediğimiz kelimeler, isimler sayıklıyor. Bizimse elimizden hiçbir şey gelmiyor. Ateşi artıyor ufak masum kız çocuğu gökten düşen alev topu gibi yanıyor. Anam gözlerimin içine bakıyor. Vakit geldi der gibi. Kızım can havliyle bağırıyor ve o bağırdıkça ben kendimi aşağılık bir insan gibi hissediyorum. Bana kalan tek mirasa da sahip çıkamıyorum. Ses kesiliyor. Ölüm sessizliği kaplıyor odayı. Dışarıdan sadece cama vuran tipinin sesi duyuluyor. Bir baba kızı olmasan nasıl yaşar bilmiyorum. İnsanın kızı ölür mü anne? Ölür. İnsanın kızı da ölür, karısı da ölür, anası da ölür, babası da. Ölen sen olmadığın müddetçe çevrendeki herkes ölür. 

Merhumu bu saatte bu karda gömmek imkansız. Sabaha kadar sobanın yanında yatacak sabah olunca da soğuk toprağın altında yatmaya, huzur bulmaya devam edecek. İnsan ölen kızının yanında sabaha kadar yatar mı. Beş dakika önce capcanlı, ateşler içerisinde yanan hayatta kalma mücadelesi veren bu beden şimdi soğuk ve durgun. Bir adım ötemde her gece uyuduğu yerde aynı yorganın altında bir daha uyanmamak üzere yatıyor.